Faizi Düşürmenin Doğru Yolu

Türkiye ağır çekim bir ekonomik yıkım yaşıyor; 2020’li yılları bir kayıp on yıla dönüştürme ihtimali olan yıkım. Ağır çekim olması kimilerinin işine, kimilerinin partizanlığına, kimilerinin sahtekârlığına iyi geliyor olabilir. Ancak ekonomi tarihi bize şunu gösterir; piyasa ekonomisi beşeri kurumlar içinde samimiyetsizliği en disiplinli şekilde, er veya geç yaptırıma tabi tutan kurumdur.

‘Yatırım, üretim, istihdam ve ihracatın önündeki en büyük engel olan yüksek faiz, Türkiye’yi rekabette geri bırakıyor’ anlayışı öylece duruyor karşımızda. Bir tezmiş gibi, bir modelmiş gibi, bir ‘anlayış; idrak edişmiş’ gibi. İşe yarayacağı tek şey ise ‘birinci adımdan ötesini düşünememenin vahim sonuçları’ tarihine yazılmak.

Bir aralar, az ihtimalle olsa da, faiz lobisi söyleminin geçici olabileceğini düşünmüştüm. Bu söylem uzunca bir süredir bizimle ve uzun bir süre daha ortalıkta dolaşacak gibi görünüyor. Söylemi dile getirenler herhangi bir tartışmanın içinde bile değil. Onlara göre tartışmaya da yer yok. Ve esasen, bu kadar yaygın bir söylem olmasına rağmen, bu söylem para politikası hakkında bir tartışma bile değil. Zaten memlekette bu kadar çok para politikası uzmanı da yok. Faizin ortadan kaldırılması amacıyla ‘merkez bankasının arkasına saklanma’ durumu ile karşı karşıyayız. Daha doğrusu merkezî bir planlama organının fiyat kontrolü mekanizmasından medet umulması söz konusu. Bu, pek iç açıcı değil. Ülkenin gündeminde para politikası tartışması gibi duran şey aslında ödünç verilebilir fonlar piyasasının bizzat kendisine karşı verilen bir savaşı şiddetlendirme gayreti.

Bunun genel resmi görememe boyutu da mevcut. Finansal baskıcılığımız ekonomik özgürlüğümüzü kısıtlayan ciddi bir tehdit. Örneğin, PayPal’in ülkeden kapı dışarı edilmesinin Twitter’ın kapatılmasından pek farkı olmayan bir ‘özgürlük ihlali’ olduğunu çok az kişi fark edebiliyor. Bu yüzden, hayatlarımıza hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyoruz. Bu aldanımı mümkün kılan ise devletçi–müdahaleci paradigma. Ülkemin kimi akademisyenleri konu ‘akademik özgürlüğe’ gelince bir bardak suda fırtına koparıyor. Ama ekonomik özgürlük aynı kişilere göre, göz ardı etmeye fazlasıyla değer bir saha. Bu sebeple, onların özgürlük çığlıkları benim nazarımda samimi değil, sadece bir çifte standardın dışa vurumu.

2009’dan bu yana TCMB’nin reel faiz politika oranları ya negatif ya da sıfıra çok yakın olduğu hâlde, ‘yetmez, bu bizi kesmez, nominal oranlarını gelişmiş ülke merkez bankalarınınki gibi sıfıra yaklaştır’ deniyor. Gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının yaptığı şey doğru mu diye soran yokken elbette böyle denir, daha iyisi çıkmaz. ‘Piyasa dışı’ bir kurum olan merkez bankasının varlığını sorgulamanın çok ama çok uzağındayız. Bu tarz bir sorgulama bizim Kargo Kültümüzü fersah fersah aşar. Hal böyleyken, dinleyen, süzgeçten geçiren, karşısındaki kişinin söylediği değerli şeyin üzerinden düşünmeye, eklemeye ve yeni sorular sormaya devam eden bir müzakereci bulmak çok az ihtimal taşıyor.

Sorun ne bizim ülkemize, ne de bizim zamanımıza has. Liberal iktisat doğuşundan bu yana bu konuda büyük bir birikim oluşturdu. Gelin birlikte bu birikimin içinden, muhtemelen okuması en keyifli pasajlarından birisini beraber okuyalım. Murray N. Rothbard ‘çağımızın en yaygın ve en berbat safsatalarından birisi olan Düşük Faiz Oranı Fetişini’ kaleme alır (benim çevirimle);

“Bu bana hep II. Dünya Savaşı esnasında Güney Pasifik bölgelerinde kök salan Kargo Kültünü hatırlatır. Bu bölgelerdeki ilkel yerliler büyük demir kuşların gökyüzünden yere indiğini ve bu kuşların gıda, kıyafet, radyo ve diğer mallarla tıka basa mücehhez ABD askerlerini doğurduğunu gördüler.

Savaştan sonra ABD ordusu bölgeyi terk etti ve malların o eski bol bereket akışı ortadan kayboldu. Bunun üzerine yüksek teknolojili empirik korelasyon metotlarını kullanan yerliler, şayet bu dev kuşlar geri dönmeye teşvik edilirse, özlemi ile yanıp tutuştukları malların onlarla birlikte geri geleceği sonucuna vardılar. Yerliler daha sonra kanatlarını çırpan ve geniş demir kuşları köylerine dönmek için ‘yemlemeye’ çalışan kâğıttan kuş modelleri yaptılar.

