Ergun Yıldırım – Rasyonel demokrasiden sosyolojik demokrasiye…

Yeni anayasa çalışmalarının, Türkiye’yi yeni tartışmalara götüreceğinden kuşku yok. Çünkü yeni anayasa bir toplumsal sözleşme olacaksa, buna ancak çeşitli tartışmalarla varabiliriz. Burada öne çıkacak tartışmalardan biri de kuruculuk temasıdır. Bu bağlamda hemen aklımıza gelen sorular şunlar: Kuruculuğun varlığını nerede aramalıyız? Yeni anayasa çalışmalarında ‘kurucu ruh’ neye dayanarak meşruluğunu gösterebilir?

Şimdiye kadar yapılan anayasalarda ‘kurucu ruh’un, temelde Heper’in kavramlaştırdığı ‘rasyonel demokrasi’ tezine dayandığını söyleyebiliriz. Rasyonel demokrasi teziyle kuruculuk sorunu, yüzyıllık anayasaların dayandığı zemin meşrulaştırılmaya çalışılır. Aslında hem meşrulaştıran hem de açıklamada bize imkânlar sağlayan bir kavramlaştırma. Çünkü yeni bir yolda ilerleyebilmek için öncelikle zihniyet dünyamızın kendisiyle koşullandığı anayasal ruhun varlığından kopmamız gerekiyor.

Halk bilmez, elitler bilir!

Rasyonel demokrasi kavramı, öncelikle demokrasinin toplumsal gerçekliğe dayanmadan varlığını gündeme getirmektedir. Buna göre demokrasinin ana parametreleri evrensel akılda bulunmaktadır. Evrensel aklın yönetime ilişkin kurallarını keşfederek demokratik bir düzeni kurabiliriz. Bunu yapacak kişiler de ancak eğitimli ve yönetim yetenekleriyle donatımlı insanlar olabilir. Kısaca elitler, sahip oldukları bilgi, donanım ve entelektüel arayışlarıyla evrensel akılda var olan kanunları keşfederek bunları topluma sunabilirler. Yönetim, bütünüyle bu evrensel akıl kurallarıyla kurulabilir. Bu yaklaşımın bir yansıması olarak Jön Türkler II. Abdülhamit’in istibdadına karşı Kanun-i Esasiyi savundular. Evrensel akıl, ancak bilimsel bilgiyle ortaya çıkarılabilirdi. Jön Türkler de buna inanan elitler olarak pozitivizm ideolojisiyle hareket ettiler.

Cumhuriyet döneminin iktidar elitleri aynı inanışla hareket ederek toplumsal gerçekliğe dayanma ihtiyacı duymaksızın rasyonel demokrasi ideolojisiyle yeni anayasalar yaptılar. Bunun için halka ihtiyaç duymadılar. Evrensel olan akıldaki ilkeleri bulup çıkaracak kişiler ancak elitler olabilirdi. Bu nedenle İdris Küçükömer’in saptadığı gibi sivil ve askeri bürokratlardan oluşan elitlerin yönettiği Türkiye’de, yine bunlar aracılığıyla anayasalar yapıldı. 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının, hiçbir toplumsal gerçekliğe başvurma kaygısı duyulmadan yapılmasının temel anlamı da budur. Nasıl olsa toplumsal gerçeklik, elitlerin gözünde “bidat ve hurafeye boğulmuş cahil” halk kitlelerinden oluşuyordu. Dolayısıyla bunlara bakılarak evrensel yönetim ilkeleri kurulamazdı!

Böylece rasyonel demokrasi teziyle hem halka gitmeden yönetmenin hem de elitlerin varlığının bilimsel-felsefi meşruiyeti üretiliyor. Yönetmek, bir oligarşik yapı olarak anlam kazanıyor. ‘Kurucu ruh’un, “halka rağmen halk için” evrensel olduğu düşünülen parametrelerle var olduğu tahayyül ediliyor. Bu da toplumsal bir sözleşmeden öte, tahayyül edilen bir sözleşmeyi anlatmaktadır. İkisi birbirinden oldukça farklılık taşıyan gerçekliklerdir. Toplumsal sözleşme, toplumun somut gerçekliklerine dayandırılarak oluşan bir uzlaşma ruhudur. Toplumsal tahayyül sözleşmesi ise hem bir sözleşme değildir hem de toplum gerçekliklerine dayanarak ortaya çıkan bir uzlaşmayı anlatmaz. Yöneticilerin, bürokratların ve elitleri millet tasarımlarından yansıyarak oluşan metinleri anlatır. Daha somut bir ifadeyle İttihatçıların ve daha sonra da Kemalist elitlerin zihnindeki toplum tahayyülüne uygun geliştirilen yaklaşımlardır. Bundan dolayı oldukça ütopik, idealist ve ideolojik nitelikler taşır. Nitekim bahsettiğimiz tahayyülün temelinde halkı modernleştirmek ya da asri medeniyetler seviyesine çıkarmak vardır. Elbette bu asrileştirme ameliyesi, yine hiçbir sosyolojik dinamiğe dayanmayan ütopik ve politik modernliğe atıfta bulunur. Toplumsal dünyanın sosyolojik varlığını reddeden bir modernlik algısıdır bu. 

Meşruiyet toplumdadır

Türkiye, yeni bir toplumsal gerçeklik üzerinde var oluyor. Nüfusun çoğalması, hızlanarak devam eden büyük göç dalgaları, çeşitlilik ve farklılığı artan kültürel dönüşümler, bilgi teknolojilerin bütün yaşam alanlarına yayılarak yeni toplumsal şebekeleri ikame etmesi ve serbest piyasa ile gelen üretime halkın katılarak yeni ekonomik canlılığın doğuşu yeni toplumsal gerçekliğin Türkiye’sini göstermektedir. Buna dayanarak ve bunu algılayarak yeni toplumsal sözleşmenin kurulması zorunludur. Toplumsal sözleşme, bu toplumsal gerçeklik üzerinde inşa edilmelidir. Aydınların, siyasilerin, iş adamlarının vs. düşüncelerine dayanmanın ötesinde ya da onların toplum için düşündükleri tahayyüllerden öte söz konusu somut toplumsallıklara referansla hareket edilmelidir. Böylece rasyonel demokrasiden sosyolojik demokrasiye(!) geçebileceğiz. Yönetimin kurucu meşruiyetini doğrudan toplumdan alan bir yapıya…

Star, 17.01.2011
 
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et