PKK; Haziran seçimlerinden sonra başlattığı fiili egemenlik savaşıyla sadece Kürtlere değil bu topraklarda barış ve demokrasi isteyen herkese yazık etti. Gencecik insanların hayatlarıyla ödediği bu kanlı sürükleniş daha önce tanık olmadığımız çapta bir toplumsal maliyet yaratıyor. Süreç henüz çok sıcak ve biz nasıl bir enkaz oluştuğunu belki de yeterince algılayamıyoruz. Birkaç ay içinde binlerce Kürt genci yok yere öldü. Olmadığı kadar asker, polis, sivil kaybı yaşandı. Aileler parçalandı; yurtsuz kaldı.
Üstelik bu büyük insani trajedi PKK-HDP’nin büyük siyasi başarısının ardından yaşandı. AKP’nin en büyük parti olmasına rağmen iktidarı kaybettiği; güçlerin nispeten dengelendiği; siyasal alanın Kürt talepleri açısından da olağanüstü genişlediği bir dönem kanla zehirlendi.
Devletleşme ve şiddet fetişizmiyle yüklü Kandil aklı, demokratikleşme açısından büyük bir fırsatı gözünü kırpmadan harcadı.
***
6 milyon oy ve 80 milletvekili… Çözüm sürecine sağlanan toplumsal destek… Öcalan’ın varlığına ve Kürt taleplerine dair oluşmuş meşruiyet…
Hepsini eliyle itip kanlı bir cehennemi seçen Kürt siyasilerinin yatacağı yer olamaz. Akademiklerin insanı isyan ettiren sesleri; elbirliğiyle parlatılan Demirtaş’ın çağrıları; marjinal solun PKK ne yaparsa yapsın hep devleti işaret eden “şiddet severliği”, ya da Erdoğan takıntılı aydınların, sorumluluğu tamamen ona yıkan propagandaları… Bütün bunların hiçbirisi, yaşadığımız korkunç gerçeğin küçücük bir köşesini bile örtmeye yetmez.
Önü açılan yollar sadece yasal muhalefet yürütmekle de sınırlı değildi. Siyasetin esneklikleri içinde AKP ile koalisyon dahi zorlanabilirdi. Küresel güçlere yönelik diplomatik etkinlikten sivil itaatsizliğe kadar uzanan geniş bir alan açılmıştı. İktidarın alanı daralmış, Kürt taleplerinin meşruiyeti artmıştı. Yapılacak tek şey“devlet ve şiddet” fetişizmiyle hesaplaşmaktı.
Anadil için; yerel yönetimlerin özerklikleri için; hatta Öcalan’ın özgürlüğü için geniş kitleler barışçı yollardan harekete geçirilebilirdi. Gerektiğinde sivil itaatsizlik zorlanabilirdi. Mubarek veya Sisi’nin Tahrir Meydanı’nı; Saddam’ın Halepçe’sini; Esat’ın katliamlarını; bu ülkede hangi güç göze alabilirdi? Kaldı ki, Türkiye’de ilk kez sorunu barışçı yollardan çözmek isteyen bir siyasi irade devlete söz geçirebilir bir konum kazanmıştı.
Hayır, bunlar seçilmedi… MHP-CHP koalisyonuna dahi kredi açıldı ve Erdoğan hedefe koyuldu. Barikatlar, hendekler, patlayıcılar, keskin nişancılar, tuzaklar, canlı bombalar tercih edildi… Bunların hepsi, Ortadoğu konjonktüründe bir devlet nüvesini cebe indirmek için yapıldı…
Ardından Kasım seçimleri geldi. Güç dengesi ve psikolojik atmosfer tamamen değişti…
***
Artık barışı değil, savaşı konuşuyoruz. Düne kadar Kürtlere kulak vermek gerekir diyenler, savaşı kazanmalıyız diyor şimdi. Bayraklar sandıklardan çıktı yine. Kürsülerden mermi gibi sözler savruluyor. Herkes “hain avında”. “Ya bizdensin ya da terörden yana” cümlesi ağızlarda. Öyle ki; Genelkurmay Başkanı’nın nikâh şahitliğini “TSK tepkiler üzerine açıklama yaptı” başlığıyla verdiği için Hürriyet’i teröre destek olmakla suçlayan Sabah gazetesi “haber” i bile şaşırtmıyor artık. İşin vardığı yer bu.
Yazıyorum ve kulağım televizyonda. Bir yandan Rize’de konuşan Erdoğan’ın sesi geliyor; “Meclis 367’yi bulamazsa millete gideceğiz” diyor. Kalabalık heyecanlı, hırslı…
Öte yandan dokunulmazlık oylamasında 367 sınırı aşıldı. Dokunulmazlıklar referanduma gitmeden kaldırılabildi.
Ve ben, hem Anayasa’ya aykırı, hem de siyaseten irrosyanel bulduğum bu sonuca sevindim.
“Referandumdan daha iyidir” bu durum diye geçti içimden.
Geldiğimiz yer burası…