Bundan yaklaşık bir ay önce “Bizim Liberaller…” adlı yazımda AK Parti ile Cemaat kavgasında Cemaat’in devleti temsil ettiğini AK Parti’nin ise sivil toplumu temsil ettiğini belirtmiştim. Böylesine bir durumda rollerin yer değiştirdiğini ve Türkiye’de ilk kez resmi olarak 17 Aralık’ta patlak veren kavganın bir dizi problemler teşkil ettiğini de anlatmaya çalışmıştım.
Bugün ise son günlerde çok tartışılan hukuk meselesini ele alacağım. 17 Aralık’tan bugüne kadar gelinen süreçte ve yapılan tartışmalar sonucunda Osman Can’ın da ifade ettiği gibi ülke olarak “Nasıl bir yeni anayasa yapabiliriz?” sorusunun cevabı veriliyor. Bu olumlu bir gelişme. Lakin bir taraftan da hukuk üzerine özellikle Cemaat tarafından olumsuz fikirlerin söylendiği de malum.
Siyasal iktidar tarafından savcıların, hakimlerin, emniyet güçlerinin görevden alınmaları bir tartışma konusu. Dolayısıyla siyasal iktidarın yerine atadığı yeni kişiler de hem karakter bazında hem de hukuki bazda bir tartışma konusunu oluşturuyor. Peki bu gerçekten de tartışmaya açık olacak kadar geniş bir konu mudur?
Bu sorunun cevabını anlamak yargının içindeki otonom yapının meşruiyetiyle de ilintili. Şu şekilde ifade etmekte fayda var ki; Gülen Cemaati küresel etapta geniş bir network ağı olan bir organizasyon. Türkiye çıkışlı olmasına rağmen yerel bir cemaat değil. Dünya üzerinde çok geniş bir çevresi bulunan, bu çevresiyle orantılı bir şekilde ilişkileri bulunan bir “sivil toplum kuruluşu”
Cemaat bu DNA yapısıyla dünya üzerindeki tüm ülkelerin devletleriyle de geniş bir ilişki içerisinde. Geniş bir ilişki içerisinde olması onun o ülkelerde daha rahat bir şekilde yayılmasını ve faaliyetlerini de daha rahat yapabilmesini sağlıyor. Bunun gerekli olup olmadığı ya da gereğinin ne kadar olduğu da ayrı bir yazı konusunu oluşturuyor.
Yukarıda sorulan sorunun cevabını vermek açısından Gülen Cemaati’ni iyi tanımak şart. Bu kadar küresel bazda geniş bir ağı bulunan bu Cemaat’in Türkiye içerisinde seneler boyu sızdığı noktalardan seneler sonra bir iktidar mücadelesine girişmesi ve gücünü istediklerini yaptırmak olarak kullanması yukardaki sorunun da cevabını bize veriyor.
Şöyle ki; 2002’den bu yana kamu kademelerinde belli görevlere gelen yahut bu görevleri edinen Cemaat bir dini akım olmaktan çıkıp belli bir ideolojik akım haline gelmiş olması muhtemel olarak değerlendirilebilir. Hatta normaldir. Zaten devlet ideolojisine bulanmış bir Cemaat’in o nedenle bir sivil toplum kuruluşu sayılamayacağını da bir önceki yazıda anlatmıştım.
Türkiye’de 2002 yılından bu yana gerçekleştirilen demokratik reformlar bir kenarda dursun, Kemalist zihniyet ve otoriter derin güçler gözümüzü o kadar çok korkutmuş olacak ki Yıldıray Oğur’un da deyimiyle “kullanışlı aptal” olduğumuzu kabul etmeyecek kadar bir egoya da sahip değiliz. Gerek Ergenekon, gerekse Balyoz gibi yargılamalar Türkiye’de demokratik sürecin önünü açan davalar olarak görülebilir. Lakin bu ideolojik Cemaat yapılanmasının bunu kendi fikriyatına dönüştürmediği ne malumdur?
Yahu soruyu tersten soralım; peki bugün deliller bu kadar güçlüyse, Ergenekon’da gerçekten suç işleyen kişilerin suçları sabitleşmişse (ki bende birçoğunun suçlu olduğunu düşünüyorum) tekrar yargılanmadan neden bu kadar korkulur?
Bugün Cemaat medyasının, Cemaat’e mensup yargı ve emniyet mensuplarının gösterdiği refleksler tıpki otoriter ve Kemalist bir devlet refleksine benzer. Kısacası madalyon aynı madalyon. Sadece madalyonun arkasına bakıyoruz.
Cemaat’in yolsuzluk konusunda göstermiş olduğu refleksi nedense eğitim sisteminin değişmesinde, Çözüm Süreci’nin ilerlemesinde ve daha başka birçok konuda göremez durumdayız. Peki Cemaat senelerden bu yana devletin belirli ve önemli kademelerine sızaraktan kendi fikriyatını ve düşüncelerini tahakküm etmeye çalışmıyor mudur? Bunu hukuk yoluyla yapmak ve hukuki sektörlerde bir gettolaşma oluşturmak otonom yapıyı tarif etmez mi?