Benzer şekilde İngilizler, Fransızlar ve diğer ülkeler 17. Yüzyıl’da Hollandalıların Avrupa’daki açık arayla en müreffeh ülke olduğunu gördüler. Hollandalıların zenginliğinin söylenegelen bir sebebini kolaçan eden İngilizler ‘sebep Hollandalıların keyfini çattıkları düşük faiz oranları olsa gerek’ diye bir sonuca ulaştılar. Fakat Hollandalıların refahını açıklayan çok sayıda daha makul nedensellik teorileri ileri sürülebilirdi: Daha az kontroller, daha serbest piyasalar ve daha düşük vergi oranları.

Düşük faiz oranları bu refahın sebebi değil sadece bir belirtisi idi. Fakat çok sayıda İngiliz teorisyen, refah üretmek için gerekli sözüm ona nedensellik bağlantısını bulmuş oldukları için, büyülenmiş bir ruh halindeydi. Bulunan çare faiz oranının hükümet eylemleri vasıtasıyla zorla baskı altına alınarak düşürülmesiydi: yani faiz oranlarını insanların zaman tercihlerince belirlenen ‘doğal’ ya da serbest piyasa oranının altına itekleyerek düşürmek. Fakat faiz oranını hükümet zorlaması ile düşürmek onu ancak hakiki ‘zaman tercihi’ oranının altına indirir. Ve bu yöntem, piyasalarda kaynakların büyük boyutta hatalı tahsislerine ve israfına sebep olur.” (Ekonomiyi Anlamak, Liberte, s. 156).

Faiz oranlarının düşmesini isteyebilirsiniz. Bu sizin –bilim dışı– keyfî değer yargınızdır. Ben ise değer bağımsız Avusturyalı bir ekonomist –bilim adamı– olarak, ne Arz Yönlüler gibi tasarruflardan yanayım ne de Keynes’giller gibi tasarruf karşıtıyım. Benim kaygım, hâlihazırdaki yatırımların ve yatırım planlamalarının insanların gerçek tasarruf mevcutları/ertelenmiş harcamaları ile; yani, zaman tercihleri ile tutarlı olmasıdır. Bu tutarlılık olmadığında, yani merkez bankaları marifetiyle, mevcut olmayan tasarruflar varmış gibi yatırım etkinliklerine giriştiğimizde ekonomiye zarar veririz. Sadece ‘faiz lobisi’ olarak çirkin bir şekilde karalanan bankacılık sektörüne değil, bütün ülkemize vereceğimiz bir zarardır bu. Dahası, insanların tasarruf, yatırım, harcama kararlarını keyfî politika marifetiyle aldatarak veya devlet zoruyla değiştirmenin getireceği özgürlük kaybı ve finansal baskıcılıktan da uzak durmuş oluruz.

Bu benim faiz oranlarını düşürmek isteyenlere bilimsel tavsiyeler yapamayacağım anlamına gelmez. Faiz oranlarının düşmesini mi istiyorsunuz? Öncelikle, faiz oranlarının içine gömülü olan enflasyon primini sıfıra çekin. Bugün ülkemizde faiz oranlarının içindeki en büyük dilim olan enflasyon oranı, gittikçe kötüleşen ve artık kaotik bir hale bürünen ekonomi politikası nedeniyle orada inatla kalmaktadır. Devleti küçültün; vergi oranlarını düşürün. Finansal kontrolleri asgariye indirin. Finansal kesimi şamar oğlanına çevirmeyin. Yabancı bankaların yurtiçine girişini teşvik edin ki rekabet ve kredi bolluğu iyice artsın, bu sayede faiz oranları düşsün. Faiz lobisi söylemini ve bu söylemin işaret ettiği sorunlu paradigmayı terk edin.

Çünkü bu paradigmanın bizzat kendisi faiz oranlarını düşüşüne yaramayacağı kesin olan, ülke adına gerçekten çok vahim bir talihsizlikten ibaret. Bu talihsizliğin zararı sadece kredi piyasası aktörlerinin ülke riski algısını yükseltmekle veya finansal saha çeperinde kalan şu ya da bu etkiyle sınırlı değil. Çok övünülen, hatta artık bir böbürlenme vesilesi kılınan savunma sanayii projelerinin sürdürülemez hale gelmesi, altyapı yatırımlarının mevcut finansman yapısı nedeniyle kara deliğe dönüşmesi vb. risklere hiç olmadığı kadar yakınız. Genel bir ekonomik çöküşte artacak olan yabancı/mülteci düşmanlığına da.

Kısacası, kaset bir süredir fena halde geriye sarıyor. Ve bu gerilemenin tamiri mümkün bir bant kopuşuyla sona ermeyeceği artık yeterince kesinlik kazandı. Kasetin yerine yenisini üretip, yeni bir müziğe başlamak bu ülke için çok sancılı olacak.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et