Evet, siyaset bir sapmadır. Bu nedenle toplumda bazı insanlar ona endişe ile bakar; siyaseti, hayat tarzından fedakârlık etme, taviz verme olarak algılar. Tabi bu bakış açısı belirli türden bir siyasi düşünceye ait. Başka bir anlayış da vardır ki o da siyaseti, praksis olarak görür: Sürekli ve daima kendi hayat tarzını başkalarına kabul ettirmek için çalışmak, kendi amaçlarını gerçekleştirmek için mücadele etmek. Bu ikincisi gerçekte kötü bir şey değildir ama siyaset de değildir, bir diyalektiktir (cedel) ve bu yöntem daha ziyade siyasetin değil ahlak ve dini inancın yöntemi. Başkalarını kendi iyilerinize çağırabilir, onları bildiğiniz doğru yola iletmek için praksis yapabilirsiniz. Böyle olduğu sürece hayat amaçlarınızı başkalarına da aktarmak için yaptığınız şeyler iyi ve gerekli ancak siyasete dönüştüklerinde kötü ve tehlikeli hale gelirler.
Siyasetin işlevi toplumsal barışı sağlamaktır. Siyaset uzlaşma ve fedakârlıktır, hayat tarzlarından bazen taviz vermeyi gerektirir. Hz. Muhammed’in Hudeybiye anlaşmasında metindeki “Allah’ın resulü” ifadesinin sildirmesine razı olması, siyaset için bir örnektir. Siyasete ihtiyaç duyarız çünkü onun yerine koyabileceğiz bir şey de yoktur. Aksi takdirde toplumu tek amaç etrafında toplamanız gerekir. Bunun bedeli ağırdır ve bu çoğu zaman şiddete yol açar ve daha büyük bir sapma biçimine dönüşür.
Peki, eğer bir sapma ise neden siyasete ihtiyaç duyuyoruz? Bunu birlikte yaşamak ve bir arada yaşamak şeklindeki pedagojik bir ayrımla anlatmak mümkün.
“Birlikte yaşamak” ve “bir arada yaşamak” insanların bir mekânı ortak olarak iki farklı şekilde kullanma biçimlerine işaret ediyor. Bazen bir mekânı paylaşmak için ahlaki ilkeler veya dini değerler yeterli olur, bazen de bunlar yeterli olmaz; siyasetin değerlerine ve hukukun yaptırımlarına ihtiyaç duyulur. Eğer bir toplumdaki insanlar, sorunlarını ahlaki yollarla çözebiliyorlarsa birlikte yaşamaya devam ederler. Bu sorunlar, çok köklü değildir. Toplum ortak, asgari bazı kural ve değerleri benimsiyor ve tahribata yol açacak çatışmalar olmuyorsa burada insanların birlikte yaşadığından bahsederiz. Bu aslında evdeki, mahalledeki, pazardaki, köydeki, dernekteki, ibadethanedeki yaşama biçimidir.
Birlikte yaşamak ahlaki bir fazilettir. İnsanlar, hayatlarını iyileştirmek ve mutluluklarını artırmak isterler. Bunun için ortak mekânları, ortak amaçlar için kullanırlar. Birlikte yaşamak, hayata renk katar ve onu kolaylaştırır. Bizim gibi düşünen ve yaşayan insanlarla daha mutlu olabiliriz. Fakat insanlar her zaman birbirlerine karşı bu duygularla yaklaşmazlar. Aynı mekânlarda bulunmayı istemezler ama mekânı paylaşmaya mecbur kalabilirler. Bu durumda onlar, birlikte yaşamazlar ama “bir arada” yaşarlar.
