“Ergenekon bizim gerçeğimiz”

Türkiye bir korku cumhuriyetine dönüşmüş. Kimse kimseyle telefonda konuşamıyormuş. Akepeye karşı olanlar, milliyetçiler ve Atatürkçüler “Ergenekoncu” diye içeri alınıyorlarmış. Oysa Ergenekon diye bir örgüt yokmuş.

***

“Rüya bütün çektiğimiz” diyordu Ahmed Arif.

Yoksa bütün o yargısız infazlar, işkenceler, darbeler ve muhtıralar hayal miydi? Yoksa kendi halkına tuzak kurup, onları birbirine kırdırıp onların acılarından iktidar devşiren cuntacılar hiç var olmadı mı? Çorum, Maraş “münferit” veya “doğal” katliamlar mıydı? Hrant “milliyetçi duygularla” mı katledildi? Yaşadıklarımızın hiçbir “derin”liği yok muydu? Bütün bunlar olurken Türkiye “korku cumhuriyeti” değildi de, şimdi mi oldu?

***

Anlaşılan korku cumhuriyeti epeyce “sübjektif”miş…

Galiba gördüğünüzün ne olduğu biraz da baktığınız yere bağlıymış.

Darbe planları yaptıkları kışladan bakanlara, planı deşifre edilen cuntacılara sorarsanız, evet burası artık az da olsa bir “korku cumhuriyeti”. Çünkü onlar ilk kez telefonda konuşurken dinlendikleri kaygısını taşıyorlar; ilk kez ifade veriyorlar ve ilk kez tutuklanacaklarından korkuyorlar.

Biz korku cumhuriyetini asıl doksanlı yıllarda yaşadık. İnsanların güpegündüz evlerinden alınıp kaybedildiği, insanların olmayan JİTEM tarafından gözaltına alınan yakınlarından haber almak için çırpındığı, “Emniyetteymiş” diye duyunca daha az korktuğu yılları yaşadık. Ben o yılları Sivas Katliamıyla, Başbağlar Katliamıyla, öldürülen gazetecilerle hatırlıyorum; iki büyük medya grubunun kontrolündeki basının muhtıra bülteni gibi çıktığı 28 Şubat’lı günlerle, Ahmet Kaya’nın hüzünlü sesiyle, mührünü “Diyarbekr’e kanla basan” zulümle, 17.500 insan ve 3500 köyle, İHD ve Mazlumder’in açıkladığı aylık işkence ve gözaltında kayıp raporlarıyla ve hayatlarından endişe duyduğum arkadaşlarımla hatırlıyorum.

***

Şimdi ilk kez derin canavar kuyruğunu kaptırmış görünüyor.

Ve buradan bakınca Türkiye asıl şimdi tarihinde ilk kez korku cumhuriyetinden çıkmaya çalışıyor.

İşte Ergenekon Davası bu bakımdan hayati bir önem taşıyor.

Ama gelin görün ki, birileri de boş durmuyor. Son zamanlarda, özellikle de Batı basınında, derin devlet yargılamalarını bir hukuk cinayeti gibi göstermeye yönelik çok sayıda yazı çıkıyor. “Bu dava laik muhalefeti tasfiye operasyonudur” şeklinde özetlenebilecek bir propaganda bu. Birileri Ergenekon’a ilişkin yargı sürecinin uluslararası kamuoyundaki meşruluğunu zayıflatmaya ve böylece hukuki süreci ayakta tutan iradeyi engellenmesi için Batılı devletleri ikna etmeye çalışıyor. Çoğunlukla da, içeride “bu hükümet batıcı, ülkeyi ABD’ye Avrupa’ya satıyor” diyenler yapıyor bunu.

Davanın gidişatıyla ilgili eleştirilerden ibaret olsa tamam. Kimin yok ki? Genellikle yargılananlara yakın duranlar davanın geniş tutulduğundan yakınıyor, yine genellikle onlara muhalif olanlar dar tutulduğundan. Davanın darbe tehdidine odaklanması, Fırat’ın doğusuna yeterince ulaşmaması, mağdurların müdahil olma taleplerinin reddedilmesi ve ensesi kalın olmayan Ergenekon tutuklularına düşük standart uygulanması gibi eleştiriler de insan hakları savunucuları tarafından sıkça dile getiriliyor.

Ama “yoktur” demek başka.

***

Dünyanın bir şekilde kafasının karıştırılmak istendiği ve Ergenekon’a ilişkin tek İngilizce raporun Jenkins’in pespaye propaganda broşürü olduğu bir ortam, insan hakları savunucularına çok daha ciddi bir ödev yüklüyor. Siyasi ve hukuki olmaktan öte ahlaki bir ödev bu.

Belki “boşuna” diyeceksiniz. Çünkü “yoktur” diyenler dahil, aslında Türkiye’de herkes neyin ne olduğunu bal gibi biliyor. Bütün bu yaşadıklarımıza ve gördüklerimize rağmen -sanki metafizik bir konudan söz ediyormuşuz gibi- hala “yoktur” diyenlere laf yetiştirmeye çalışmak da gereksiz.

Devletler de önemli değil. Onlar da vara yoğa göre değil, genellikle dengelere göre hareket ediyorlar.

Ama dünyadaki dezenformasyonu gidermek ve Türkiye’de ne olup bittiğini gerçekten anlamak isteyen dünyanın insan hakları savunucularına ulaşmak önemli.

Özellikle de bu ülkenin olağan kurbanları için. Kırılgan grupları için.

