Devrim Özkan – Demokraside Karşı-Ağırlıklar Meselesi

Son elli yıldır, modernlik paradigması içinde kalınarak güncel politik problemlere herhangi bir çözüm bulunamayacağına yönelik kanaat giderek yaygınlaştı. Hatta daha önceleri modernlik paradigmasında üretilmiş düşüncelerin çoğu elden geçirilerek modernlik eleştirisi biçiminde yeniden sunulmakta. Bunun en bariz örneğini Zaman Gazetesi’nde yayınlanana ‘Liberalizmin Ardından 1 ve 2’ başlıklı yazılarında Etyen Mahçupyan sundu. Bu, yazarın politik düşünce tarihine dair ufkunun sadece son elli yılı kapsamasından kaynaklanmakta. Ayrıca bu yaklaşım, güncel eğilimlere kendisini kaptıran ve ortak kanaatlerle doğruluğun aynı şeyler olduğuna inanan düşüncelerden de beslenmekte.

On dokuzuncu yüzyıl düşünürlerinin büyük bölümü için demokrasi ve modernlik kavramları birbirlerinden ayrılmaz bir bütündü. Hatta Tocqueville başta olmak üzere modernleşme süreçlerinin eleştirmenleri modernliği demokratik karakterinden dolayı eleştirdiler. Ayrıca Matthew Arnold gibi on dokuzuncu yüzyılın önde gelen İngiliz düşünürlerinin modern kültüre yönelik eleştirileri, modernliğin demokratik potansiyelinden kaynaklanır. Dolayısıyla günümüzde modernliği demokratik bir perspektiften eleştirmek modernliğin gelişimine birebir tanıklık etmiş tüm on dokuzuncu yüzyıl düşünürlerini görmezden gelmek pahasına gerçekleştirilebilir. Mahçupyan’ın ‘Liberalizmin Ardından’ başlıklı yazılarında yapmış olduğu tam olarak budur.

‘Ahlâk Vaizliği’ne soyunarak, insanları “etik ilkeler” perspektifinde eşgüdüm ve harmoniye davet etmek son derece “estetik”tir. Böylece kendinizi bir yandan kötünün ötesinde konumlandırırken, her şey hakkında yargıda bulunabilme ayrıcalığına da kavuşursunuz. Fakat politik düşünceler niyetlerin ötesinde yer alan neticelerle yargılanır. Güncel eğilimlere kapılarak herkesin inanabileceği şeyleri dile getirmek ayakları havada bir öz güven edinmeyi kolaylaştırır. Ancak düşünür uzun süreleri dikkate alarak yargıda bulunmalıdır.

Mahçupyan’ın ufku on dokuzuncu yüzyıla uzanamıyorken, onu daha da zorlayarak meseleyi on üçüncü yüzyıla taşımak istemem. Ancak vakıf olması gerektiğini düşündüğün teolojik tartışmalar son elli yılki tartışmaların ve tartışmaya çalıştığı meselenin temelini oluşturmakta. Ayrıca, meselenin güncel anayasa tartışmalarıyla da bağlantılı olması ele alınmasını gerektiriyor. Nominalizm ile Aristotelesçilik arasında vuku bulan tartışma günümüze kadar gerçekleşen tüm politik tartışmalara nüfuz etmiştir. Bu teolojik tartışmanın nominalizm tarafında yer alanların, esasında, İbn Rüşd geleneğini eleştirmeleri, tartışmanın belirli ölçüde bizim politik kültürümüzü de etkilediğini göstermektedir.  

Teolojik problemlere girmeden tartışmanın politikaya yansımalarına değinmemiz daha verimli olacaktır. Aristotelesçiler bugünkü AB demokratları gibi devletin politikanın arenasına dönüşmesini amaçladı. Akıl her şeyin üzerinde yerleştirilirken politika insanî varoluşun temel yapı taşı olarak konumlandı. Bunun sonucunda politik yaşamla ilgili her şey aklın ilkeleri temelinde müzakere edilebilir hale geldi. Buradaki akıl bazen “etik ilkelere” bazen de “her yerde geçerli yasalar”a dönüştü. Ancak temel düstur varlığını her zaman muhafaza etti.

Nominalizm ise Tanrı’yla kişi arasında açtığı derin vadiyi devlet ile birey arasında da açmaya çalıştı. Devletin politik yaşamın sahasına dönüştürülerek herkesin etkinlikte bulunduğu bir alan haline getirilmesini tehlikeli gördüler. Bunun için devleti birey, grup ve cemaatlerin etkinlik sahasının dışında konumlandırdılar. Böylece, devletin araçlarını edinerek diğerleri üzerinde etkinlikte bulunmanın olanağı da ortadan kalkmış oluyordu.