Bu açıdan birlikte yaşamakla bir arada yaşamak arasında fark vardır. Birlikte yaşamak, arzu edilen istenen ahlaki bir değerdir. Beraber yaşamanın en iyi şekli, “birlikte yaşamak”tır. Fakat çatışmaların olduğu ve bu çatışmaların toplumsal hafıza ve ahlaki birikimle çözülemediği yerler ve durumlar vardır. Ahlak ve toplumsal hafıza, sorunları çözmeye yetmez. Bu durumlarda devreye siyaset ve siyasetin değerleri girer. Bir arada yaşama, bu türden bir beraberliktir. Birlikte yaşayamadığımız zaman ya şiddet ortaya çıkar ya da ayrı yaşamak için göç ederiz. Bir arada yaşama beraber yaşamanın “en iyi” yolu değildir ama “ikinci en iyi” yoludur. Bir arada yaşamak, birinci en iyiden yani birlikte yaşamaktan bir sapmadır. Fakat bu sapma, mutluluğu ve barışı artırdığı gibi, en azından artırmasa bile onları sürdürmeyi ve korumayı sağlar. Bu nedenle o, erdemli bir sapmadır, ikinci en iyidir (ehven-i şer).
Siyaset “birlikte yaşamak” için zorunlu olarak ihtiyaç duyulan bir şey değildir ama “bir arada yaşamak” için gereklidir. Birbirinden farklı hayat tarzları, inançları ve beklentileri olan insanlar, aralarında belirli ilkeler üzerinde anlaşarak kişisel amaçlarının peşinden koşmaya devam ederler. Birbirlerinin hayat amaçlarını beğenmeseler de onlara tahammül göstermenin kendilerinin de tahammül görmesi için iyi bir yol olduğunu kabul ederler. Bu uzlaşı, zımnen de olsa sağlandığında ortaya siyasi ilkeler çıkar. O halde siyasetin bazı ilkeleri, bir arada yaşamanın da ilkeleridir. Bir arada yaşama ilkeleri, araçsaldır, varoluşsal değildir. Onlar, toplumun ürettiği tecrübeden çıkar; değerini bu tecrübeden alır ama meşruiyetini bu tecrübeden yani bir dünya görüşünden, ideolojiden ya da dinden almaz; barışı sağlamadaki ve bir arada yaşamaya imkân vermedeki işlevinden alır. Elbette milli, manevi, dini, bilimsel ve kültürel değerler, bir arada barış içinde yaşama bilincine önemli katkılar sağlarlar ama tek başlarına bir arada yaşamanın formüllerini vermeye yetmezler. Çünkü siyaset tam da değer verdiğimiz şeylerden karşılıklı olarak fedakârlık ve feragat etmekle gelişen bir değer alanıdır.
Bir arada yaşamaya yardım edecek ilkelerin ortaya çıkması, öncelikle bir barış dilinin oluşmasına bağlıdır. İnsanlar, bu dili birlikte konuşarak inşa ederler. Bir arada yaşamak için önce birlikte konuşmayı başarabilmek gerekir. Bu dil inşa edilemediğinde bunun yerine bir tahakküm dili ortaya çıkar.
Türkiye’nin bir arada yaşama sorunları, büyük oranda bu tahakküm kültüründen kaynaklanır. Bu kültür bizi, birlikte konuşmaktan, kendi sorunlarımıza odaklanmaktan alıkoymuş hatta kendimizden uzaklaştırmış ve bizi başkalarının sorunlarıyla ilgilenmeye itmiştir. Çoğu zaman kendimizle ilgili konuşamadığımız için başkalarının sorunlarını konuşmaya ve başkalarının toplumsal hafızasını tekrarlamaya devam etmişizdir. Bunun tipik örneği, Türkiye’de siyaset bilimcilerinin Türk siyasi hayatını çalışmak yerine Avrupa kültürünü çalışıyor olmaları ve buraya ait sorunlardan bihaber kalmalarıdır.
Son bir hatırlatma ile bitireyim: Duruma böyle bakarsak dostlarla siyasi çatışma yaşamak, siyaseti hiç anlamamak demektir. Elbette siyaset bir açıdan bakıldığında ailede ve mahallede de varlığını bir dereceye kadar hissettirir ama siyaset dostlar arasında gerekli olmaya başlamışsa dostluk bitmeye de başlamış demektir. “Birlikte” siyasi analiz yapmak bundan başka bir şeydir tabi.
25.06.2015, Yeni Söz