Güvenlik bürokrasisi ve demokrasi

Her insan kendi bedeninin ve adalet kurallarına uygun olarak elde ettiği her nesnenin sahibidir.
Bu açık ve alenî gerçekten, her insanın vücut varlığını ve mülkü olan nesneleri başka insanların saldırı ve tecavüzlerine karşı koruma hakkına malik olduğu ilkesi çıkar. Genel olarak “nefsi müdafaa hakkı” adı verilen şey budur. İnsan, bu temel hakla donanmış olarak dünyaya gelir ve yaşadığı sürece onu elinde tutar. Hiç kimse, kendisi dahil, onu bu haktan mahrum edemez.

İnsanın bedeninin ve maddi varlıklarının saldırıya uğraması ihtimali bir güvenlik sorunu doğurur. Her insan kendi güvenliğini bizzat sağlayabilir veya başka insanlarla bu konuda bir yardımlaşma, dayanışma içine girebilir. Bireysel olarak güvenliğin sağlanması çok yüksek maliyetler getirebileceğinden insanlar genelde kolektif güvenlik mekanizmaları oluşturmaya yönelir. Elbette, aile en küçük güvenlik birimidir. Birkaç ailenin bir arada yaşamasıyla kabileler belirir ve kabile hayatı aileninkinden daha farklı işleyen güvenlik sistemleri kurar. İnsanlık tarihinde daha çok karşımıza çıkan güvenlik seviyesi ve mekanizmaları bireysel veya ailesel olmaktan ziyade kabileseldir. İnsanlar, uzun dönem, kabilelerde yaşamış ve insanlar arası ilişkiler neredeyse her yönüyle kabileler arası ilişkiler içine gömülü olarak yürümüştür.

Uygarlık, kabile hayatıyla uyuşmaz. Kabile hayatı insana dar bir hareket alanı sağlar ve insan ilişkilerini, birbirini tanıyan insanlar arasındaki ilişkilerle sınırlar. O yüzden, birçok uygarlık tarihçisinin işaret ettiği üzere, kabile hayatından çıkış uygarlığın başlangıcıdır. Bu sayede insanlar dil, din, etnik köken, kültür, menfaat, zevk, tercih bakımından kendilerine benzemeyen, kendilerinden farklı olan insanlarla temasa girer. Bu pek çok avantaj sağlayan ama aynı zamanda birçok risk de yaratan bir süreçtir.

Güvenlik ihtiyacı da bu gelişmeyle birlikte bir ölçüde nitelik değiştirir. Sözleşmeci filozofların felsefesinde, bu durum, siyasî toplumun olmadığı tabiat hâlinden siyasî toplumun (devletin) olduğu sivil-uygar yönetime geçişe tekabül eder. Locke’a göre insanlar siyasî toplumu kurar ve hak ve özgürlüklerine yönelik tecavüzleri cezalandırma hakkını ona devreder. Bu, insanların ne temel haklarından vazgeçtiği ne de cezalandırma hakkını gayri kabili rücu olarak (geri dönülmez şekilde) devlete bıraktığı anlamına gelir. Haklar, vazgeçilemez ve devredilemez biçimde insanların uhdesinde kalır. Devlete düşen yalnızca insanların acentesi olarak işlemek ve haklara verilen zararları mağdurlar adına tazmin ettirmek, zarar vericileri yine mağdurlar adına cezalandırmaktır.

Güvenlik bürokrasisi bu amaca hizmet etmek için oluşturulur. Yani, güvenlik görevlilerine toplumun mensupları tarafından güvenlik hizmeti üretme görevi verilir ve bunun için gerekli araçlar (yetkiler) ve imkânlar (insan gücü, silah, bina vb.) tahsis edilir. Güvenlik bürokrasisi iki ana gruptan oluşur: Polis ve ordu. Polis, vatandaş insanların başka vatandaşlara zarar vermesini (iç güvenlik), ordu ise vatandaş olmayan insanların vatandaş insanlara zarar vermesini önlemekle (dış güvenlik) yükümlüdür.

