Bilindiği gibi Başbakan bu olayda saldırı oklarını sadece İsrail’e değil; onun arkasında durarak İsrail’in şimdiye kadar işlediği bütün suçlardan birinci derecede sorumlu olan ABD’ye, Filistin meselesinde üç maymunu oynayan Avrupa’ya, orada da durmayıp BM Güvenlik Konseyi’nde sahip oldukları veto hakkı sayesinde dünya patronluğunu sürdüren Rusya’ya ve Çin’e de yöneltti. Son zamanlarda sıkça yaptığı gibi, bir kez daha BM Güvenlik Konseyi’nde uygulanan antidemokratik, eşitliğe aykırı ve dünya halklarına karşı büyük bir saygısızlığın sembolü olan veto hakkı uygulamasını da yerden yere vurdu.
Bu sert ve kökten çıkıştan rahatsız olanlar, ateşkesin sağlanmasında Türkiye’nin değil de Mısır’ın (tabii aslında Clinton’ın) etkili olmasını da Erdoğan’ın izlediği “yanlış” politikanın ve üslubun bir sonucu olarak gördüler ve özetle şunu söylediler: Türkiye İsrail’le Arap dünyası arasında bir köprü olabilir, sorunlarda arabuluculuk rolü üstlenebilirdi. Bu pozisyon Türkiye’nin bir avantajı idi. Ama izlediği yanlış politika yüzünden (önce one minute, sonra Mavi Marmara) Erdoğan bu pozisyonunu kaybetti. İsrail’le bütün ilişkilerini bitirdi ve işte şu son krizde de görüldüğü gibi etkisiz faktör haline geldi…
Arabuluculuk satükonun sürdürülmesine hizmet ediyorsa…
Bu eleştirinin haklı olup olmadığına karar vermek için önce şu “arabuluculuk” rolünün matah bir rol olup olmadığına bakmak lazım.
Arabulucular, on yıllardır İsrail’le Filistinliler’in arasını bulmayı mı başardı, yoksa her saldırı dalgasından sonra zaten istediği noktaya ulaşmış olan İsrail’i sözde durdururken gerçekte onun yeni pozisyonunu kabullenip “kazanılmış mevzi”ye dönüştürerek statükoyu devam ettirmeye mi?
On yıllardır ne oldu Filistin’de? İsrail’in saldırı dalgalarıyla, emrivakilerle gitgide genişlemesi, Filistin halkını daha küçük bir alana sürmesi, sindirmesi ve giderek o bölgede yaşayamaz hale getirmesi… On yıllardır olan bu işte. Eğer arabuluculuk bu durumun sürüp gitmesine hizmet ediyorsa, varsın Türkiye bunu yapmasın…
İsrail zaten ilelebet bombalayacak değildi Gazze’yi, elbette duracaktı. Şaron’un oğlunun hayal ettiği gibi Nagazaki’de yapılanı tekrarlayıp bütün Filistinliler’i toptan yok etmeyecekti. Her zaman yaptığı gibi, bu defaki saldırısının hedefine ulaştığını düşündüğünde bitirecek, sonra yeni bir genişleme dalgası ya da yeni bir sindirme operasyonu için yeni bir bahane, uygun zaman ve zemin bekleyecekti.
Bu arada siz ne yapmış olacaktınız? Onun bu büyük planında piyon rolü oynamaktan başka? İsrail’i yapacağını yaptıktan sonra (ve üç gün sonra aynı şeyi yine yapacağını bile bile) durdurmak marifet midir? Böylesi bir arabuluculuk matah bir rol müdür?
O zaman bırakın bu işi siz değil, Clinton yapsın… Kendi pisliğini kendisi temizlemeye, yarattığı canavarı kendisi dizginlemeye çalışsın. Hem statükoyu koruyup hem de kutsal müttefikinin çizmeyi aşmasını engellemek onun işi olsun!
Geleceğin güç dengelerini hesaplamak
Bugün Filistin sorununu çözümsüz kılan olgulara bakalım: ABD’nin İsrail’in arkasında olması, Avrupa’nın sinameki tutumu ve Arap ülkelerinin İsrail saldırganlığı karşısında birlik olamayışı, Filistinliler’in bölünmüşlüğü…
Eğer bu koşulların hepsini de değişmez görüyorsanız, İsrail her saldırdığında araya girip onu bir an önce sakinleştirmeye çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.
Ama eğer siz, önümüzde uzanan yılların, bugün Filistin sorununu çözülemez hale getiren güç dengelerinde çok önemli değişikliklere gebe olduğunu görüyorsanız, o zaman aldatmaca ateşkeslerde arabuluculuk rolü oynamak uğruna ilkesel tavır almaktan vazgeçmez; geleceğin güç dengeleri içinde kendinize bir rol biçer ve o rolü şimdiden oynamaya başlarsınız.
İşte Erdoğan bugün bunu yapıyor.
Yarın kaldığım yerden devam edeceğim…
Bugün, 23.11.2012