Haşin, kırıcı ve içeriksiz olarak nitelendirilebilecek bir halkoylaması kampanyası ve onun sonucunu çeşitli şekillerde tevil etme ve değersiz gösterme çabalarına rağmen, bu sonucun, belli başlı siyasal aktörleri daha serinkanlı ve gerçekçi değerlendirmelere sevkettiği söylenebilir. AK Parti cephesinde sayın Erdoğan’ın, “hâlâ kaygısı olan vatandaşlarımızın kaygısını gidermek, benim de teşkilatımın da boynunun borcudur. Kendimizi daha iyi anlatmak, tüm kaygı, korku ve endişeleri gidermek için, istismar zeminlerini kaldırmak için daha fazla çalışacağımızı… belirtmek istiyorum” yollu sözleri ve yüzde 42 hayır oyunun sebeplerinin araştırılması için teşkilatına talimat vermesi (Milliyet, 25.09.2010) kuşkusuz bu yönde bir değerlendirmedir.
CHP cephesinde ise Kılıçdaroğlu’nun kampanya sürecinde, türban (başörtüsü) sorununun çözülebileceği, resmî makamların Öcalan’la temaslarının normal karşılanabileceği, bir genel affın sözkonusu olabileceği, lâikliğin tehdit altında olmadığı yolundaki sözleri, şimdiye kadar CHP yönetiminden duymaya alışık olmadığımız olumlu ve yapıcı ifadelerdir. Gerçi bu beyanların bir bölümü daha sonra kısmen tevil edilmiş ya da CHP’nin diğer yöneticileri bunlarla pek bağdaşmayan ifadelerde bulunmuşlardır ama, parti liderinin bu açıklamaları, ilerisi için ümit yaratacak niteliktedir.
CHP’nin çelişkili halleri
CHP’den gelen çelişik sinyallerin çok yeni bir örneği, Parti Meclisi üyesi Sayın Oğuz Oyan’ın “AKP’nin yeni anayasadan ne anlayacağı çok açıktır ve AKP’nin çoğunlukta olduğu bir Meclis’e böyle bir düzenlemenin bırakılması sorumluluğu dünden daha kritiktir” yollu sözleridir (Milliyet, 26.09.2010). Bu düşüncenin, daha önce CHP sözcülerinin ifade etmiş oldukları “kediye ciğerci dükkanı emanet edilemez” anlayışından farkı yoktur ve parti liderinin 2011 seçimlerini de beklemeden ortak bir komisyon kurularak yeni anayasa çalışmalarına başlanması önerisi ile tam bir çelişki halindedir. Bu anlayışın mantıksal sonucu, AK Parti’nin çoğunlukta olduğu bir Meclis’te hiçbir zaman yeni bir anayasa yapılamayacağıdır ki, bunun halk iradesine saygıyla bağdaşmayacağı açıktır. CHP içindeki zihin karışıklığının başka bir örneği de, gene Parti Meclisi üyesi Mesut Değer’in, aynı gün ve gazetede yayınlanan “zihniyet değişmediği sürece, istediğin kadar rapor yaz, hiçbir işe yaramaz… CHP, referandumda bölgede yaşadığı oy erozyonunu da hesaba katarak şapkasını önüne koymalı. Aksi halde önümüzdeki seçimlerde çok daha ciddi bir hezimet yaşarız” yolundaki ifadesidir.
Aslında, yeni anayasa tartışmalarının daha somut ve rasyonel bir düzeyde yürütülebilmesi için, sadece CHP’nin değil, bütün belli başlı partilerin kendi anayasa projelerini hiç değilse genel hatları ile oluşturmaları ve kamuoyuna açıklamaları şarttır. Aksi halde bu tartışmalar, demagojik ve ideolojik düzeyde, hiçbir sonuç doğurmadan, bir “sağırlar diyaloğu” biçiminde sürüp gidecektir. AK Parti’nin 2007 yılında hazırlattığı taslağa ne ölçüde sahip çıktığı veya çıkmadığı belli değildir. CHP ise şu ana kadar yüzde onluk seçim barajının düşürülmesi, milletvekili dokunulmazlıklarının ve YÖK’ün kaldırılması, bakanların görev suçlarından dolayı yargılanmalarına ilişkin 100’üncü maddenin değiştirilmesi (ki bunlardan hiçbiri, kanaatimce demokratikleşme önceliklerinin üst sıralarında yer almamaktadır) ve son olarak da başörtüsü sorununun çözülmesi dışında yeni anayasanın içeriği konusunda bir görüş belirtmemiştir. Dolayısıyla bu partinin, bir an önce, yeni anayasa projesini oluşturup tartışmaya açmasında büyük yarar vardır.
