2011 genel seçimlerini önemli kılan iki temel beklenti vardı: Toplum bu seçimlerin ertesinde teşekkül edecek parlamentodan, toplumsal sözleşme niteliğini taşıyacak yeni bir anayasa yapmasını ve Kürt meselesini demokratik bir çözüme kavuşturmasını bekliyordu.
Yeni anayasa ve Kürt meselesi gibi birbiriyle yakından irtibatlı iki konu 12 Haziran seçimlerinin ana tartışma ve vaat alanı haline gelince, hem partilerin Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yaptıkları mitingler hem de bu bölgelerde elde edilecek sonuçlara da daha fazla değer atfedildi.
1990’lı yıllara gelinceye kadar Kürt siyasetçiler, genellikle merkez sağ ve merkez sol partilerde yer alıyor ve kitlelerin taleplerini bu merkez partilerin programları dâhilinde siyasi alana aktarmaya çalışıyorlardı. Ancak 1990’da Halkın Emek Partisi (HEP) kuruldu ve bölgenin siyasi yapısı radikal bir değişime uğradı. Etnik talep merkezli bir siyasi çizgi izleyen HEP ve onun ardılı siyasi partiler zaman içerisinde bölgede büyük bir siyasi güç kazandılar. Bir yandan merkezin sağında ve solunda yer alan siyasi partilerin, Kürt meselesine duyarsız kalmaları ve güvenlikçi politikalara teslim olmaları, diğer yandan devletin uyguladığı anti-demokratik politikalar ve hak ihlalcisi pratikler, HEP siyasi geleneğini izleyen partileri Kürtlerin demokratik taleplerini dillendiren tek güç haline getiriyordu.
2002’ye gelindiğinde HEP’in devamı olan DTP, bölgenin siyaseten hâkimi konumundaydı. Mesela 2002 genel seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’daki 16 ilin 12’sinde DTP birinci partiydi. (DTP Ağrı, Batman, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak ve Van’da; AKP Adıyaman, Bingöl ve Şanlıurfa’da; DYP ise Ardahan’da en çok oy alan parti olmuşlardı.) Ancak 2002 seçimleri ile birlikte bölgede siyasi dengelerin değişmeye başladığına dair belirtiler uç vermeye başladı. Türkiye genelinde 28 Şubat partilerinin tasfiyesiyle sonuçlanan bu seçimler, bölgede DTP’ye karşı yeni bir siyasi güç merkezi olarak AKP’nin ortaya çıktığını gösteriyordu. DTP tek başına değildi ve artık bölgede AKP ile DTP’den oluşan yeni bir siyasi durum söz konusuydu.
2002 ile 2007 arasında geçen sürede bu iki partili siyasi yapı AKP lehine işledi. 2007 seçimlerinde DTP büyük bir oy kaybederken, sivil bir söylem tutturan AKP ise tüm Türkiye’de olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu’da da oylarını önemli oranda artırdı. DTP, 2002’de 12 ilde birinci parti iken, 2007’de bu sayı 5’e düştü (Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Muş ve Şırnak) ve geri kalan illerin tamamında AKP birinci parti oldu. 2007’de AKP’yi DTP’den daha büyük bir oy oranına ulaştıran iki başat faktör vardı: Biri, merkezdeki diğer siyasi partilerin militer diline karşılık AKP’nin Kürt meselesine ilişkin demokratik çözümü öne çıkartmasıydı. Diğeri ise AKP’nin bölgenin ekonomisinin geliştirilmesine ve altyapısının düzenlenmesine ilişkin yaptıklarıydı. AKP’nin ekonomik ve demokratik adımları seçmenin teveccühünü kazanmış ve AKP bölgede DTP’ye üstünlük sağlamıştı.
