Türkiye’nin yeniden yapılandığı bir tarihsel dönemde, yeni anayasa, Kürt meselesi, Alevilik ve din sorunu alanlarında önemli tartışmalar yaşanıyor. Kürt sorunu ve Alevilik konusunda olabildiğince köklü çözümler gündeme geliyor. Aleviler cem evlerini fiili bir çözüm olarak yürürlüğe koymayı başardılar. Din dersleri konusundaki çabaları devam ediyor. Kürt sorunu, “red, asimilasyon ve inkar” politikalarını parçalayarak çözüme doğru koşuyor. Bütün alternatif çözüm önerileri gündeme geliyor. Din sorunu etrafındaki tartışmaların bu gelişmelerle paralel gittiğini söyleyebilmek zor. Din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Kur’an kursları ve daha da ötesi laiklik yaklaşımı hala resmi ideolojinin ana paradigmalarını aşarak tartışmaya sokulabilmiş değiliz. Son seçmeli derslerin konmasıyla beraber, paradigmal dini açılım gündemden iyice düşmektedir. Elbette, iktidardan öte konformist zihin yapısını bozmak istemeyen Müslüman entelektüeller, egemen güven paradigmaları içinde düşünmeme seçeneğinde ısrar ettiklerini de söylemek mümkün.
Paradigmal dini açılımın (Sunni açılım mı demeliyiz?) gerçekleşebilmesi için Diyanet’in yeni anayasa ve yeni Türkiye’deki konumu üzerinde durmak gerekir. Bu çerçevede öncelikle DİB, yeni Türkiye ve yeni anayasa tartışmalarıyla ele alınırken iki önemli önerme ortaya çıkıyor: “Diyanet lağvedilsin.” “Diyanet lağvedilirse cemaatler savaşı çıkar.” İki önerme birbiriyle zıt gözükmesine rağmen bazı alanlarda birbirini tamamlıyor. Çünkü ikisi de ‘toptancı’ bir nitelik taşıyor. Toptan devam etsin, toptan lağvedilsin! Birinci önermeyi pür liberaller, Batıcı seçkinler ve Aleviler savunuyor. İkinci önermeyi ise laisizm taraftarları ve muhafazakar dindarlar benimsiyor.
Dinsel ideolojik aygıt
Diyanet İşleri Başkanlığı’na söylem, pratik ve devletle ilişkileri açısından baktığımızda devletin dinsel ideolojik aygıtını temsil ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin şapka takmanın bir cihat olduğunu hutbelerde okutması, 1932 yılından 1951 yılına kadar ezanın Türkçe okunmasındaki işbirlikçi tutumu, milliyetçilik ideolojisine bağımlı bir dini söylemi hutbelerde irad etmesi, “Atatürk ve silah arkadaşlarına” indirgenerek dualaştırdığı İstiklal Mücadelesi anlayışı… DİB’in bütün bu tarihsel pratikleri, resmi ideolojinin dinsel taşıyıcılığı yapma konusundaki tutumunu açığa vurmaktadır. Bir yandan şapkayı eleştiren bir risale yazdığı için (üstelik daha şapka kanunu çıkmadan) idam edilen İskilipli Atıf Hoca, öte yandan şapka takmanın cihat olduğu fetvasını vererek bunu hutbelerde irad eden bir Diyanet İşleri Başkanlığı! Böylece DİB, resmi ideolojinin dinsel asimilasyon politikalarının suç ortaklığını yapmaktan çekinmediğini hatırlamakta fayda vardır. Bu nedenle resmi ideolojinin dini asimilasyon politikalarını eleştirerek egemen dinsel paradigma dışına çıkmadıkça, Müslümanlığın özerk ve özgür bir teolojik yoruma ve pratiğe yönelmesini beklemek hayal ötesi bir şey.
DİB’in resmi din paradigmasıyla bu iç içeliğini onaylayarak sürmesini sağlamanın en önemli meşruiyet parametresi olarak “cemaatlerin savaşı” tezi ileri sürülmektedir. Buna örnek olarak da Pakistan ve Afganistan’daki dini cemaatlerin savaşı gösteriliyor. (Türkiye’nin politik ve ekonomik dünyasını Pakistan ve Afganistan’la mukayese ederek açıklamak ne kadar bilim dışı ise Türkiye sosyolojisinin dinsel varlığını bu ülkelerle karşılaştırmak o kadar sosyoloji dışı bir argüman olarak karşımıza çıkmaktadır). Bu meşrulaştırma parametresinin kökeninde büyük bir dinsel güvenlikçi politika saklıdır. Thomas Hobbes’ın “İnsan İnsanın kurdudur” önermesiyle geliştirdiği korku siyaset teorisinin uzantısıdır. Hatta bu teorinin en kök tarafı, Hıristiyanlığın yaratılışta insanın günahkar olduğu ve bu nedenle ona güvenilemeyeceği tasarımı bulunmaktadır. Elbette bir de meleklerin “yeryüzünde kan dökecek birini mi yaratmak istiyorsun” biçimindeki insan doğasına yönelik kötümserliği de hatırlayalım. Allahın, bu kötümserliğe karşılık insanın olumluluğuna taraftar tutumunu biliyoruz. Bu “güvenlikçi teolojinin” sosyolojik ve politik tezahürü, Türkiye’de ulus devletin yüzyıllık tecrübesinde burun buruna yaşayarak aşina olduğumuz bir gerçeklik.