72 milyonu kucaklamak…
Burada özellikle CHP üzerinde durmamın nedeni, elbette diğer partileri dışlamak ya da iki partili bir sistemi oluşturmak düşüncesi değildir. Şüphesiz, diğer partilerin, hatta ilgili STK’ların kendi projelerini oluşturmaları arzu edilir. Ancak, gerçekçi olmak gerekirse, AK Parti ile CHP arasındaki büyük uzlaşma (gerçekleştirilebilirse) yeni anayasa yapımı çalışmalarını çok büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Bu uzlaşma metninin parlâmentodan geçmesinde güçlük yaşanmayacak, değişikliğe karşı AYM’ye gitme imkânı bulunmayacak, halkoylamasına sunulma konusunda da hukukî bir zorunluluk olmayacaktır. Daha da önemlisi, yeni anayasanın çözmek zorunda olduğu Kürt sorununa ilişkin büyük uzlaşma, öyle görünüyor ki, en iyi ihtimalle ancak AK Parti ile CHP arasında mümkün olabilecektir. Bu konuda iki uç pozisyonu temsil eden MHP ve BDP’nin, ne kadar temenni edilirse edilsin, bu uzlaşmaya dahil olmaları, gerçekçi bir ihtimal değildir.
Halkoylaması sonrasında gerek Erdoğan’ın, gerek Kılıçdaroğlu’nun, 72 milyonu kucaklayacak bir anayasa, ya da “oturur konuşuruz, uzlaşarak güzel bir anayasa yaparız” tarzındaki beyanları, kırıcı bir halkoylaması kampanyası ardından halkın moralini yükseltici ve ilerisi için ümit verici olmakla beraber, bizi aşırı bir iyimserliğe ya da yüksek beklentilere sevk etmemelidir. Halen, Türkiye toplumunu derin çizgilerle bölen ve yeni bir anayasanın mutlaka çözüm bulmak zorunda olduğu üç sorun vardır. Bunlar Kürt sorunu, din-devlet ilişkileri sorunu ve seçilmiş organlar üzerindeki askeri ve yargısal vesayet sorunudur. Bu sorunlar üzerinde makul çözümler gerçekleştirilemezse, zaten yeni bir anayasa yapımına girişmenin bir anlamı olmayacaktır.
Kürt sorunu hakkında, Türk ve Kürt kökenli vatandaşların çoğunluğunun kabul edebileceği ortalama bir çözüm, muhtemelen, bu sorunda iki uç konumu temsil eden MHP ve BDP’yi memnun etmeyecektir. Ancak unutmamak gerekir ki, anayasal uzlaşma ya da oydaşma (konsensus) hiçbir zaman yüzde yüzün mutabakatı değildir. Böyle mutlak bir oydaşma aranacak olursa, dünyada hiçbir ülke bir anayasa yapamaz, hatta hiçbir temel siyasal konuda karar veremez. Uzlaşmaya dayanan metinler, her zaman, pek çok kimsenin birinci tercihini ifade etmeyebilir; geniş bir çoğunluğun bu formülleri, hiç değilse ikinci tercihleri ya da birlikte yaşanabilir çözümler olarak kabul etmesi, gerçekçi senaryoların mümkün olan en iyisidir. Halkoylaması kampanyasında MHP’nin hiyanet iddialarına ve BDP’nin boykotuna rağmen yüzde 58 gibi güçlü bir çoğunlukla evet oyu çıkması, MHP’nin kaleleri olan illerde ciddi bir oy erozyonuna uğraması, BDP’nin boykot çağrısının ancak kısmen başarılı olması, bu konuda makul ortalama çözümlere ulaşılması şansını artırmaktadır.
Toplumumuzu bölen ikinci bir sorun boyutu, din-devlet ilişkileridir. Bu sorun elbette sadece üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasına indirgenemez. Onun dışında, Alevilerin ve gayr-i Müslim vatandaşlarımızın haklı şikâyetlerinin giderilmesi, mesela cem evlerine ibadethane statüsünün tanınması, zorunlu din dersleri konusunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Hasan ve Eylem Zengin kararının ışığında düzenlenmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsünün Alevilerin de temsiline imkân sağlayacak şekilde ele alınması, hangi mantık dışı gerekçelerle hâlâ açılmadığını anlayamadığım Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması, bu başlık altında değinilebilecek konulardan sadece birkaçıdır.
Uzun ve engelli bir yoldayız
Seçilmiş organlar üzerindeki vesayet mekanizmaları konusuna gelince, son anayasa değişiklikleri ile yargı vesayeti bir ölçüde hafifletilmiş, askeri vesayet konusunda da bazı olumlu adımlar atılmış olmakla beraber, Türkiye’de sivil makamlar-silahlı kuvvetler ilişikilerinin, hâlâ Batı demokarsilerindeki sivil gözetim modelinden hayli uzak olduğu, herhalde her tarafsız gözlemcinin kabul ettiği bir husustur. Yeni anayasa bu konuda da evrensel demokratik standartlara uygun çözümler gerçekleştirmeli. Kısacası, yeni anayasa konusunda nisbeten ümit verici bir atmosferin doğmuş olmasına rağmen, önümüzdeki yol kısa ve engebesiz değil. Herşeye rağmen, bu sorunlara ideolojik saplantılarla, maksimalist pozisyonlarla ve temelsiz korkularla değil, rasyonel ve yapıcı bir anlayışla yaklaşıldığı takdirde, ihtiyatlı bir iyimserlik hissetmemek için sebep yoktur.
04.10.2010, Star, Açıkgörüş