Klasik liberaller dil hakkında konuşmayı ve yazmayı sever. D. Hume – A. Smith – C. Menger – F. A. Hayek geleneğine göre dil kendiliğinden doğan düzenin en güzel örneklerinden biri. Bir düzen bir kurallar bütünüdür. İnsanların davranışları bu kurallarla regüle edilir. Böylece insanların hayatlarına öngörülebilirlik kazandırılır. Bireyler buna dayanarak başka insanlarla, bilhassa tanımadıklarıyla, güvene dayalı ve faydalı sonuçlar üreten ilişkiler geliştirebilirler. Buraya kadar olanı belki de birçok kimse kabul edecektir. Evrimci klasik liberal geleneğin söz gelimi rasyonalist liberal geleneklerden ve diğer tüm rasyonalist fikir çizgilerinden farklılığı bu düzenin doğuşunu izahta ortaya çıkar. Çoğu yaklaşım bir düzen varsa o düzenin bir de kurucusu olması gerekir diye düşünür. Buna göre, kurucu fiili anlamda teşhis edilebilir bir otorite, soyut anlamda aklın yaptığı kurgular olmalıdır. Evrimci klasik liberaller böyle düşünmez. Onların anlayışına göre bir düzen onu yaratan belirgin bir otorite olmadan da ortaya çıkabilir. Düzen içinde yer alanlar banisi olmayan kurallara uymak suretiyle düzenin ortaya çıkmasını sağlar ve düzenin parçası olur. Dil bu tür düzenlerin en ilginç ve güçlü örneklerinden biridir. Her dil kelime sıralanmasıyla ilgili bir kurallar bütünüdür. Dilleri birbirinden farklılaştıran kelimeler değil kelimelerin dizilişidir. Daha da ilginci, dil kuralarına uymak için dilin kurallarını bilmenin ve izah edebilmenin gerekli olmaması. Bir dil ortamında doğan ve büyüyen kişiler, o dilin kurallarıyla ilgili hiçbir tahsil görmedikleri hâlde dili gayet iyi konuşabilir, kullanabilir. Bu yüzden bütün diller bir çeşit mucizedir ve her dile saygı göstermek gerekir.
Türkçe diller arasında bir dil. Uzunca bir geçmişi ve kendine mahsus özellikleri var. Ne var ki, Türkçenin 20. Yüzyıl’daki tarihi tam bir talihsizlik. Önce zora dayalı bir alfabe değişikliği ve ardından gelen yine zora dayalı ırkçı mantıklı sadeleştirme çabaları Türkçeyi erozyona uğrattı. Bu yüzden nesiller arasındaki kültürel süreklilik de önemli ölçüde kesildi. Türkçenin ifade kabiliyeti çok geriledi. Bugün ülkemizde şahit olunan fikir çoraklığının en önemli sebeplerinden biri bu. Bugün, meselâ, Öztürkçe denen ne olduğu belli olmayan dili esas alarak yazılan veya çevrilen bir felsefe kitabını okumak ve anlamak neredeyse imkânsız.
Çeviri yapmak meşgalelerim arasında olduğu için durumu yakından biliyorum. Bir örnekle anlatayım. Hayek birçok önemli esere imza atan büyük bir filozof. Kendimi onun öğrencisi addettiğim için eserlerini mümkün olduğunca Türkçeye aktarmaya ve aktartmaya çalışıyorum. Hayek eserlerini ortalama 15 bin kelime kullanarak yazıyor. Biz ise aynı eserleri yaklaşık 3000 kelimeyle çevirmeye çalışıyoruz. Olmak, yapmak gibi mastarlardan kelimeler uydurmaya çalışıyor veya daha önce uydurulmuş saçma sapan kelimeleri kullanıyoruz. Ancak, bu çeviri eserleri okuyanlar aynı eserlerin orijinalini okudukları zaman aldıkları bilginin ve hazzın yarısını bile alamıyor.
Daha somut bir örnek vereyim. Hayek’in 1944’te yayımlanan Kölelik Yolu adlı ölümsüz eseri 15 bölümden oluşmakta. Kitabın ilk 8 bölümü merhum Aydın Yalçın’ın önerisi ve teşvikiyle 1948’te Turhan Feyzioğlu tarafından çevrildi ve Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nde yayımlandı. Geri kalan 7 bölümü ise merhum Yıldıray Arsan ve bu fakir tarafından çevrildi. Bizim çevirimizin de ülkenin ortalama standartları açısından gayet başarılı olduğuna inanıyorum. Kitabı okuyanlar bunu teslim edeceklerdir. Ancak, itiraf etmek zorundayım ki, Feyzioğlu hocanın çevirdiği bölümler anlam ve ifade zenginliği bakımından bizimkinden çok daha başarılı. Diğer faktörleri sabit varsayarsak, bunun yegâne sebebi, ilk 8 bölümün çevirildiği 1940’lardaki Türkçe ile kalan 7 bölümün çevirildiği 1990’lardaki Türkçenin ifade kabiliyeti arasındaki farklılık.
İşte bu gerçeklerin ışığında Osmanlıcanın daha fazla öğrenilmesi yolunda atılacak ama gönüllülüğe dayanacak ve öğrencilerin tercih yelpazesini daraltmayacak şekilde planlanacak adımları destekliyorum. Hatta daha fazlasının olmasını temenni ediyorum. Yeni bir harf değişikliğine gitmek 1920’lerdeki suçu ve cinayeti tekrarlamak olur. Ama mevcut alfabeyi kullanarak mümkün olduğu ölçüde 1940’ların diline dönmeye çalışmak lâzım. Elbette bu süreçte başı çekmesi gereken büyük yazarlar, şairler, akademisyenler olacaktır. Kamu tekelindeki eğitim bazı okullarda ciddî bir Osmanlı Türkçesi eğitimi vererek buna bir ölçüde yardımcı olabilir. Ancak, sonunda yapılması gerekeni gerçekleştirecek olan sivil toplumdur. İşin sahibi sivil toplum olmazsa, hem başarıya ulaşılamaz hem doğru istikametteki hiçbir kazanım kalıcı olamaz.
Dil meselesini ciddiye alıp, dil yarasına çare bulmaya çalışmalıyız.
13.12.2014, Yeni Şafak