Şiddet, maalesef, beşerî hayatın bir gerçeği. Ağır maliyetleri yüzünden birçok filozof şiddetin azaltılması ve kurallara bağlanmasıyla uygarlık arasında bir ilişki görmüş, barış için formüller geliştirmiştir. D. Hume’a göre, uygar toplumlar şiddeti sınırlamanın yolunu, tuhaf şekilde, kendisi bir şiddet aygıtı olan devleti yaratmakta bulmuştur. Klasik liberal teoriye göre devletin meşruiyeti beraber yaşayış kurallarını uygulamanın şiddeti de kapsayan toplumsal maliyetlerini düşürmesinde yatmaktadır. Uygar toplumlarda bireylerin şiddet kullanmaları kısıtlanmış, karşılığında, devlete, onlara yönelecek şiddetin önlenmesi ve cezalandırılması görevi verilmiştir. Ancak, insanlar devleti yaratmakla çok büyük bir risk almıştır. Şiddet aygıtı olarak devletin meşru amaçları ve yetkileri dışına çıkarak haksız şiddet kullanması ihtimali hiç de az değildir. Polis bazen adi amaçlarla (haraç almak gibi), bazen insanî zaaflarla (öfkenin ve gösteriş arzusunun eseri olarak), bazen de siyasî sebeplerle (muhalif görüşleri susturmak, yıldırmak için) haksız veya orantısız şiddet kullanabilir. Bu yüzden, polisin devamlı bir gözetim ve denetim altında tutulması şarttır. Hata yaptıkları kesin olan görevliler idarî tedbirlerden başlayıp hukukî cezalandırmaya kadar uzanabilecek yollarla denetlenmelidir.
Gezi işgalini eleştirenlere ‘polis şiddetinden ne haber?’ türünden sualler soruluyor. Başından beridir söylemekteyim, orantısız polis şiddeti ahlâken kınanmalı, idarî ve hukukî olarak cezalandırılmalıdır. Meselâ, 31 Mayıs şafak baskının zamanlaması bile haksız polis şiddetidir. Çadırların yakılması ve çok dar bir alanda yoğun biber gazı kullanılması da. Ayrıca, olaylar esnasında yakın mesafeden kasıtlı olarak göstericilerin kafasına isabet edecek şekilde biber gazı kapsülü atarak insanların uzuv kaybına sebep olunması da. Kurşun sıkıp can alınması da. Olaylarla ilgili bütün görüntüler incelenmeli, bu tür yanlışlıklar tespit edilmeli ve yapanların üstüne gidilmelidir.
Ancak, orantısız polis şiddeti Gezi’nin yoğun ‘sivil’ şiddete sahne olduğunu gözden gizleyemez. Polis şiddeti kadar bu şiddetin çoğu da yanlıştır ve suçtur. Yalnızca nefsi müdafaa için kullanılan şiddet haklı görülebilir. Gezi olaylarındaki tüm sivil şiddet bu nitelikte değil. En başta, Gezi’nin işgali kendi başına şiddet. Eş zamanlı Dolmabahçe, Keçiören, Başbakanlık baskınları, yüzlerce aracın tahribi, mülklere zarar verilmesi, çok sayıda polisin yaralanması, 13 AK Parti binasının ateşe verilmesi, bir eski AK Partili belediye başkanının boğazının kesilmesi, başörtülülere yönelik sözlü ve fiilî tacizler, Başbakana ve ailesine yönelik küfürler de haksız şiddet. Polisle göstericiler arasında yaşanan şiddetin bir kısmının bazı göstericiler tarafından bilinçli olarak yaratılmış olması ihtimali de yabana atılamaz. İlgili literatürden haberdar olanlar şiddeti metot olarak benimseyen kişilerin ve grupların kafa yapısını, psikolojisini ve taktiklerini bilir. Böyle bir fırsatın onlar tarafından es geçilmiş olması ihtimali sıfır. Nitekim, sosyalist fraksiyon dergilerinde bu tespiti doğrulayan anlatımlar belirmeye başladı bile.
Gezi hakkında sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için olayı mümkün mertebe kişiselleştirmeden değerlendirmek lâzım. Çatışmaların isteyerek veya kazara içinde olanlarla konuşmalarımdan, birçok kimsenin bunun tersini yaptığını ve analizlerinde polis şiddetiyle ilgili haklı eleştirinin bir adım ötesine geçemediğini müşahede ettim. Onları anlıyorum ve yaşadıklarına üzülüyorum. Ancak, ne olup bittiği genel manzaranın tüm unsurlarına bakarak anlaşılabilir. Bu yapıldığında, polis şiddetinin haksız olanı yanında sivil şiddetin haksız olanının da kınanması ve mahkûm edilmesi gerektiği ortaya çıkar. Bunu yapmamak şiddete bakışta çifte standart uygulamak anlamına gelir.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.