Uygar ülkelerde güvenlik bürokrasisinin her iki kolu da sivil idarenin emir ve denetimi altındadır. Bunun anlamı şudur: Güvenlik bürokrasisi kendisine toplumun temsilcisi siyasî otorite tarafından verilen vazifeleri yerine getirir. Kendi kendisine bir görev veya misyon atfedemez. Başarısızlıkları veya yanlışları için sivil idareye, suçları için yargıya hesap verir. Uygar ülkelerde bu, büyük ölçüde gerçekleşir. Uygarlık yolunda ilerlemeye çalışan ülkelerdeyse bu bakımdan sıkıntılarla karşılaşılır. Türkiye, ne yazık ki, bu kıstas açısından, yeterince uygar olmayan ülkeler arasında yer alıyor. Norveç’e ve İtalya’ya değil, Pakistan’a ve Haiti’ye benziyor.

Sivilleşmenin psikolojik boyutu

2011 Yüksek Askerî Şûra’sı etrafında yaşananlar, hem Türkiye’nin hangi ligde yer aldığının hem de ligden kurtulma çabalarının işareti. Türkiye’de ordu, ne yazık ki, uygarlıkla bağdaştırılamayacak bir konum işgal etmekte. Ordu generalleri, yani üniformalı yüksek memurlar, emri altında olduğu siyasî otoriteyi takmamayı bir yana bırakın, bütün toplumu bağlaması gerektiğine inandığı siyasî duruşlar, değerler ve çizgiler oluşturmaya teşebbüs edebilmekte. Öyle kötü bir tablo var ki, deşifre olan bilgi ve belgeleri bir araya getirince, ordu üst yönetiminin hayli ağırlıklı bir kesiminin askerlik sanatını ve mesleğini neredeyse tamamen bir yana bırakıp siyasî çekişmelere girdiği ve ülkeyi ve toplumu dizayn etmeye yeltendiği ortaya çıkıyor.

Niye? Yıllardır bunu tartışıyoruz. Gelecek yıllarda da tartışıyor olacağız. Sorunun elbette bir mevzuat boyutu var. Anayasa’ya, kanunlara ve yönetmeliklere yerleştirilen askerî egemenlik dayanakları birçoğumuzun malûmu. Ancak bana öyle geliyor ki, meselenin bir de psikolojik ve zihniyetle ilgili boyutu bulunuyor. Bunları da ele alıp incelemedikçe ve uygun tedbirler almadıkça askerî güvenlik bürokrasisini demokrasinin sınırları içine çekmek zor. Asker memurlarda on yıllardır dokunulmaz oldukları, hiçbir şekilde hesaba çekilemeyecekleri yolunda bir algı var. Bu onları geçmişte alabildiğine pervasız olmaya itmiş. Bu yüzden, şimdi yargılanma durumuna düşünce çok şaşırıyorlar. Oysa, isnat edilen suçlar çok ciddi ve deliller kuvvetli görünüyor. Yakın dönem tarihimiz de askerlerin isnat edilen illegal işlere bulaşabilecekleri kanaatini destekleyen olaylar ve olgularla dolu. Askeriyeye büyük ölçüde egemen görünen bir ideolojik zihniyet de, yanlış işlere kalkışmayı kolaylaştırıyor, hatta, kaçınılmazlaştırıyor. Askerî okullarda ve kurum içi kültürde muvazzaf askerlere ülkenin gerçek sahibi ve sivillerin efendisi oldukları duygu ve düşüncesi aşılanıyor. Meslek kutsallaştırılıyor ve asker memur kendini toplumun velinimeti olarak görmeye başlıyor.Türkiye demokrasisinin başı güvenlik bürokrasisinin askerî kanadıyla ciddi şekilde dertte. Gerçekten demokratik bir ülke olacak ve uygar ülkeler liginde yer alacaksak, orduyu sivil otoritenin emir ve denetimine sokmak; kim ve ne adına olursa olsun siyasî pozisyon almaktan uzak tutmak zorundayız. YAŞ etrafında yaşananlar ileri bir adım sayılabilirse de, “bu iş bitmiştir” havasına girmek ve zafer davulları çalmak yanlış. Yolun sonunda değil başındayız. Türkiye’yi, orduyu demokrasi sınırları içine çekme yolunda, belki de yıllar sürecek zorlu ve çok yönlü bir mücadele bekliyor.

Zaman-Yorum, 05.08.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et