“Bazen tüyler ürpertici bir Türkiye tablosu çiziveriyordu.”Bir milyondan fazla yüksek okul öğrencimiz var, eğittiğimiz yalan; yüzlerce camimiz var, müslüman olduğumuz yalan, milyarlarca liralık matbaamız var, gazeteciliğimiz yalan; hükümetimiz var, iktidar olduğu yalan; Türkçe konuşuruz, birbirimizi anladığımız yalan; metrelik cetvelimiz var, yüz santim olduğu yalan; kilogram kullanırız, bin gramı doğru tartabildiğimiz yalan; dünyanın en eski uluslarındanız, tarihimiz yalan; NATO’nun en büyüğü ordumuz var, ülkemizi savunabileceğimiz yalan; Cumhuriyetiz, demokrat olduğumuz yalan; konukseverliğimiz ünlüdür, birbirimizi sevdiğimiz yalan…daha sayayım mı?”
Ritüeller ülkesi olduğumuza katılıyordum. Hep “…”mış gibi, rencide olmuş gibi, bıçak kemiğe dayanmış gibi, isyan edermiş gibi, inanırmış gibi, hatta eğlenirmiş gibi yaptığımız doğruydu. Kim daha iyi …miş gibi yaparsa o kazanıyordu.”
Yukarıdaki satırlar belki de Türkiye’de doksanlarda yazılmış en iyi metinlerden birine ait, Alev Alatlı’nın Or’da Kimse var mı? dörtlüsünün ilk kitabı olan Viva La Muerte’ye. Doksanlardan beri ülkede pek çok şeyin değiştiğini söylediğinizi duyar gibi oluyorum, kabul. Ama değişmeyen bir şey var ki, o da hep “-mış gibi” yapmamız.
Dün gece Adana Aladağ’da bir kız yurdunda çıkan yangında 12 tane kız çocuğu öldü. Burada “öldü” yerine daha yumuşak bir kelimeyi kullanmayı istemedim, çünkü yangının elektrik panosundaki bir kaçaktan çıkmış olma ihtimalinin ihmali akla getirmesinin yanı sıra yurdun en üst katının ahşaptan olmasının yangını arttırması, yangın merdiveninin gerektiği tek anda açılamamasına karşılık bu sonucu aklımıza kazımamızın gerektiğini düşünüyorum. İsim listesi yayınlandığında isimlerinin yanında kaçıncı sınıfa gittikleri yazan; en büyüğünün 8. Sınıfa gittiği o listeden belli olan, küçücük kız çocukları, hepimiz yüzünden öldü. Evet, bunu kabullenin ya da reddedin. Bu, hepimizin suçu.
Hepimizin suçu, çünkü yangının yaşadığımız binanın yanında çıkmaması yalnızca bir tesadüf. O binadaki ihmalkârlıkların çoğuna günlük hayatta rastlıyor olmamıza rağmen, kendi işimiz olmadığını düşündüğümüz için müdahale etmiyoruz. Hoş, kendi işlerimizi de pek üzerine düşerek yerine getirdiğimiz söylenemez. Binanın sahibi yönetmelikte var diye, gerektiği için yangın merdivenini yaptırmış gibi davranıyor, kapının kilidine sahip olan güvenlik için kilitlemiş gibi oluyor, gerektiğinde açabilecekmiş gibi düşünüyor. Süreci denetlemesi gereken yerel yönetim denetlemiş gibi davranıyor. Meclisteki partiler bu tür sıkıntıları kaale alıyormuş gibi dinliyor. Muhalefet hükümeti ihmal davaları ile ilgili sıkıştırıyormuş gibi yapıyor. Hükümet ihmalkârlıkla ilgili düzenlemeleri yapıyormuş gibi görünüyor. Biz de başımıza gelen her felaketten ders almış gibi, daha 24 saat geçmeden meseleyi tamamen anlamış gibi ahkâm kesiyoruz. Meselede tek -mış gibi yapmayanlar, o çocuklar. Onlar, yıllardır değiştiremediğimiz gamsızlığımız ve sorumsuzluğumuzun sonucu olarak, ölmüş gibi yapmıyorlar. Ölüyorlar.
Yüksek lisansını Almanya’da yapmış bir arkadaşım Türkiye’ye gelip çalışmaya başladığında kış döneminde balkonların altındaki buz sarkıklarının belediye tarafından nasıl olup da temizlenmediğini görüp dehşete kapılmıştı. Bunun için belediyeyi aradığını hayal meyal hatırlıyorum ama nedense sürecin nasıl sonlandığına dair bir anım yok. O arkadaşımla mesai arkadaşlarının belirli bir süre “evhamlı” olması üzerine örtük de olsa şakalaştıklarını hatırlıyorum. Halbuki öngörülebilir bir felaketi engellememenin sonunda insanın hak ettiği sıfatlar evhamlının katbekat ağırı.
Zamanın bir şeyleri değiştirdiğini artık kanıtlamamız şart. Zaman, artık ihmalkârlıktan hayatını kaybeden çocukları tarihimize yazmamalı.
Hamiş: Çıkan yangının sonunda ölenlerin hangi “taraf”ın çocuğu olduğunu vurgulayanlara söyleyecek bir sözüm yok. Siz zaten bir yangında yanan kız çocuğuna acıyamayacak hale gelmişsiniz. Daha n’olsun?