‘Güvenlikçi teoloji’
Bu güvenlikçi teolojinin seküler politik tezahüründe “Kürtlere özgürlük ülkeyi böler” ve “Alevilere özgürlük mezhep çatışmasını çıkarır” olarak somutlaşır. Bunun DİB üzerindeki yansıması ise sivil din anlayışının çoğulluk ve özerkliğinin tanınması, “cemaatler savaşı çıkarır” biçimindedir. Bu tutum derin devletin korkuyla toplumu yönetme anlayışının dinsel alan üzerindeki yansıyışı olarak da okunabilir. Sonuçta güvenlik gerekçe gösterilerek DİB’in toplumsal alanlara yayılan büyük örgütlenmesi ve alternatifsizliği normal gösterilmeye çalışılıyor. Müslüman bir millete güven duymayan Kemalist elitlerin, her şeyi ile topluma yön vermede ısrar etmeleri gibi din meselelerinde de milletin arayışlarına güven duymamak bu milleti küçümsemektir. Aydın despotizminin “ergin olmama” hali olarak görmektir. Oysa günümüz Türkiye toplumu, ekonomik ilişkilerde, eğitim düzeyinde ve kentleşme oranında yüksek bir seviyede bulunmaktadır. Bu millete artık her açıdan güvenmenin zamanı gelmiştir. Devlet aygıtlarıyla “adam etme” ve “ mutedil Müslüman yapma” gibi arkaik otoriter modernlik yaklaşımlarından kurtulmamız gerekiyor. Alevilerin cem evi çözümü üretmeleri gibi Sünnilerin de farklı çözümler geliştirebilmeleri için DİB’in “devletlu din” avantajlarıyla tekil din vaaz etme ve yayma rakipsizliğini bırakması lazım.
‘Devletlu din’den sivil dine…
Osmanlı pratiğinde Şeyhül İslam, bir devlet din kurumuydu. Ancak toplumsal alanda onlarca tarikat ve tekkeler ise toplumsal din kurumları olarak varlık gösteriyorlardı. Dinsel çoğulculuğun güvenceleri olarak eğitim, hayırseverlik, müzik, spor, edebiyat, sanat gibi onlarca alanda faaliyet gösteriyorlardı. Cumhuriyet ideolojisi tekil din anlayışını dayatarak DİB’nı bunun tek mercii olarak gördü. Bu nedenle sivil toplumsal alanda tekke ve zaviyeleri kaldırmakla kalmadı, yeni oluşan sivil dinsel toplulukları da red ve inkar yoluna gitti. Nurculuk ve Süleymancılık bunun somut göstergeleridir. DİB Başkanları (Ahmet Hamdi Aksekili de dahil buna) bu yeni dini oluşumları zaman zaman fesat, hurafe, bölücü ve devlet düşmanı yerler olarak yorumladılar. Sonuçta din bütün yönleriyle devlet tekelinde söylem geliştirmeye ve kurumsallaşmaya mecbur edildi. Din eğitimi sadece mekteplerde yapılacaktı, ibadet ve dini ayinler de camide.
Her şeyden önce cemaat savaşlarının varlığını ileri sürmek, sivil toplumsal alanda Müslümanlığın özerk ve kendi çabasıyla örgütlenme, eğitim verme, düşünce ve faaliyet üretme kapasitelerinin gelişmesini kökten yadsımaktır. Yüzyıla yakın DİB deneyimi, bunu sağlamıştır. Müslümanlık, toplum içinde sivil ve özerk kimliğiyle hayırseverlik yapma, din eğitimi verme, dini çalışmalar yapma kapasitesini geliştirmekte zorlanıyor. Bu nedenle kapalı ve
arkaik yapılar olarak var olmaya mecbur ediliyorlar. Modern ve kent hayatına serbest bir biçimde katılarak kendi din anlayışlarını geliştirme, yayma ve yapılandırma imkanlarından mahrum bırakılıyorlar. Sivil toplum, dinsel tahayyül açısından zenginleşemiyor. Sivil din, resmi dinin tahakkümü altında kalmaya mahkum ediliyor!
Star, 08.04.2012