2011 seçimlerine gelindiğinde, 2002’den beri varlığını sürdüren ikili siyasi yapının ana hatlarıyla devam ettiğini söylemek mümkün. Her ne kadar bu seçimlerde Kılıçdaroğlu CHP’si, Baykal CHP’sinden farklı olarak, Kürt meselesi üzerinden bölgeye dönmeye gayret etmişse de CHP henüz bölgede bir siyasi güce dönüşmedi. Dolayısıyla siyasi mücadele yine BDP ve AKP arasında geçti.
BDP, bu seçimlerde iki önemli açılım yaptı. İlk olarak, BDP ve PKK dışındaki Kürt gruplarla bir ittifak yapmaya çalıştı ve bunu başardı. KADEP ve HAKPAR ile ‘Kürt ittifakı’ adı verilen birlikteliği sağladı. Sembolik olarak önemli bir hamleydi. İkinci olarak BDP, mütedeyyin kesime seslenen adayları (Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi) listesine aldı. Böylece sürekli olarak eleştirildiği bir konuda, muhafazakâr bir seçmen tabanına sahip olmasına rağmen politikalarında bu seçmenin hassasiyetine uygun bir politik dil kullanmadığı ve politika geliştirmediği eleştirilerini bertaraf etmeye çabaladı. BDP’nin gerek kendi dışındaki Kürtlere ve gerek muhafazakâr tabana açılması kamuoyunda olumlu karşılandı.
AKP ise, 2007’den farklı olarak, genel olarak milliyetçi bir dil kullandı. Türkiye’de MHP’yi baraj altında bırakma stratejisinin bir sonucu olarak AKP, bölge politikalarında demokrasiye ve özgürlüğe vurgu yapmaktan kaçındı, geçmişte yapılan demokratik adımlara dikkat çekti ve özellikle hizmet politikalarını öne çıkardı. BDP’ye karşı çok sert bir dil kullanan Başbakan, BDP’yi ‘terör partisi’ olarak niteledi ve herhangi bir şekilde bir uzlaşmaya kapı bırakmadı.
İki partinin izlediği bu politika AKP’yi olumsuz, BDP’yi olumlu şekilde etkiledi. Bölgenin genelinde AKP birinci parti olma durumunu korumasına rağmen, BDP’nin etkili siyaset yaptığı illerde -bilhassa belediye başkanlığını elinde tuttuğu sekiz ilde- AKP’nin oyları azaldı. Gerçi AKP’nin izlediği seçim politikasının bölgede ona çok daha fazla oy kaybettireceği düşünülüyordu ama oylardaki azalma dramatik bir boyuta varmadı. Bunda seçmenin hem AKP’nin geçmişte yaptıklarına verdiği değer, hem de seçim döneminde dillendirdiği otoriter ve milliyetçi söylemin arızi bir durum olduğuna ve seçimden sonra bunun terk edileceğine inanması önemli rol oynadı.
BDP, hem oy oranını, hem de milletvekili sayısını artırdı. BDP geleneği, 2002’deki yüzde 6,2’lik oyla en yüksek seviyeye çıkmıştı, 2007’de ise yüzde 4’lük oyla, bu siyasal geleneğin en düşük oyunu almıştı. 2009 yerel seçimlerinde yüzde 5,6 alarak toparlanmaya başlayan BDP’nin 2011 seçimlerinde bazı yerlerde (örneğin Urfa ve Antep gibi) beklediği oy oranına ulaşmasa da toparlanma sürecinin devam ettiğini söylemek mümkün.
BDP açısından önemli olan, milletvekili sayısını artırmasıydı. BDP’nin bu beklentisi büyük oranda gerçekleşti; 2007’de 22 olan milletvekili sayısını (saat 20.30 itibarıyla) 34’e çıkardı. BDP’nin güçlü bir gruba sahip olması hem Kürt meselesinin parlamento çatısı altında çözülmesi hem de yeni anayasanın yapılması için önemli bir fırsattır. Bundan sonra yapılması gereken, BDP ile AKP arasında -seçim sürecinin tersine- olumlu bir işbirliği sağlamak olmalıdır.
Zaman, 13.06.2011