Fetullah Gülen ve liderliğini yaptığı örgütün karanlık yüzü her geçen gün daha da aydınlanıyor. Bir takım insanlar/gruplar yıllar öncesinde bu şahsın ve örgütünün tehlikesini fark etmişlerdi. Fakat dinî bir cemaat görünümünde olan bu örgüte karşı mücadele vermek pek mümkün olmamış, mücadele vermeye çalışanların da sonu kötü olmuştu. Şimdiden dönüp geçmişe baktığımızda bunu daha net görüyoruz. Günümüzde ise halkın büyük bir çoğunluğu bu örgütün tehlikesinin farkına vardı. Bunda elbette 15 Temmuz sürecinin büyük etkisi oldu.
Dile kolay, kırk yılı aşkın süredir devlet içinde örgütlenen bir yapı Fetullah’ın örgütü. Hiçbir bariz özelliği bulunmayan, her kılığa girebilen, şimdiye kadar pek eşi benzeri görülmemiş bir örgüt. Devletin göz yumması, önünü açması ve izin vermesi ile devletin her kademesine yerleşmiş, yetmemiş ayrıca neredeyse tüm sivil kuruluşlara kriptolarını sokmuş bir örgüt. Durum böyle olunca, daha tanımı bile tam yapılamayan bu örgüt ile mücadelenin zorluğu da su götürmez bir gerçek halini alıyor.
Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından özellikle 17-25 Aralık darbe girişiminden beri sürekli olarak net bir dille seslendiriliyor. 17-25 Aralık’ta yaşananları anlamak için bu örgütü, bu örgütü tanımak için 17-25 Aralık’ta yaşananları iyi analiz etmek gerekiyor. En başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere 17-25 Aralık’ta FETÖ’nün ne kadar tehlikeli olduğunu ve amacının ne olduğunu anlayan, analiz edebilen insanlar o zamandan beri bu örgüte karşı mücadeleyi destekliyor. İyi niyetlerinden şüphe duyduğum bir takım çevreler ise o zamandan beri cemaati korumak adına liberal, muhafazakar, dindar, sosyal demokrat kimliklerin altına gizlenerek bu ideolojilerin tezlerine başvuruyor. Cemaatin tehlikesinin farkına varan yazarlar ise o zamandan beri ısrarla yargı içerisindeki, emniyet içerisindeki, askeriye içerisindeki cemaat yapılanmalarına dikkat çekerek bu konularda acil adım atılması gerektiğini savunuyorlar. Fakat örgütün karmaşık yapısı ve hükümetin algı kontrolündeki başarısızlığından dolayı FETÖ ile mücadele oldukça yavaş ilerledi.
15 Temmuz gecesi askeriye içerisindeki bir grup Fetullahçı subayın önderliğinde yapılmaya çalışılan darbe girişimi ile birlikte bu örgütün ne kadar tehlikeli olabileceği konusunda (küçük bir azınlığı saymazsak) neredeyse hiç kimsenin bir şüphesi kalmadı. Her ne kadar 15 Temmuz’dan önce cemaati savunanların birçoğu özeleştiri yapma olgunluğunu gösterememiş olsalar da… Öyle ki, kendi halkına ateş eden gözü dönmüş ‘mürit’lerin başarısızlığa uğramasına rağmen örgüt mensupları utanmadan, sıkılmadan, korkmadan ülkeyi ve milleti tehdit etmeye devam ettiler. Darbe girişimi başarısızlığa uğradıktan ve ‘artık sorun kalmadı’ algısı oluşmaya başladıktan sonra bile belediye başkanlarını, bakanları, milletvekillerini ve ailelerini bizzat telefonla arayıp tehdit edebilecek kadar kendilerine güveniyorlar.
Elbette 15 Temmuz’da yaşanan ve başarısızlığa uğrayan darbe girişiminden sonra FETÖ ile mücadeleye halk tabanında destek oldukça arttı. Meydanlardan insanlar idamın geri getirilmesini, FETÖ’nün kökünün kurutulmasını haykırdı. Bu, siyasal iktidara tarihi bir fırsat verdi. Bu bağlamda hükümet bu örgütün kökünü kurutmak için OHAL kararı aldı. Çünkü bu tehlikenin önüne bir an önce geçilmezse yeni bir örgütlenme ya da yeni bir girişim işten bile değildi. Mısır’da bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştiği gibi.
