Amsterdam- Yazıdaki mahreçten de tahmin ettiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Gül’ün Hollanda’ya yaptığı “Devlet Ziyareti” dolayısıyla Amsterdam’dayım.
Demek ki daha önce hiç “Devlet Ziyareti”ne katılmamışım ki, uçağımız Amsterdam’a yaklaşırken uçağın penceresinden, bizimkine elini uzatsan dokunacağın kadar yakından uçan iki savaş uçağını görünce yüreğim hopladı. Meğerse devlet ziyaretlerinde böyle olurmuş; savaş uçaklarının eskortluğunda gidermiş cumhurbaşkanının uçağı. Doğrusu çok hoş bir manzaraydı, duygulanmadım desem yalan olur. Ben de bu onurlandırılıştan kendime birazcık pay çıkardım!
Uçakta elimize tutuşturulan ziyaret kitapçığına göz gezdirince, devletin ne kadar ciddi bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Dört gün boyunca, kimin hangi anda nerede olacağı, kimin sağda kimin solda duracağı, çiçek takdim eden çocukların hangi anda ortaya çıkıp hangi anda yok olacağı bütün ayrıntılarıyla yazılmıştı. O dakika anladım ki, gerçekten de bu ziyaret bizlerin değil, devletin ziyaretiydi. Bizim devlet Hollanda’ya geziye çıkmıştı; bizler de onun somutlaşmış hali olan varlıklar olarak ziyaretine vesile oluyorduk.
Ehh, bu da bir deneyimdir dedim kendi kendime. Hollanda’ya daha önce iki kere turist olarak gelmiştim. Bu defa da “devlet” olarak gelmek değişik bir deneyim olacaktı benim için…
Erkekler frakları, biz kadınlar uzun eteklerimizle Kraliçe Beatrix’in davetine katılmak üzere Saray’ın yolunu tuttuğumuz; büyük salonun kapısında adımız okunarak teker teker Kraliçe’ye takdim edildiğimiz; adımız okunduğunda omuzlarımızı dikleştirip karınlarımızı içe çekerek becerebildiğimiz kadar aristokratik bir tavırla Kraliçe’ye doğru ilerleyip elini sıktığımız bölüm bu deneyimin en eğlenceli bölümüydü doğrusu… Geri kalanların çoğu sıkıcıydı.
Sanırım artık magazini bir yana bırakıp bu geziye katılmamın hakkını vermeliyim. Öyle ya, gazetem tam 1500 euro masraf etti beni buraya göndermek için…
Efendim, bu gezi Osmanlı-Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yıl dönümü dolayısıyla düzenlenmişti. Bu da doğal olarak, bu gezinin tarihi-kültürel boyutunu ön plana çıkarıyor; sergiler, konserler, fuar açılışları programın ağırlığını oluşturuyordu.
Gerçi gerek Gül gerekse ev sahipleri (Kraliçe Beatrix ve Başbakan Mark Rutte) karşılıklı konuşmalarda güncel politik gelişmelerden ve ekonomik ilişkilerden de söz ettiler ama altı çizilen nokta hep 400 yıllık bu işbirliğinin derinliği ve önemli oldu.
Osmanlı İmparatorluğu ile Hollanda’nın diplomatik ilişkileri, bu ülkenin ilk büyükelçisi Cornelis Haga’nın 1612 yılında Hollanda Cumhuriyeti adına güven mektubunu Sultan 1. Ahmet’e sunuşuyla başlamış. O tarihten beri de kesintisiz-kavgasız-gürültüsüz-savaşsız devam etmiş.
Haga, İstanbul’a gelişinden iki ay sonra 1. Ahmet’ten ilk ahitnameyi (kapitülasyonu) almayı başarmış. Böylece Hollanda vatandaşları (Fransa, İngiltere ve Venedik’ten sonra) imparatorluğun bütün topraklarında serbest ticaret ve yerleşme izni kazanmışlar.
İki ülke arasında o tarihte başlayan diplomatik ve ekonomik ilişkiler bugüne kadar kesintisiz bir şekilde sürmüş. Son yıllarda bu ilişki daha da yoğunlaşmış. İki ülke arasındaki ticaret hacmi son on yılda üç katına çıkarak 7 milyar doları bulmuş. Hollanda Türkiye’ye en fazla yabancı yatırım yapan ülke haline gelmiş.
Bu arada, Konya kadar toprağı, İstanbul kadar nüfusu olan bu ülke kişi başına milli gelirini 50 bin dolara kadar çıkarmış.
Cumhurbaşkanımıza bakarsanız, bu işin sırrı ticaret: Onun “Bu ülke tüccar bir ülkedir, tarihi boyunca ticarete büyük önem vermiştir” sözlerini dinlerken, “Keşke bizim atalarımız da sadece fethedilen topraklardan vergi toplama ve ganimet getirme peşinde koşmasalardı da biraz ticaret adamı olsalardı” diye iç geçirdim.
Hele, Hollanda Ulusal Arşivi’nde rastladığım bir belgeyle iyice sarsıldım.
Belge, Haga’nın İstanbul’a elçi gelmesinde büyük gayretleri olan Kaptan-ı Derya Halil Paşa’nın Hollanda’ya gönderdiği bir mektuptu. Bize verilen kitapçıkta bu belgeyle ilgili şöyle bir açıklama notu yer alıyordu:
“O dönem Bab-ı Ali’ye gönderilen bir yabancı büyükelçinin, padişaha getireceği ağır hediyelerden başka; sadrazama, kubbe vezirlerine, yeniçeri ağasına ve şeyhülislama hediyeler vermek adeti vardır. Bu hediyeler dostluğun ve sadakatin bir simgesi sayılır. Hele ilk defa gelen bir elçinin, padişahın dostluğunu kazanması için bu hususları daha fazla dikkate alması beklenir.
Durumu Haga’ya anlatan Halil Paşa, eğer Sultan’ın huzuruna kabul edilmeyi istiyorsa bu hediyeleri mutlaka dağıtmasını tavsiye eder. Haga ise Hollanda’dan getirdiği hediyelerden başka bir şey vermeye yetkili olmadığını söyler. İstanbul’da mukim İngiliz, Fransız ve Venedik elçilerinin entrikalarını boşa çıkarmak gayretiyle Halil Paşa, Haga’ya vezirlere dağıtması için kendi kesesinden 3000 altın borç verir. Halil Paşa Hollanda’ya gönderdiği bu mektupta Haga’nın İstanbul’da parasının yetmediğini belirtir. Elçinin ‘Ben hâlâ ol canibden getirdüğüm pişkeşden gayrı nesne vermeğe izin yokdur’ dediğini ama Hollanda’nın işlerinin Divan’da görülmesi ve Ahidname’nin kabulü için kendi cebinden 3000 altın florin harcadığını yazmaktadır.”
Gerçi ben de herkes gibi elçilerin elleri boş gelmediklerini biliyordum ama bütün saflığımla bunları sembolik hediyeler sanıyordum. Bu hediyelerin Divan’da “iş bağlamak” için şart olduğunu bilmiyordum.
Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun, elçilerden gelen hediyelere tamah ettiğini gösteren böyle bir belgenin Hollanda Ulusal Arşivi’ne girmesinden doğrusu epey utandım.
Bugün, 20.04.2012