Bir önceki yazımda yasama gücünü kullanarak bazı firmaları sektör dışına itmenin haksız rekabete engel değil, bilakis sebep olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Aslında bu konu “korumacılık” başlığı altında iktisatçıların yüz yıllardır tartıştığı bir konudur. Adam Smith, David Ricardo ve Frederic Bastiat gibi klasik iktisat düşüncesinin baba isimleri korumacılığın zararları üzerine mebzul miktarda yazıp çizerek -bana göre- konuyu tüketmiştir (Sağduyulu biri için Bastiat’nın “Mumcular Dilekçesi” adlı hicvi tek başına yeter). Ben bu yazıda korumacılık politikalarının neden İslam’a da aykırı olduğunu anlatacağım.
Bilindiği gibi İslam dininin temel kaynakları Kuran ve Sünnettir. Siz bu kaynaklara bir iktisatçı gözüyle yaklaşırsanız burada kamu otoritesine, bireylerin mülkiyeti üzerinde çok sınırlı bir tasarruf yetkisi tanındığına şahit olursunuz. Birkaç örnek vereyim.
Öncelikle Kuran’ın 4:29 numaralı ayeti mülkiyetin taraflar arasındaki transferinin ancak karşılıklı rıza şartıyla sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır. Güncel olaylara atıfta bulunarak izah edecek olursam ben ve booking.com gönüllü olarak iş yapabiliriz ve bir başkasının buna engel olmaya hakkı yoktur. Çünkü karşılıklı olarak alıp verdiğimiz mülkiyet başkasına değil, bize aittir. Bir üçüncü taraf olarak devlet bizim aramızdaki iş sözleşmesini iptal ederse bizim mülkiyetimiz üzerinde rızamız olmaksızın tasarrufta bulunmuş olur.
Kuran’ın 43:32 numaralı ayetinde ise bu hayatta mülkiyeti taksim etme işinin Allah tarafından yapıldığı hatırlatılmakta, bu işi üstlenmeye niyet eden kişi ve kurumlar caydırılmaktadır. Dolayısıyla mülkiyetin kimden kime geçeceği Allah’ın kevni ayetleri olan tabiat yasalarına tabi olmak durumundadır. İnsan davranışlarına tabiat yasalarının hâkim olduğu piyasa, serbest piyasadır. O halde devlet organlarının keyfî gerekçelerle insanların mülkiyetini oradan oraya yönlendirmesi Allah’ın kevni ayetlerine aykırılık teşkil ettiği gibi bu kitabî ayete de aykırılık teşkil eder. Zaten Allah’ın kevni ayetleri ile kitabî ayetleri (doğal olarak) birbiriyle tutarlıdır.
Gelelim bence çok daha önemli ve açıklayıcı olan elçinin tutum ve davranışlarına…
Elçi, taşıdığı sıfattan da anlaşıldığı gibi bir elçidir. Elçinin kendisini görevlendiren makam ile ters düşmesi zaten beklenemez ya, biz yine de bakalım.
Allah’ın elçisi arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye göç ettikten sonra orada bir pazar kurmuş ve başta müslümanlar olmak üzere tüm insanları orada iş yapmaya davet etmiştir. Bunun için öncelikle bu pazara girip burada iş yapmanın vergiden muaf olacağını beyan etmiştir. Yani ticaret siciline işletmenizi kaydettirmek için vergi vermiyorsunuz. Damga vergisi, pul vergisi, alım-satım vergisi, gelir vergisi, kurumlar vergisi, vb. hiçbiri yok. (Kapitalist mi ne?)
Aklınıza bunun o zamanın teamülü olabileceği düşüncesi geldiyse hemen söyleyeyim; değil. Medine’de hali hazırda 4 yerleşik pazar var: Zübale, kaynuka, müzahim ve sefasif. Bu pazarların hepsinde tüccarlardan vergi alınmakta. Bildiğimiz kadarıyla o dönemde vergi muafiyeti sadece geleneksel uluslararası Ukaz panayırında mevcut.
Sonra yerli tüccardan, şehir dışından mal getiren tüccarın (yerli ya da yabancı) piyasaya girişinin engellenmemesini talep etmiştir. Yabancı tüccar, yerli tüccarın bazı mallarının çoğunu ya da tamamını satın almak istediğinde tedirgin olan yerli tüccarı teskin etmiş, mealen “satın gitsin, bir şey olmaz” demiştir.
Tüccarın piyasada kendisi için sabit yer edinmesine engel olarak imtiyazsız bir piyasanın oluşmasını teşvik etmiştir. Nihayetinde piyasa kamusal bir bölgedir. İsteyen istediği yerde satış yapabilir ve kimsenin buna engel olmaya hakkı yoktur.
Kıtlık zamanında fiyatların çok fazla yükselmesi üzerine temel tüketim mallarına ulaşımı zorlaşan yoksul kesimi başkalarının aleyhine kayırmamış ve kendisine ne kadar baskı yapılsa da fiyatlara müdahale etmemiştir. Fiyatların -mealen- tüketici talebine göre (lafzen Allah’ın yasalarıyla) belirlenmesi gerektiğini söylemiştir.
