Kürt, yoksul ve kanser hastası bir anne çocuğunu dağa göndermeyen HDP’li yöneticiye “Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene, fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda” diyor ve sol cenahtan çıkıp da tek bir sınıfsal analiz yapan yok!
Analığın, anneliğin yüceltildiği topraklarda yaşıyoruz. Vatanımız anamız, evdeki çorba pişiren anamız, ekinlerini biçtiğimiz anamız toprağımız… Şimdilerde anneliği kutsallaştırmayın diyen kariyeristler de var. Anneliğe vurgunun aslında aileye vurgu olduğunu çok iyi biliyorlar. Neyse ki onlar küçük bir azınlık. Anneler başımızın tacı, yalnızca anneler geçekten gözü yaşlı bir şekilde çocuklarını beklerler. Ana sütü gibi ak olan helâl… İstemek ama anne olamamak, anne olmak ama çocuğun kaybetmek büyük acı…÷
Bir çığlık işitildi HDP binasının önünde. Ve duyuldu o acı sözler; binanın önünde bekleyenlerin ve binaya girip çıkanların kayıtsız kalamayacağı, vatanın evlatlarının, annelerinin ve babalarının duymazlıktan gelemeyeceği, omuz silkip geçemeyeceği… O ses, anne “Yanan yüreği biliyor musun sen? Evladını Allah senin gönlünden koparsın. Sen gel içimdeki yangını gör. Bizim yüreklerimizi yakmak için bir parti kurmuşlar başka hiç bir şey değil” diyor ve millet olarak bizim de içimizi kanatıyordu.
Stalin Rusyası gibi
“Oğlum HDP binasına girdi ve bir daha çıkmadı.” Sanki Stalin’in Rusyası’yla ilgili bir kitap okuyoruz. Bir binaya giren çocuk bir daha çıkmıyor, adeta sır oluyor. Böyle şeyler ancak Stalin’in Rusyası’nda ya da benzeri rejimlerde olabilir. Ancak şaşırmamak gerek. Karşımızdaki örgüt kendisini Marksist Leninist ideolojiye göre şekillendirmiş bir örgüt. Ne bekleyebiliriz? Henüz reşit bile olmayan çocuklar Diyarbakır’daki o binaya giriyor ve ardından kayboluyor. Binanın içinde, arkasında ne var? Kimse soramıyor. Diğer oğlu da PKK tarafından öldürülmüş olan 70 yaşındaki Hacire ana gözyaşlarıyla karşısındaki devasa örgüte direniyor. Adeta bir miti yıkıyor, büyüyü bozuyor: Kürtlerin kurtuluşu! Eleştirilemez Beyaz Kürtçü etnis“izm”… “-izm”, faşizm, Nazizm, Stalinizm, İslamizm, Kemalizm, yani her türden “–izm” gibi bir “izm”.
Türkiye’de solcular sınıfsal analize bayılırlar. Ne de olsa Marx, tarihsel gelişmeyi sınıf çatışmalarına bağlamış ve bütün bir tarihi sınıf çatışmalarının tarihi olarak okumuştu. Efendi/köle, soylu/serf, burjuvazi ve proleterya arasındaki çatışma tarihin istikametini belirliyordu. Sınıf gerçeği, tarihin biricik gerçekliğiydi. Tıpkı “ırk” kavramının Nasyonal Sosyalistler için biricik olması gibi. Sınıf kavramına yapılan bu vurgu Türk solcusunu da cezbetmişti. Türkiye’de sınıflar var mı yok mu, varsa bu sınıflar Marx’ın söylediği anlamda kendinde sınıf mıdır yoksa kendisi için sınıf mıdır? Türkiye’de gerçek bir sınıf çatışmasından söz edilebilir mi? İşçi sınıfının özellikleri nedir? İşçi sınıfı bilinçli bir sınıf mıdır? Yoksa onları bilinçlendirmek mi gerekir? vb. Bu türden meseleler Türkiye’de sol edebiyata hakim olmuş ve çokça tartışılmıştır. Hem telif, hem tercüme çok fazla eser yayınlanmıştır. Sol cenahtan gelenler bir toplumsal meseleyle karşılaştıklarında hemen sınıfsal analizlere girişirler. Sınıfsal analiz, aynı zamanda sınıf mücadelesinin temelidir. Her meselede bu yönteme başvuran solculardan HDP binasının önünde bekleyen anneler ortaya çıktığında, bu sefer pek ses çıkmadı.
