Dünyada yoksullukla mücadele yaklaşımları ve temel politikalar

YOKSULLUK, dar anlamıyla insanın fiziksel ihtiyaçlarını yeterince karşılayabileceği maddi kaynaklardan yoksun olması olarak tanımlanır. Kavram, bu dar tanımını 17. yüzyıl İngiltere’sinde, dönemin büyük toplumsal değişimleri sonucu yapılan ilk yoksulluk çalışmaları sonucunda kazanmıştır.

Bu tanım yakın geçmişe kadar yoksulluk çalışmalarına yön vermişken, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni yaklaşımla, yoksulluğun yalnızca maddi kaynakların yetersizliği olmadığı, insanın kapasitesini kullanıp geliştirebileceği sosyal kaynaklardan mahrum olmasının da yoksulluk yarattığı yönündeki görüş güçlenmiştir.

Yoksulluğun “insanın kapasitesini kullanma ve geliştirmesi için fiziki ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecek kaynaklardan yoksun olması” olduğu yönündeki görüş, bugün yoksullukla mücadele politikalarını şekillendiren temel görüş haline gelmiştir.

Uluslararası alanda Birleşmiş Milletler’in (BM) yaklaşımını temsil eden bu görüş, ulusal düzeyde farklı türde refah devletleri ortaya çıkarmıştır.

Bugün, yoksullukla mücadelede baskın aktörler devletlerdir ve bu konudaki genel eğilim, yoksulluğu ortadan kaldırmaya ilişkin planlı yatırım ve politikaların oluşturulmasıdır.

Bu çalışmanın amacı da dünyada yoksullukla mücadelede öne çıkan aktörler olan devletlerin farklı yaklaşım ve politikalarını genel hatlarıyla ortaya koymaktır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDE TARİHSEL SÜREÇ VE YAKLAŞIMLAR

Yoksulluk, ilk ele alındığında fiziksel ihtiyaçların yeterince karşılanamaması olarak tanımlanmış, tarihsel süreçte değişen toplumsal koşullarla birlikte yoksulluğa ilişkin algı ve kavramsallaştırma da değişmiştir.

Yoksulluk şüphesiz tarih boyunca dar ya da geniş anlamıyla var olmuş, insanların bir kısmı fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarını yeterince karşılayabilecek kaynaklardan mahrum olmuşlardır.

Ne var ki yoksulluğun neden ve sonuçlarına ilişkin ilk sistematik çalışmalar İngiltere’de, 17. yüzyılda yaşanan ekonomik ve sosyal dönüşümler sonucu ortaya çıkmıştır.

Bu dönem yoksulluk fiziksel ihtiyaçlar baz alınarak tanımlanmış ve buna ilişkin mücadelede tek bir aktör öne çıkmamıştır. Bu dönem İngiltere devleti çeşitli sosyal yardımlar öngörmüşse de yoksullara yardımdasivil toplumun baskınlığı devam etmiştir.

Yoksulluğa bakış açısı değişmemiş olsa da yoksullukla mücadelede devleti önemli aktör haline getiren 19. Yüzyıl Bismarck Almanyası’dır. Alman siyasal düşüncesinin devlete bakış açısıyla şekillenen bu yaklaşımda, devlet aşkın ve paternal bir amaç olarak yoksullara yardım etmenin temel işlevi olduğunu iddia etmiş ve kendini buna sorumlu ve yetkili kılmıştır.

Yoksullukla mücadelenin sistematik bir yapıya kavuştuğu ve gerek uluslararası kuruluşlar gerekse devletler nezdinde gözde bir politika aracına dönüştüğü dönem II. Dünya Savaşı sonrasıdır.

Savaşın yarattığı yıkım sonucunda ortaya çıkan büyük yoksulluk, uluslararası kuruluşları ve devletleri harekete geçirmiş, gerek ulusal gerekse de küresel bazda yoksullukla mücadele için yeni vasıtalar geliştirilmiştir.

Devletler birer birer refah politikaları üretmeye yoğunlaşmıştır. Bu dönem refah devleti kavramının anlam bulduğu ve 1980’lere kadar devletler bazında yoksullukla mücadelede büyüyen refah devleti uygulamalarının şekillendiği dönem olmuştur.

Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve BM gibi uluslararası kuruluşların yoksullukla mücadele yaklaşımı ise 1990’lara kadar ekonomik kalkınma bazlı olmuş, bu kurumlar ekonomik kalkınmanın yoksulluğu ortadan kaldıracak en önemli vasıta olduğu gerekçesiyle kalkınma politikalarını desteklemişlerdir.

90’larda uluslararası kuruluşların yoksulluğa ilişkin yaptıkları çalışmalar, ekonomik büyümenin yoksullukla mücadelede tek başına yeterli bir araç olmadığını, ekonomik büyümeyle birlikte insan kapasitesine yatırım yapılmadığı sürece yoksulluğun ortadan kaldırılamayacağına ilişkin bir yaklaşım benimsemeye başlamışlardır.

