Gezi’den geleceğe ne kaldı?

İlk yıldönümünü anma, kutlama çabaları ve eylemleri ne siyasî otoritenin korktuğu ne de Gezi’yi yüceltenlerin umduğu ve görmek istediği kadar parlak oldu. Gösterilere katılım düşük seviyelerde kaldı. Toplumun ezici çoğunluğu yıldönümünü hiç umursamayıp olağan yaşayışını sürdürdü. Batı medyası da umduğunu bulamadı. Sanırım beklentileri çok yüksekti. Pek çok yabancı yayın organı canlı çatışma yayınları için yoğun hazırlık yapmıştı. The Economist gibi önemli bir dergi Türkiye hakkındaki saçma ve önyargılı analizlerine yıldönümü öncesinde yenilerini ekledi. Hükümetin ‘Gezi’nin birinci yıldönümünde yapılacak protesto gösterilerini önlemede bu sefer başarılı olamayabileceği’ni yazdı. Bu satırlar bir yandan yoğun olayların çıkması yolundaki bir temenniye-umuda, diğer taraftan da, muhtemelen, önceden alınan istihbarat bilgilerine dayanıyordu.

Geçen yıl tüm Türkiye sathına yayılan ve milyonların desteğini çeken eylemler bu yıl niçin tekrarlanamadı? Bazı muzip arkadaşlarım bu soruya ‘lojistik destek eksikliği yüzünden’ cevabını verdi. İddialarına göre Koç geçen seneki desteğini bu sene vermeyince muhtemel eylemler lojistik bakımdan boşluğa düştü. Ben bu iddianın en azından abartılı olduğu, olayı tek başına açıklayamayacağı kanaatindeyim. Bence Gezi bir koalisyonun eseriydi. Bu koalisyonda farklı amaçların peşinden koşan değişik gruplar vardı. Kimin kim olduğunun ve neyin peşinden koştuğunun bilinemediği-seçilemediği bir durumda heyecan da katılım da yüksek olabilirdi. Ancak, aradan geçen bir sene bu koalisyonun perde önündeki ve ardındaki ortaklarını deşifre etti. İfşalar bazen çok şaşırtıcıydı. Meselâ, sosyalist devrim peşinde koşan bir gizli örgütle Koç grubunun ne alâkası olabilirdi? Baskıcı bir tek parti rejimini tekrar ülkeye egemen kılmak isteyen ulusalcılarla kendileri için gerçekten özgürlük isteyen kimseler hangi kapta bir araya getirilebilirdi? Bir devrim olsa ilk olarak bu gruplar birbirini yemeye başlardı. O zaman da söyledim; hükümet Gezi Parkı’nı kendi hâline bıraksa en geç üç ay içinde parkta iç savaş çıkardı.

Her şeye rağmen, Gezi ilk başlarda bir meşruiyete dayanma algısı yaratmaya elverişliydi. Zamanla bu algının alt yapısı tamamen dağıldı. Kurtuluş Tayiz’in bir yazısında işaret ettiği üzere (‘Gezi’den geriye ne kaldı?’, Akşam, 1 Haziran 2014), belki tuhaf belki tuhaf olmayan bir şekilde, Gezi’ye destek verenlerin neredeyse tamamı 17-25 Aralık 2013’teki demokratik yollarla gelmiş hükümeti bürokratik müdahaleyle yıkma ve bürokratik tahakkümü başka bir renkle üstelik daha koyu bir şekilde yeniden tesis etme teşebbüsüne de sınırsız destek verdi. Otonom yapılanmadan daha önce nefret edenler, Erdoğan düşmanlığının yarattığı mucizeyle, otonom yapılanmanın ağzıyla konuşmaya başladı, altı aylık süreçte otonom yapılanmaya yönelik en küçük bir eleştiri yapmadı. Sanırım bu tavır da Gezi’nin meşruiyetiyle ilgili olumlu algılara ağır bir darbe indirdi.

Gezi için bir başka önemli problem, olaylar boyunca sergilenen kısmî yenilikçi ve yaratıcı dilin olaylardan sonra tamamen sönmesi ve yeni hiçbir şeyin söylenememesiydi. Ateşli zamanlarda slogan uydurmak ne kadar kolaysa, normal zamanlarda ciddiye alınmaya değer fikrî-felsefî temellere dayanan bir şeyler söylemek de o kadar zor. Geçenlerde (1 Haziran 2014) ülkemizin önemli liberal demokrat köşe yazarlarından Yıldıray Oğur Türkiye gazetesinde çok ilginç bir yazıyla bunu bize tekrar hatırlattı (’31 Mayıs Gerici Ayaklanması’). Gezi’ye içinden ve dışından destek verenlerin tekerleme hâline getirdikleri argümanların tıpkısının aynısının tam 46 yıl önce asker kökenli Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından demokratik usulle iktidara gelmiş olan Adalet Partisi’ne ayar çekmek isterken kullanıldığını yazdı. Demirel’in buna cevabından da bahsetti. Demirel’den çıkmış olmasına rağmen, sanırım bu cevabın ana fikirleri hâlâ doğru. Tekrar edelim: Demokrasi, teorik olarak, kaçınılmaz biçimde, çoğunluğun yönetme hakkına sahip olması ilkesine dayanmak zorundadır. Tersi akla ve mantığa aykırıdır. Çoğunluğun her istediğini yapamayacak olması, çoğunluğun azınlığın talepleri ve kaprisleri adına sınırlanması gerektiği anlamına gelmez. Bunu yaparsak, çoğunluk diktatörlüğünden kaçınalım derken, azınlık diktatörlüğüne, azınlığın çoğunluk üzerinde tahakkümüne yol açmış oluruz. Çoğunluğun iktidarını sınırlayacak olan insan haklarıdır. Çoğunluk çoğunluk olmasına dayanarak insan haklarını askıya alamaz, rafa kaldıramaz. Ama, insan haklarına tekabül etmeyen her tartışmada, ister istemez, çoğunluğun dediğine uymak zorundayız. Bu gibi durumlarda azınlığın yapabileceği, kendisi çoğunluk olunca durumu değiştireceğini, yani mevcut çoğunluğun temsilcilerinin işlem ve icraatlarını iptal edeceğini, tersine çevireceğini beyan etmek ve ilk seçimde halka bu vaatlerle gitmektir. Aksi takdirde kaos ve çatışma kaçınılmazdır.

Gezi’yi yüceltenler bunu anladı mı? Takip edebildiğim kadarıyla, pek anlayamadı. Onların çoğu hâlâ sistem analizlerine girişmek yerine kişi nefretine dayanan mikro ve makro ayinler yapmakla, Erdoğan’ın iktidardan düşmesini cennete giden yolun anahtarı gibi görmek ve göstermekle meşgul.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et