Kürt ana için ‘mesele’
Hasta ve öfkeli anne, HDP’li yetkililere şöyle bağırıyordu: “Diyarbakır’da genç bırakmadınız genç. Ya cezaevinde ya toprağın altında. Başlarım sizin Kürdistan davanıza. Sizin çocuğunuz dağa gitsin kıyameti koparırsınız. Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene. Fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda. Alıştınız insanları dağa göndermeye. Vermiyoruz size verecek çocuğumuz yok!” Haydi sınıfsal analiz yapalım. Kürt, yoksul ve kanser hastası bir anne çocuğunu dağa göndermeyen HDP’li yöneticiye “Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene, fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda” diyor ve sol cenahtan çıkıp da tek bir sınıfsal analiz yapan yok! Eğer solda durmak her türden adaletsizliğe karşı çıkmaksa solcuların niye sesleri çıkmıyor. Niye hepsi sus pus. Seslerini çıkaran birkaç kişi ise annelerin ızdırap içinde bekleyişlerinin AKP’nin oyunu olduğunu söyleyecek kadar alçaldı. Cumartesi anneleri için yeri göğü inleten sözde insan hakları ve sivil toplum örgütlerinin çıtı çıkmıyor.
Sol cenah olan biten karşısında sessiz çünkü her sınıflandırma bir iktidar formudur ve toplumu sınıflara ayırmak ve o şekilde analiz etmek de bir iktidar formudur. İktidara karşı çıkan bir iktidar formu. Sınıflandırmak iktidar uygulamaktır. İktidar mümkün mertebe dışlayıcıdır. Kendine taraf olmayanı dışlar. Sol cenah bu konuda sınıfsal analiz yapamaz, yapmaz çünkü ideolojisine, sol elitlerin iktidarına bu durum aykırıdır. Kürt milliyetçi solu, etnik kaygısına göre sınıflandırır, çocuğunu kaybetmiş gözü yaşlı, yoksul, Kürt ana ise Hak’ka göre, ilahi adalete göre. Sol için etnisite, etnik vurguya ters olan ne varsa dışlanmalıdır. Solcu için mesele Kürtlükken, gözü yaşlı Kürt ana için mesele “insan” meselesidir, hatta “Müslüman” ve “insan” meselesi (Benzer şeyleri “seküler Türkçülük” için de söyleyebiliriz. Kuran’ı, ezanı Türkçe okuyalım! Allah’ın kitabını tamamen Türkçeleştirelim! Olmayan Katolik Kilisemizin karikatür Lutherleri. Bu etnik vurgular olsa olsa şirktir. Türk etnisistlerinin Türkçeye yaptıkları lingüistik Nazizmi de isterseniz Hüsamettin Arslan’ın kaleminden okuyun: Jön Türkler, Jön Kürtler, Muhafazakarlar: Meçhul Okurla Söyleşiler). Otantik Kürt halklarını, feodal ve geri kalmış görür sol. Çünkü otantik Müslüman Kürt halkları etnisiteyle değildir. Secdeye varırken etnisite düşünmez. Allah’ı düşünür. Allah’a dönmek etnisiteye arkanı dönmek anlamına gelir. Müslümanlığa vurgu ırkın ve ırkçılığın kesin olarak reddidir. Gözü yaşlı, hasta ve yoksul Kürt anne etnisist beyaz Kürtçü elitlerin çıkarları uğruna masum bir çocuğu kullandıklarının çok iyi bilincindeydi. Hiçbir şeyden haberi olmayan çocuğuna nasıl bir ideolojik ve etnisist bilinç aşılandığının farkındaydı. Ve aynı anda kendisiyle onlar arasındaki ‘sınıfsal’ uçurumun terör sürdükçe kapanmayacağını da anlamıştı. İşte bu yüzden analar isyan ederken Türk solcusu, etnisist beyaz Kürtçü elitler duruma sessiz ve durumu geçiştirmeye çalışıyorlar.