Kafes gibi dehşet verici iddiaların yargıya taşındığı bir ortamda can güvenliklerinden yana kaygı duyan gayrimüslim vatandaşlarımız açısından derin devletin tasfiye edilmesi sadece demokrasi meselesi değil, doğrudan yaşama hakkıyla ilgili, her anlamda “hayati” bir gerekliliği ifade ediyor. Müslüman çoğunluğun, Kürtlerin ve diğerlerinin de sorunu bu; çünkü aslında bütün toplumu ittihatçı zalimlerin, derin devletin ve onun muhteris cuntacılarının mengenesinden azade etmek gibi bir anlam taşıyor.                                                               

***

İşte “Ergenekon Bizim Gerçeğimiz” başlıklı rapor, böyle bir ortam ve kaygının ürünü olarak dünyaya geldi.

İki buçuk aylık bir çalışmaydı bu. Siyasi anlamda hiçbir kesime veya ideolojiye indirgenemeyecek, etnik ve dini bakımdan çeşitlilik arzeden 50’ye yakın kişi, liberal, sosyalist, İslamcı, Türk, Kürt, Ermeni, Müslüman, Hıristiyan… iki gün süren bir workshopta bir araya geldik ve “hayır Ergenekon fasafiso değildir, o bizim gerçeğimizdir, niteliği de şudur” şeklinde özetlenebilecek bir çalışma yaptık. Ergenekon konusunda bir şekilde tedavülde olan iddiaları alt alta sıralayıp, konuyla ilgili insan hakları hukukçularına, kanaat önderlerine ve siyaset bilimcilere dağıttık. Benzer iddiaları ilk gün sivil toplumun, basının ve akademyanın temsilcileriyle, ikinci gün de insan hakları hukukçularıyla geniş biçimde ele aldık.

Asker bürokratlar dahil herkesin konuştuğu bir konuyu ele almak, ama aynı anda yürüyen bir dava olduğunu da unutmamak (örneğin somut kişilerle ilgili hüküm vermemek) ve adil yargılanma hakkını Ergenekon sanıkları için de savunmak gibi konularda kimsenin itirazı olmadı. Örneğin, Ergenekon Davasıyla ilgili olarak dile getirilen uzun tutukluluk süresine ilişkin bazı eleştirilerin haklılığı da ifade edildi; bunun bu davaya özgü olmadığı, tutuklama müessesesinin Türkiye’de öteden beri yanlış uygulandığı da vurgulandı (Geniş bilgi için hala yargı önüne çıkarılmayı bekleyen KCK sanıklarına bakınız). Adil yargılanma hakkını ilk kez Ergenekon Davası dolayısıyla hatırlayanlardan -örneğin tarihi boyunca bu konudaki ilk açıklamayı bu dava dolayısıyla yapan Genelkurmay’dan- farklı olarak, bu çalışmada yer alan insan hakları savunucuları, öteden beri bu hakkı kategorik olarak herkes için savunan insanlardı ve bunu tartışmadılar bile.

Sonuçta ortaya sanatsız ve süslemesiz, gayet açık ve herkesin anlayabileceği ve hiçbir kesime indirgeyip mahkum edemeyeceği bir rapor çıktı.

***

Biliyoruz, bugün bizimle yan yana duran herkes “saf ve temiz duyguların insanı” değil.                                                                                          

Biliyoruz, birileri bu davayla sırf nefsi müdafaa kaygısıyla ilgileniyor; bazıları eğer kendilerinin hedefte olduğuna inanmasalardı rahatlıkla görmezden de gelirlerdi; ve biliyoruz, yarın şartlar değiştiğinde onlar da “bu boru” türünden bir tutumu rahatlıkla alabilirler.

Ama onlar ne niyetle bugün doğru yerde dururlarsa dursunlar, yarın ne yaparlarsa yapsınlar, bu gerçekten bizim meselemiz; bu ülkede başta yaşama hakkı olmak üzere özgürlük, adalet ve barış gibi değerlerin egemen olması için çabalayanların meselesi.

Ve özünü inkar etmeden, hukuka uygun biçimde sonuna kadar gitmesi için onu milyonlarca gözle izlemek, aksadığı yerde düzeltmek ve daha derine inmek isteyen iradeye güçlü bir sivil destek vermek gerek.

Bugün sırf hükümete gıcık olduklarından dolayı bu toplum için hayat memat meselesi olan böylesi bir olayda sessiz kalanları vicdanlarıyla baş başa bırakalım.

Ülkenin bıçak sırtında olduğu, bir yandan 1990’ların alacakaranlığına, diğer yandan özgür bir sosyo-politik düzene doğru salındığı bir tarihsel anda, en küçük bir katkının bile devasa bir etki gücünün olduğu bir ortamda, adaletin sesinin çok daha güçlü çıkması için çalışmak zorundayız.

Bugün devletin derin dehlizlerdeki irini akıtmak için risk alanlar için; Doğan Öz’den başlayarak bu kirli ağın sayısız kurbanının hakkını aramak için; gelecekte tetikçilik yaptırılıp hayatı karartılacak gençler için ve belki inanmayacaksınız ama suçlu olanların ceza ile arınıp temizlenmeleri için (Çünkü Sokrates’in dediği gibi, suçlunun cezalandırılmaması ona yapılan kötülüktür) ve başkalarını arınma gerektirecek cürümler işlemekten alıkoymak için…

İnsan hakları savunucuları, ihlalciler ve mağdurlar olarak, hep beraber “korku cumhuriyeti”nden gerçekten kurtulmak için.

Açıkça risk alarak birlikte ürettiğimiz bu raporun özü tam da bu.

Star, 06.07.2010

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et