OHAL kararının alınması ile birlikte FETÖ ile mücadele yeni bir ivme kazandı. Tüm yetkiler valilere devredildi. Öncelikle askeriye içerisinde FETÖ ile bağlantısı bulunanlar TSK’dan kovulmaya, tutuklanmaya başladı. Daha sonrasında askeriye ile birlikte emniyet içinde bulunan Fetullah’ın ‘müritleri’ bir bir görevden uzaklaştırılmaya, ifadesi alınıp tutuklanmaya başlandı. Süreci hepimiz medyadan takip ediyoruz. Öğrenciler, öğretmenler, iş adamları, sendikacılar, memurlar, işçiler… Kısacası FETÖ ile bağı bulunduğu düşünülen hiç kimsenin gözünün yaşına bakılmıyor.
Seçilmiş hükümetin, milletin iradesine tecavüze kalkışan Fetullahçı Terör Örgütü ile mücadele etmesi, sonuna kadar haklı ve meşrudur. Bunun aksini iddia edenler olsa olsa 15 Temmuz gecesini tiyatro-senaryo olarak tanımlayacak kadar aciz olan meczuplardır.
Fakat son zamanlarda süreç öyle bir aşamaya evrildi ki, anlam vermek gerçekten güçleşti. Hukukun üstünlüğünün önemini şimdi daha iyi anlıyorum. Şöyle ki şaşırtıcı bir şekilde; FETÖ ile organik bağı bulunduğu bilinen insanların bir çoğu hala görevlerinin başında iken FETÖ’yle hiçbir alakası olmayan, hükümeti, devleti ya da demokrasiyi her zaman desteklemiş olan insanlar görevlerinden alınıyor. Bunlar elbette istisnalar. Görevden alınmalarla ilgili ne bir açıklama yapılıyor, ne de bir gerekçe sunuluyor, “FETÖ’ye mensup olmak” dışında. Fakat bu çok spesifik bir gerekçe. Çünkü şu anki uygulamalarda devletin en tepesinden halkın en alt kademesine kadar herkes potansiyel bir FETÖ mensubu. Ankara’dan yazılan listeler doğrultusunda insanlar görevlerinden alınıyor ve daha kötüsü FETÖ ile bağlantısı olmayan birçok kişi ve kurum “FETÖ mensubu” damgası yiyor.
FETÖ ile mücadelede acilen düzeltilmesi gereken iki nokta var; birinci nokta FETÖ ile organik bağı bulunduğunu herkesin bildiği kişi ve kurumların siyasiler tarafından kollanmasının önüne geçilmesi, ikinci nokta ise mağdur olan insanların mağduriyetinin önlenmesi. Bu iki noktayı kendi içlerinde değerlendirmek gerekiyor.
Türkiye’de terör ve terörist kavramları her zaman çok rahat bir şekilde kullanılmış, insanlar ve gruplar çok rahat bir şekilde terörle itham edilmişlerdir. Hiç kimse terörist damgası yiyen birinin gerçekten öyle olup olmadığını araştırma ihtiyacı duymadan kabul etmektedir. FETÖ soruşturmasında da bu örgütle alakası olmayan insanlar bu yaftayı yiyebilmekte. Bunun sebeplerinden biri örgütün yapısının karmaşıklığı. Devlet içinde öyle bir örgütlenilmiş ki, belirli form ve normlarla bu örgüt mensuplarını tespit edip uzaklaştırmak mümkün değil. Bu sebeple “toptan” bir temizlik yapılmaya çalışılıyor. Bu da doğal olarak kurunun yanında yaşı da yakıyor. Gözlemlediğim kadarıyla, bu durumun bir diğer sebebi insanlara FETÖ mensubu iftirası atmanın bu kadar kolay olması. Çalıştığı kurumda sevmediği kişileri FETÖ elemanı olarak olarak şikayet edenler olduğu herkesin malumu. Buna çok da şaşırmamak gerek. Asıl kötü olan, bunların gerekli soruşturmaya tabii tutulmadan gerçek varsayılarak hareket edilmesi.
