Yeni bir yıla yine eski problemlerimizle giriyoruz. Umarım 2016, tarihi sorunlarımızın çözümünü sağlayacak demokratik ve barışçıl bir zeminin kurulduğu, beklentilerin gerçekleştiği bir yıl olur. Herkese huzur ve mutluluk getirir.
31 Aralık gecesi Türkiye’nin birçok yeri yeni bir seneye ümit ve heyecanla girdi. Fakat bölgede çatışmalar eksik olmadı, silah ve patlama sesleri hüküm sürdü. İnsanların korkusu ve endişesi büyüdü. Karın örtemediği bu manzara 2016’da yine en fazla Kürt meselesi ile meşgul olacağımıza delalet ediyor.
Ne Kadar ÇAbuk, O Kadar İyi!
Özünde etnik kimlik talepleri bulunan meselelerin başat özelliklerinden biri, zaman içinde ağırlaşmasıdır. Hiçbir devlet etnik açıdan homojen bir yapıya sahip değildir. Her devletin sınırları içerisinde az veya çok sayıda, büyük ya da küçük nüfuslara sahip etnik gruplar bulunur. Dolayısıyla bütün devletler etnik karakterli istemlerle karşılaşabilirler. Bunlar kimi yerde demokratik usullerle, kimi yerde de şiddet yoluyla dışa vurulur.
Böyle bir taleple karşılaşan bir devletin yapması gereken, sorunu demokratik sahaya çekmesi ve talebe cevap oluşturacak hamleleri mümkün olduğunca çabuk yapmasıdır. Ne kadar erken bir çözüme ulaşılırsa o kadar iyi olur. Aksi takdirde iş giriftleşir. Vakit geçtikçe aktörler farklılaşır. Komşu ülkeler devreye girer, uluslararası çevreler müdahil olur. Talepler boyut değiştirir; hem sayı olarak artar, hem de içerik olarak derinleşir. Bu nedenle zamanında atılmış olsa çok büyük faydalar sağlayacak bir adım geciktiğinde artık kendinden beklenen faydaları temin etmekten uzaklaşır.
Türkiye’de devlet, Kürt meselesini çözme noktasında hep geç kaldı. Aslında bu sadece Kürtler için geçerli değil. Diğer toplumsal kesimlerin (dindarların, Alevilerin, azınlıkların, vb.) taleplerine karşı da devletin hızlı davrandığı söylenemez. Devlet, talepleri görmekten, onlarla yüzleşmekten kaçındı. Kitlelere kulak vermedi, onların seslerinin yükseleceği demokratik sahayı kapattı. Gerekli düzenlemeleri yapmamak için direndi, işi içinden çıkılması zor bir hale getirdi.
Ancak haklı taleplere karşı da ancak bir yere kadar durulabilirdi. Gün geldi, devlet o adımları güç bela olsa da attı. Ama iş işten geçmişti. Devlet geride kalmış, toplum ilerlemişti. Devlet aşama kaydetse de toplum onun önündeydi, bu nedenle çok zaman önce yapılması lazım gelen işler, ne devletin kar hanesine yazıldı, ne de sadre şifa oldu.
Güvenlik Gözlüğü
Geç kalmanın yanı sıra devletin ikinci büyük hatası Kürt meselsine güvenlik perspektifiyle yaklaşmasıydı. Her dönemde bütünüyle güvenlik sağlanmadan hiçbir reformun yapılmayacağını defaten belirten yetkililere tanık olundu. Oysa tecrübeyle sabitti ki devlet, güvenlik sorunu olmadığında demokratik düzenlemeler yapmaya pek hevesli değildi. Lakin herhangi bir güvenlik sorunu belirdiğinde demokratik kazanımlardan vazgeçmekte tereddüt etmedi.
Kürt meselesinin şiddet sarmalına girdiği günlerden geçiyoruz. Sorun, buradan nasıl çıkılacağı, siyaset ve müzakerenin sürece nasıl egemen kılınacağıdır. Çıkışın yolu güvenlik tedbirlerine abanmakta mı, yoksa demokratik mekanizmalara güvenmekte mi aranacaktır?
Şimdilerde maalesef güvenlikçi emareler çoğalıyor. HDP yöneticileri için arka arkaya soruşturmalar açılıyor. Dokunulmazlarının kaldırılacağına dair gözdağı veriliyor. Parti kapatmadan ve yerel yönetimlerin yetkilerinin azaltılmasından bahsediliyor.
Kestirmeden söylemek lazım: Bunların tümü yanlıştır. Tedbir adına başvurulan bu tür gayri-demokratik yollar, yalnızca mağduriyet duygusunun harekete geçmesine ve işin daha da karmaşıklaşmasına yarar. Çözümü güçleştirir ve geciktirir. Her bir gecikme ise ödenen bedeli büyütür.
Yeni Yüzyıl, 02.01.2016
http://xn--yeniyzyl-b6a64c.com.tr/makale/gec-kalmanin-bedeli-751