‘Çocuk savaşçılar’ ve sol
Hayat daima insanı paradokslarıyla baş başa bırakır. Entelektüellerin paradoksları sıradan insanlarınkinden fazladır. Türkiye solcuları bir ikilem, paradoks yaşıyorlar: Türkiye’deki çocuk istismarına karşılar ama PKK/HDP’nin dağ ve şehirlerdeki çocuk istismarını görmezden gelip masum çocukların küçük gerillalar adı altında, tam anlamıyla yaşamdan ve ailelerinden koparılarak, eğitim, sağlık imkânları ve gelecekleri ellerinden alınarak istismar edilmesini kutsuyorlar. Kız çocuklarının okumasını ve erken yaşta evlendirilmemesini savunurken, kadına şiddete yüksek sesle karşı çıkarken, aynı kız çocuklarının dağa çıkarılmasını ya da kaçırılmasını, dağda tecavüze uğramasını, şiddet görmesini hiçbir şekilde eleştirmiyorlar. Çocukları kaybolmuş Cumartesi annelerini yüceltirken çocukları HDP binasına girip kaybolmuş anneler söz konusu olduğunda sessiz kalıyorlar. Devlet örgütüne, devasa bürokratik aygıta karşı muhaliflerken başka bir örgüte, binlerce insanın katili olmuş ve bütün Kürtler istesin istemesin şiddet yoluyla devlet olmak isteyen bir örgüte karşı hiçbir eleştiri yok. Sözde Amerikan emperyalizmine karşılar fakat Kürt bölgelerindeki Amerikan varlığına karşı hiçbir protestoları yok. Tek adam yönetimine karşı sabah akşam muhalefet ederler ama tek adamlığı kimseye bırakmayan örgüt liderine söyleyecek sözleri yok. Örgüte karşı her muhalefet edenin hain ilan edildiği, boğazlandığı, kendi mezarının kazdırıldığı, kadınlara örgüt liderleri tarafından tecavüz edildiği (Aytekin Yılmaz’ın kitaplarını okuyun, sahi Sığınamayanlar romanında anlatılan örgüt içi kadın tecavüzlerine kaç feministin sesi çıktı?) gerçek tanıklıklarla belgelenmişken Türk Kürt solcu elitler sessiz. Bu ne paradoks yarabbi! Sabrımız taştı. Bu kadarını şeytan bile kıskanmıştır! Geçtiğimiz günlerde, daha önceden yazdığı kitaplarla (Yoldaşını Öldürmek, Sığınamayanlar, Ernesto’nun Dağları, İçimizdeki Hapishane, Labirentin Sonu, Dağbozumu) solun ve sol örgütlerin iç yüzünü ortaya çıkaran Aytekin Yılmaz yeni bir kitap daha yayınladı. Kitabın ismi Onlar Daha Çocuktu (İletişim Yayınları). Gerçek çocukların, gerçek hikâyeleri. Sokakta top koşturmak, oyun oynamak dururken, çocuk yaşta savaşmak zorunda bırakılmış çocukların gerçek hikâyeleri. İnfaz kararlarına kurban giden çocuklar, şiddete ve istismara uğrayan çocuklar, gelecekleri ellerinden alınmış çocuklar, dağda bir mezarı bile olmayan çocuklar. “Çocuktan savaşçı yapan sol karanlığı konuşmalıyız” diyor Aytekin Yılmaz. Esasında çocuk savaşçıları cepheye sürmek insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisine ve temel insan hakları ihlaline giriyor. Örgütün bunu yaptığı bilindiği halde soldan kimse konuşmuyor, kimse onu kınamıyor. Bunun yerine örgütün ne kadar ekolojik bir örgüt olduğu, kadınları ne kadar eğittiği, ne kadar demokratik olduğu yayın organlarında sürekli söylenerek eli kanlı bir örgüt göklere çıkarılıyor.
Güzel günler ve gelecek
Sol jargonun en önemli özelliklerinden birisi, güzel günleri hep geleceğe bırakmasıdır. “Devlet bir günde ortadan kalkmaz. Devrim sonrası toplumun ilk aşamalarında özel mülkiyet, ancak millileştirme yoluyla “evrenselleştirilir”. (Jeffrey Abramson, Minerva’nın Baykuşu Batı Siyasi Düşünce Tarihi, Dipnot Yay. s. 387) Marx, bunu kaba komünizm diye adlandırsa da asıl devrim sürekli ertelenir. Yaşanan acılar, gerçekleşen yıkım, masum insanların katledildiği cinayetler hep gelecek güzel günler içindir. Böylece zalimlikler meşrulaştırılır. Geçmiş ya da şimdi için değil, bilinmeyen bir gelecek için yaşanır. Gelecekteki cennet uğruna bugünün kötülükleri meşrulaştırılır. Muhalifler ve hainler acımasızca cezalandırılır. Çocuklar ailelerinden kopartılıp katillere ya da kurbanlara dönüştürülür. (İsterseniz Orlando Figes’in Karanlıkta Fısıldaşanlar’ını, Vasili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı ve Her şey Geçip Gider adlı kitaplarını, Svetlana Aleksiyeviç’in kitaplarını okuyun). Hepimiz barışı isteriz ama bu gözyaşlarını kim dindirecek? Kürtlerin cenneti olarak hayal edilen, sözde bir altın çağı başlatacak olan devletin bedeli Türk-Kürt-Suriyeli milyonlarca insanın gözyaşı oldu. Sivil örgütler gerçekten sivil olmadığında, uluslararası kirli işlerin maşası haline geldiğinde devreye devletin kurumları girer. Barışın güçleri değil, savaşın, mücadelenin güçleri işler. Alman Politolog Carl Schmitt’in “dost/düşman” ayrımı tam olarak geçerlilik kazanır. Neticede Türk-Kürt-Suriyeli anaların gözyaşlarını dindirmek ulusal ve uluslararası sahtekâr barış elçilerine değil, bir milletin ordusuna düştü. Allah annelerinin kuzuları Mehmetçiklerimizi korusun, ordumuzu muzaffer kılsın.
Star, Açık Görüş, 19.10.2019
Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
bengulg2000@gmail.com