Bir iddiaya göre örgüt mensubu olup kimliklerini gizlemeyi başarmış savcı, hakim ve siyasiler tarafından FETÖ’ye karşı mücadele eden, seçilmiş hükümeti Gezi’de, 17-25 Aralık’ta ve 15 Temmuz’da destekleyen insanlar FETÖ mensubu olmaları gibi komik bir suçlamayla görevden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu iddia doğru ise, boşalan alanlara cemaat yine kendi adamlarını yerleştirebilecek.
Mağduriyetlerin nelere mal olabildiğini Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda yakın bir zaman dilimi içinde tecrübe ederek gördük. “Balyoz ve Ergenekon FETÖ’nün bir oyunuydu” diyip işin içinden çıkmak elbette kolay. Ama meselenin o kadar basit olmadığını herkes biliyor. Doğru olan cümle, “Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının FETÖ mensubu savcılar tarafından içinin boşaltılmış” olması. Ergenekon da Balyoz da birer darbe girişimiydi ve bu darbeyi gerçekten isteyen, planlayan, uygulamaya geçirmeye çalışan paşalar, komutanlar vardı. Fakat cemaatin savcıları bu soruşturmaya kendilerine düşman olan, mücadele eden, askeriye içerisindeki etkinliklerinin önünde bir engel olan masum askerleri de ekleyince zamanla davanın içi boşaldı ve mağduriyetler oluştu. Hepsini yaşadık, biliyoruz. Bir yere operasyon yapılır, oradan bir kaset ya da günlük bulunur ve onlarca kişi bunun üzerine hapse atılırdı. FETÖ yargıda o kadar güçlüydü ki, o zamanlar bu durumu eleştiren gazeteciler bile içeri atıldı. Herhangi bir suçu olmadığı halde bir çok insana “darbeci” yaftası yapıştırılır ve ömür boyu silinmez bir kara leke olarak kalırdı. Mağduriyete uğrayan insanlar kendilerini savunma haklarını kullanamazlardı. Böylece yıllarca haksız yere hapiste kalanlar, hapiste ölenler oldu. Sonunda ise kuru da yaş da davanın içi boşaltıldığı için serbest bırakıldı.
Haksız yere FETÖ mensubu olmakla suçlanan, görevden alınan insanlar hiçbir şekilde haklarını arayamıyor. Derdini anlatacağı, bu duruma itiraz edebileceği bir makam bulamıyor. Oysa 15 Temmuz gecesi tankların önüne yatan, şimdi ise böylesine kötü bir durumla karşı karşıya kalan insanlara karşı hükümetin, devletin bir borcu yok mu? Bu soruşturmalarda ne olursa olsun ince eleyip sık dokunmalı. Mağduriyetler yaratılması tam olarak FETÖ’nün isteyeceği şey. Bu gerçek her an göz önünde bulundurulmalı.
İkinci noktaya değinmek gerekirse; FETÖ ile organik bağı bulunduğu bilinen bazı insanların, kuruluşların bizzat bakanlar, milletvekilleri ve farklı kademelerdeki siyasiler tarafından korunuyor olması. FETÖ ile mücadele konusunda halkın aklında soru işaretlerinin oluşmaması için bu durumun önüne acilen geçilmeli.
Fetullahçı Terör Örgütü ile sonuna kadar mücadele edilmeli. Bu ne kadar uzun ve zor bir süreç olsa da asla taviz verilmemeli. FETÖ ile mücadele ve bu örgütün devletten temizlenmesi için tarihi bir fırsat var. Ve bu fırsat bu hükümetin elinde.
Fakat bu mücadele yürütülürken tek amaç adaletin sağlanması olmalı. Mağduriyetlerin önüne geçilmeli. Mağdur olduğunu düşünen, söyleyen insanlar kendilerini savunabilmeli. Ayrıca yargı ve yürütme organları içerisindeki insanların bu örgütle ilişkisi bilinen ya da olduğu düşünülen kişileri koruması, kollaması da önlenmeli. Böylece FETÖ ile çok daha sağlıklı bir şekilde mücadele edilebilir ve başarılı sonuçlara ulaşılabilir.