Bugün DB, IMF gibi Bretton Woods kuruluşları ekonomik büyümenin, ekonomik dengenin ve gelir artışının yoksullukla mücadeledeki en önemli faktörler olduğunu düşünseler de eğitim, sağlık gibi insana ilişkin yatırımların önemine de vurgu yapmaktadırlar.

Bu konudaki en büyük vurgu ise BM Kalkınma Programı’na (UNDP) aittir. 90’lardan itibaren yoksullukla mücadele konusunda Bretton Woods kuruluşlarından daha kötümser bir yaklaşım sergileyen UNDP, Amartya Sen’in şekillendirdiği bir anlayışla, yoksulluğun bazı ciddi politikalar üretilmediği sürece artma eğiliminde olacağına, bu nedenle tüm ekonomik faaliyetin insan kapasitesinin arttırılmasına yönlendirilmesi gerektiğine vurgu yapmış ve insani gelişme kavramını ortaya çıkarmıştır.

DB, IMF, DTÖ gibi uluslararası kuruluşlar gelirin küresel dağılımı ve küresel ekonomik büyümenin sonucunda yoksulluğun azaldığına ilişkin daha iyimser bir yaklaşıma sahipken, UNDP insani kapasiteler (uzun ve sağlıklı bir yaşam, yüksek bir eğitim seviyesi, makul düzeyde bir hayat standardı için gerekli kaynak) gelişmediği sürece ekonomik büyümenin yoksullukla mücadelede pek bir anlam ifade etmeyeceğini, çünkü tıpkı sağlıklı olmayan bir insan için servetinin bir öneminin olmaması gibi, iktisadi büyümenin gerçek amacının insan kapasitesinin geliştirilmesi olmadığı sürece yoksullukla mücadelede bir öneminin olmayacağını vurgulamıştır.

Günümüzde, UNDP’nin bu yaklaşımı gerek uluslararası alanda gerekse devletler nezdinde daha fazla yer bulmuş durumdadır. Bugün birçok devlet yoksullukla mücadelede refah devleti politikaları üretirken insani gelişme yaklaşımını baz alarak yatırım yapmaktadır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDE DEVLETLERİN YAKLAŞIM VE

POLİTİKALARI

Günümüzde, yoksullukla mücadelede en öne çıkan aktörler devletlerdir. Devletler, tarihsel süreçte yoksullukla mücadele politikaları üretme meselesini gözde birer konu haline getirmiş ve bu kapsamdaki alanlarını her geçen gün büyütme eğiliminde olmuşlardır.

Devletlerin tarihsel süreçte yoksullukla mücadelede üç farklı yaklaşımı benimsemiş oldukları söylenebilir. Bunlardan ilki dolaylı yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, kaynakların ekonomik büyüme için kullanılması ve büyüme yoluyla yoksulluğun olumsuz koşullarının ortadan kaldırılması gerektiği düşüncesi egemendir.

İkinci yaklaşım ise doğrudan yaklaşımdır. Buna göre, devletler doğrudan ve somut program ve politikalar üretmeli ve yoksul kesimlere direkt transferlerde bulunmalıdır. Son yaklaşım, radikal reformcu yaklaşım ise üretim araçları ve ilişkileri değiştirilmeden yoksulluğun ortadan kaldırılamayacağını ve kaynakların eşitlikçi yeniden dağıtımını öngörmektedir. Bugün, yoksullukla mücadelede devletlerin benimsediği en yaygın yaklaşım doğrudan olup, bu mücadeleyi sosyal yardımlar aracılığıyla yürütmektedirler.

Devletler bazında baktığımızda, ABD, Avusturya, Kanada, İngiltere gibi Anglosakson ülkelerde yoksullukla mücadelede dolaylı yaklaşım benimsenmiş ve refah devleti göreceli daha liberal örgütlenmiştir. Bu ülkeler için genel inanış, yoksulluğun ekonomik büyüme yoluyla ortadan kalkacağı yönünde gelişmiş ve refah yardımları yoksul kişilerin yeniden iş piyasasına kazandırılması için araç olarak kabul edilmiştir.

Bu ülkelerdeki sosyal yardımlar ılımlı transferler şeklinde düzenlenmekte ve yardımlar genelde nakit olarak yapılmaktadır. Yardımlar bu ülkelerde daha çok genel vergilerden finanse edilmekte ve muhtaç olmak temel koşul sayılmaktadır.

Bu ülkelerde yoksullukla mücadele, yaşamın genel risklerini minimuma indirmek amacına göre şekillenmektedir.

Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların yoksullukla mücadele yaklaşımı 1990’lara kadar ekonomik kalkınma bazlı olmuş, bu kurumlar ekonomik kalkınmanın yoksulluğu ortadan kaldıracak en önemli vasıta olduğu gerekçesiyle kalkınma politikalarını desteklemişlerdir.

Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, Fransa, İtalya gibi Kıta Avrupası ülkelerinde refah devleti daha koorporatist örgütlenmiş ve doğrudan yaklaşım benimsenmiştir.

Bu ülkelerde devlet, cemaat ve aile yoksullukla mücadelede önemli aracı kurumlar olarak kabul edilmektedir.

Yoksullukla mücadelede bunlar arasında devletin esas rolü üstlenmesi gerektiğini öngören yaklaşımla, bu ülkeler büyük sosyal sigorta programları geliştirmiştir.

Bismarck Almanyası’ndan bu yana oldukça kurumsallaşmış bu refah devletlerinde oluşturulan sosyal sigorta sistemi, çalışanların gelirlerinden kesilen katkı paylarıyla finanse edilmekte ve sosyal yardımın şartını katkı payı ödemiş olmaya bağlamaktadır.

Muhafazakâr bir anlayışla kişileri çalışmaya sevk etme amacı taşıyan bu ülkelerde sosyal yardımların temel amacı çalışılarak elde edilen düşük gelirleri telafi etmektir.

Her ne kadar ABD, İngiltere gibi ülkelerdeki sistemler de kişileri çalışmaya teşvik amacı taşısa da korporatist modelin daha kurumsal olması dolayısıyla liberal modelden daha başarılı olduğu iddia edilmektedir.

Günümüzde yoksullukla mücadele ve refah devleti uygulamalarında en başarılı sayılan ülkelerin İsveç, Norveç ve Danimarka gibi sosyal demokrat refah devleti modeline göre örgütlenmiş devletler olduğu kabul edilmektedir.

Bu ülkelerde sosyal yardımlar, orta sınıfın yaşam standartları baz alınarak yapılmakta ve kişilerin yardım sistemine katkısının olup olmadığına bakılmamaktadır.

 Sosyal haklar anlayışıyla şekillenmiş bu sistemlerde bireylerin kendilerini gerçekleştirme kapasiteleri için belirli standartlarda kaynağa sahip olmaları önemlidir. Dolayısıyla bireylere istihdam sağlanması temel önceliktir.

Kendine istihdam sağlanan bireyin kendine güveni yerine geldikten sonra yardımlara ihtiyaç duyma düzeyi de azalacaktır. Bu ülkeler sosyal yardımların en fazla sağlandığı ülkeler olmakla birlikte bu doğrultuda kişilerin üzerindeki vergi yükünün de fazla olduğu ülkelerdir.

SONUÇ: BAŞARI HENÜZ KANITLANMADI

Yoksulluk tarih boyunca ne kadar var olmuşsa, insanın yoksullara yardım deneyimi de o ölçüde kurumsallaşmıştır. Yoksullukla mücadelede modern döneme kadar esas rolü sivil toplum üstlenmiş ve yoksullara yardım sivil toplum kuruluşları aracılığıyla kurumsallaşmıştır.

Devletin yoksullukla mücadeleyi kendinde temel sorumluluk ve yetki görmesi Bismarck Almanyası’nda şekillenmeye başlamış ve II. Dünya Savaşı sonrası refah devleti ile nihai halini almıştır.

Bugün, yoksullukla mücadelede en öne çıkan aktör devletler, devletler nezdinde tek kabul gören ve uygulanan yöntem ise refah devleti uygulamalarıdır. Bu uygulamaların en yaygını yoksullara doğrudan sosyal yardımlar yapmak şeklindedir.

Yoksulluğun nedenlerine ilişkin farklı birçok bakış açısı olmasına rağmen, bugün literatürde ve pratikte yoksullukla mücadelede en fazla kabul gören yöntem devletlerin oluşturduğu planlı yatırım ve kamu politikalarıdır.

Ne var ki çok uzun süredir kullanılıyor olmasına rağmen bu yöntem kamu harcamalarını ve vergi yükünü arttırırken yoksullukla mücadelede başarılı olduğu henüz kanıtlanamamıştır.

Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların yoksullukla mücadele yaklaşımı 1990’lara kadar ekonomik kalkınma bazlı olmuş, bu kurumlar ekonomik kalkınmanın yoksulluğu ortadan kaldıracak en önemli vasıta olduğu gerekçesiyle kalkınma politikalarını desteklemişlerdir.

Kaynakça:

> Alesina, A. ve E. L. Glaeser, Fighting Poverty in the US and Europe, Oxford University Press, 2004, New York,

> Esping-Andersen, G., “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, Sosyal Politika Yazıları, der. A: Buğra, Ç. Keyder, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006.

> Esping-Andersen, G., The Three worlds of Welfare Capitalism, Cambridge: Policy Press, 1990.

> Flora, Peter ve A. J. Heidenheimer, “The Historical Core and Changing Boundaries of the Welfare State”, The Developement of Welfare States in Europe

and America, (der.) Flora, Peter ve Heidenheimer, London: A. J. , Transaction, 1990.

Dernekler Dergisi, 21.05.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et