Tüm bu yaşananlara ilkokullarda bakkal defteri bilgisiyle okutulan yargı bağımsızlığı diyorsanız yargı tarafsızlığını nereye koyacağımız bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Bağımsızlığı sağlamak mesele değil de tarafsızlığı sağlamak asıl en önemli mesele olarak karşımızda. Nigel Ashford’un tabiriyle “gerçek adalet kimin ne yaptığıyla değil,yapılan şeylerle ilgilenir” cümlesine referansla; bugün ise yapılan neredeyse iki yıldır yürütülen soruşturmanın çıkar uyuşmazlığında ortaya çıkarılması ve buna göre bir kumpasın planlanması. Mesele gerçekten yolsuzluk soruşturmasıysa ve gerçekten mesele kim değil de yapılan şeyler ise Mustafa Sarıgül’ün dosyasından Şeffaf Türkiye’ye doğru emin adımlarla yürüyebiliriz.
Aynı şekilde Nigel Ashford’un Özgür Toplumun İlkeleri adlı kitabında Hukukun Hakimiyeti adlı bölümde bahsedilen “kanunların amacı bireyleri devlete karşı korumaktır” ilkesine dikkat etmemiz gerekiyor. Bugün yargı içindeki otonom yapının devletleşmesi ve asırlardır süregelen devlet refleksini kendine referans alması devleti bireye karşı korur konumuna getirmiştir. Mağdur olan birey, muktedir olan Devlet’tir. Bu devlet geleneğinin devam etmesi de otonom yapının ve bürokratik oligarşinin işine yaramaktadır.
Peki ne yapacağız?
Meselenin çok basit olduğunu bundan önceki yazılarımda da aktarmaya çalışmıştım. Seçilmişlerle – Atanmışlar arasında bir tercih şansımız var. Ve bu durumda tarafsız davranma lüksüne de sahip değiliz. Seçilmişleri ilk seçimde değiştirme hakkına sahibiz. Atanmışlara ise aynı durum sözkonusu değil. Bugün mesele de bence seçilmişleri denetleme hakkına sahip olup da özellikle de yargıyı neden eleştiremediğimiz ve yargının kararları çok masumane bir sebepten ötürü yanlış olsa bile neden saygı duymak zorunda olduğumuzdur?
Sonuçta ilahi bir güçle yönetilen bir yargı mekanizmamız yok. Elbette yargıda bir çeşit hatalar yapılabilir. Lakin bunun denetlenmesini nasıl sağlayacağız?
Asıl sorunun bu olduğuna inanıyorum. Hükümetin yaklaşık iki hafta önce askıya aldığı HSYK tasarısına yapılan eleştirilere bir bakın. Aslında korkulan, seçilmiş bir hükümet tarafından halk iradesinin temsiliyetiyle yapılan bir kanun değişikliği. Her şey bu kadar normalken seçilmişlerin bu ülkede yargıdaki otonom yapının üstünde olmasını istemeyen bir güç hala var. Soru da şudur; halkı temsil eden seçilmişler mi üstündür, yoksa ne olursa olsun yargı sistemi içindeki yargıya ilişkin kararlar alan otonom yapı mı?
Yazının en başında sorduğum sorunun cevabını bu son soruyla birlikte vermek gerekirse yargının gerek 28 Şubat’ta olsun, gerekse KCK’da olsun vermiş olduğu siyasi kararlara siyasetin siyasetle cevap vermesinden daha doğal ne olabilir? O yüzden seçilmişler gettolaşarak Demokles’in kılıcını keyfiyetlerince kullanan yargıdaki otonomlaşan yapıdan daha üstün değil midir yahut öyle mi olmalıdır?
Bu sorunun cevabı bizim geleceğimizi ve bundan sonraki hayatımızı belirleyecek kadar önemli. Peki yazının başlığını oluşturan “Bizim Liberaller…(2)” nereden geliyor?
Türkiye’de sağcının – solcunun kemikleşmiş fikirleri savunduğu bir yerde liberallere çok büyük görevler düşüyor. Bugün liberallik ve dolayısıyla liberalizm Hasan Cemal’in doğum günü kutlamasında boy göstermek değilse, Cengiz Çandar’ın vermiş olduğu kilolar liberalizmin temel ilkeleri arasında yer almıyorsa, Hak – Hukuk – Hoşgörü üçgeninde devrimci liberal olup Gezi Parkı’na destek vermek liberalizm olarak algılanamayacaksa Türkiye’de 17 Aralık’tan beri yaşanan meseleyi tekrardan düşünmekte fayda var.
Ve özellikle Türkiye’de en az bilenen ama en çok da yanlış bilinen liberalizmi atanmışlarla – seçilmişler arasında bıraktırmaya da kimsenin hakkı yok. Benim öğrendiğim, gördüğüm, okuduğum liberalizm liberal demokrasi ekseninde demokrasinin ve halk iradesinin yanında olmayı esas alır. Gerisi teferruat olacak kadar ince tartışmalardır.
Haftaya “Bizim Liberaller…” adlı yazı dizimin son bölümünü yazacağım. Birazcık polemik yazısı olacak. Şimdiden hazırlıklı olun.