Güncel anayasa tartışmaları ne yazık ki devleti politikanın alanı haline getirmeye odaklanmış görünmekte. Bu refah dönemlerinde sürdürülebilir bir sistem olsa da muhtemel kriz durumlarında gerçekleşebilecek vakaları görmezden gelmekte. Olgudan çok olayları merkeze almakta. Mahçupyan gibi naif yaklaşım sahipleriyse, “demokratik zihniyet”i tüm politik alanı içerecek bir biçimde egemen kılarak meseleyi çözebileceklerini düşünüyor. Onlara insanî varoluşun her türlü ‘ahlâk vaizliği’ni defalarca aşacak potansiyeli barındırdığını hatırlatmak gerekir.

Politik alanı “etik ilkeler” temelinde kurumsallaştırmaya çalıştığınızda, her şeyin farklı ilgi ve çıkarlar temelinde çeşitli biçimlerde yorumlanabileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalırsınız. Politik hayat insanların ve kuşakların ömürlerini aşan uzun süreleri içerir. Vaizler edindikleri hayranlıklarla egolarını büyütürlerken vaazları giderek silikleşir. Bu nedenle politikaya dair düşünce üretirken olması gerekenle kurumsallaşma potansiyeli arasındaki dengeyi gözetmek gerekir. Kurumsallaşarak uzun süreleri içeremeyecek olan düşünceler sadece kişilere geçici hazlar sağlar. Oysaki refahın, mutluluğun, çeşitliliğin ve özgürlüğün sürdürülebilir bir istikrara kavuşması kurumsallaşabilir düşünceleri gerektirir.

Devlet ile birey arasındaki ilişkinin nasıl bir biçimde tesis edileceği çağımızdaki politik meselelerin merkezinde yer alır. Yazarlar kendilerini politik bir aktör olarak görürler. Gerçekten de yazı politik sonuçları olan bir araçtır. Diğer yandan, kendi durumunu idealleştirmek son derece insanî bir özelliktir. Böylece yazar politik olmayı herkese tavsiye eder. Bunun, herkes tarafından arzulanması gerektiğini düşünür. Ve böylece herkesi kendi çizdiği sınırlarda müzakereye davet eder. Müzakere sahası olarak da devleti seçer. Her şeyi müzakereye açarak üzerinde durabileceği tüm zeminleri ortadan kaldırdığının farkında değildir. Diğer yandan karar alma süreçlerinin müzakereye açık olan “etik ilkeler”in çerçevesine sıkıştırılması siyasetin kısırlaşmasına yol açar. Ayrıca şu soruyu da sormak gerekir: Karşılıklı müzakereyi ve birbirini anlamayı temel aldığınızda, retoriği ve kurgulama yeteneği güçlü olanın farklı ilgi ve çıkarlara sahip olanları yönlendirmeyeceğini nasıl garanti altına alacaksınız? Eğer Mahçupyan paradigmasına bağlı kalmak istiyorsa söyleyebileceği tek şey ‘ahlâkî ilkelere bağlı kalacaklarını ümit ediyorum’ olabilir. Hâlbuki politika insanların birbirlerine nasıl davranacaklarının ve sınırlarının belirlendiği nesnel bir zeminde sürdürülebilir.

Bunun için devlet ile kişiler arasındaki mesafenin açılarak devletin toplumdaki tüm ilgi ve çıkarlar karşısında bağımsızlaştırılması zaruridir. Özgürlük ve refahın sağlanabilmesi için devlet toplumda çeşitli şekillerde kurumsallaşmış karşı-ağırlıklarla dengelenmelidir. Devletin farklı ilgi ve çıkar sahiplerinin müzakereleriyle sürekli yeniden biçimlendirildiği bir politik sistemde önce istikrar, sonra refah, huzur, çeşitlilik ve özgürlük kaybedilir. Politikanın sadece bugünü ilgilendiren bir mesele olmadığı, fakat aynı zamanda geçmiş ve gelecekle bağlantılı olduğu zihinlerde sürekli canlı tutulması gereken bir olgudur. Karşı-ağırlıkların tesis edilmediği bir siyasal sistemin adaletli bir biçimde sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bir yandan devleti diyalog ve retoriğin belirleyiciliğine tâbi kılarken, diğer yandan devleti farklı ilgi ve çıkar sahiplerinin müzakeresiyle dengelemekse söz konusu olamaz. Bu nedenle devletin gücünü kimin ele geçireceğine dair bir yarışa sahne olması kaçınılmaz olan sözde “demokratik zihniyet”e karşı refahın ve çeşitliliğin gelecekte sürdürülebilmesini teminat altına alacak karşı-ağırlıkların yeni anayasada yer alması tartışılması gereken başlıca meseledir.

ozkandev@hotmail.com

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et