Ve nihayet başkalarının piyasaya ulaşımını kısıtlayarak arzı daraltıp kontrol altına almaya çalışan tüccarlara -kelimesi kelimesine aktarıyorum- “insanları rahat bırakın, Allah onları birbirinden rızıklandırır” (ذروا الناس يرزق الله بعضهم من بعض) demiştir. Bu ifade bugünkü iktisat dilinde “piyasa kendi kendini regüle eder” demektir.
Ayrıca kaynaklar peygamberin hayatında Medine’deki piyasadan kovulan herhangi birinden bahsetmemektedir. Bilakis bu piyasa kurulduğu andan itibaren sunduğu vergi muafiyeti sayesinde başta Medineli yahudiler olmak üzere pek çok yabancı tüccarın akınına uğramıştır. Yani piyasadaki pek çok ürün -çoğu Yahudi olan- yabancı üreticiler tarafından piyasaya sürülmüş olmasına rağmen müslümanlar bu durumdan hiç rahatsız olmamış, aksine yararlanmıştır. Bugünkü İslamcılar böyle bir piyasayı görseler herhalde müslümanların sömürüldüğünü falan düşünür ve burayı “İslamileştirmek” için mücadele ederlerdi.
Yönetime geldiğinde Allah’ın elçisinin izinden giden Hz. Ömer’in de dış ticareti teşvik ettiği, hatta bazı mallarda yabancı tüccardan mütekabiliyet esasına göre alınan vergileri bile %10’dan %5’e indirdiği rivayet edilmektedir. Tüm bu aktardığım bilgiler gerek klasik kaynaklarda gerek çağdaş kaynaklarda rahatlıkla bulunabilir. Konuya ilgi duyanlara Cengiz Kallek’in Asr-ı Saadet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi adlı eseriyle Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eserinin ikinci cildindeki “İktisadî Sistem” başlığını okumalarını tavsiye ederim. Aslında sadece Diyanet İslam Ansiklopedisinden “Pazar” maddesini okumak bile yeterli olabilir.
O halde gelelim çözüme.
Bugün haksız rekabet adı altında yapılan haksızlıkları nasıl önleyeceğiz? Bence öncelikle bir bilinç oluşturmamız gerekiyor. Serbest piyasa bizim düşmanımız değil, dostumuzdur. Serbest piyasa yoksulun aleyhine zengini, Müslümanın aleyhine Batılı gayrimüslimi falan kayırmaz. Serbest piyasa başarıyı ödüllendirir, başarısızlığı dışlar ve bu başta yoksullar olmak üzere hepimizin hayrınadır.
Piyasada haksızlık varsa bu ancak zor kullanma yetkisini elinde bulunduran devletin faaliyetlerinden kaynaklanır. Çünkü devlet, İslam’ın piyasa konusundaki en temel ilkesi olan “gönüllülük” (4:29) şartını ihlâl eder ve doğal yollarla dağılması gereken kaynakları bir grubun keyfî kararlarına göre yeniden dağıtır (43:32). Peygamber kıtlık gibi istisnaî bir anda bile fiyatlara müdahale etmediği halde devlet her şeyin fiyatının ölçüsü olan paranın miktarını merkez bankası marifetiyle kontrol eder. İstediğinde enflasyon, istediğinde deflasyon yaratarak aslında her şeyin fiyatını kontrol eder. Peygamber atıl zenginlik dışında hiçbir şeyden vergi almadığı halde bugün devletin vergi almadığı tek bir işlem yoktur.
Bu yanlışların çoğunu sıfıra indiremeyiz belki ama en azından bir kısmını biraz azaltmak için devletten özel mülkiyete her durumda saygı duymasını talep edebilir ve razı olmadığımız devlet müdahalelerine karşı sesimizi çıkarabiliriz. Bu yazının konusu olan haksız rekabeti önlemek için; kimi işletmeleri diğerlerinin ve toplumsal refahın kaybı pahasına kayırmayı hedefleyen “rekabetin korunması hakkındaki kanunun” ve ona bağlı olarak “Rekabet Kurulunun” ortadan kaldırılmasını talep edebiliriz.
İnsanlara, piyasada rekabeti korumak diye bir işin olamayacağını, piyasanın zaten doğası itibariyle rekabetçi olduğunu, bir siyasî otoritenin ancak o rekabeti bozmaya yarayabileceğini anlatabiliriz. Serbest piyasada tekel olamayacağını, kendi kazancının peşinden koşan çok sayıda girişimcinin tekelci firmalara engel olmak için yeter şart olduğunu, bir tekelin ancak devlet imtiyazı sayesinde teşekkül edebileceğini öğrenebilir ve öğretebiliriz. Bu bilinç bir kez oluştuğunda bunun siyasî iradeye yansımasını umabiliriz. Yansımasa bile en azından bir şeyleri doğru öğrenmiş oluruz.