Geçen hafta, yakın tarihimizin en yıkıcı depremlerini aynı bölgede, sekiz saat arayla ve peşpeşe yaşadık. İlkinde yıkılmayan binaların bir kısmı ikincisinde yıkıldı, ilk depremde hayatta kalmayı başaranların bir kısmı ikincisinde vefat etti. Vefat edenlerin sayısı 40 bine, yaralı sayısı 100 bine dayandı. Önümüzdeki günlerde bu rakamlar muhtemelen daha da artacak.
Tarihe ve haberlere istatistik olarak geçen bu insanların her biri, bir hafta öncesine kadar hayattaydılar. Geleceğe dair umutları, planları, endişeleri, korkuları vardı. Birilerinin umudu, göz bebeği, yaşama sevinci ve varlık sebebiydiler. Bir hafta öncesine kadar nefes alıp veren bu canlardan otuz bini aşkını artık yaşamıyor. Hayatta kalanlarsa, kaybettiklerinin açtığı yara ve koca bir boşluk hissiyle yola devam etmeye çalışacak. Ölenlere Allah’tan rahmet, kalanlara başsağlığı ve acil şifalar diliyorum.
Depremi, sabahın ilk saatlerinde televizyondan öğrendim. Dış dünyaya müdanasız tavırlarına alışık olduğumuz İçişleri Bakanı Soylu, canlı yayında ‘uluslararası yardım’ talebinde bulunduğuna göre vaziyet vahimdi. Gün içinde uzmanlardan öğrendiğimize göre, Doğu Anadolu fay hattını oluşturan üç levhadan biri 7.8 ile kırılmıştı. En son yedi yüzyıl önce kırılan bu levhanın yarattığı yıkımı ölçmeye çalışıyorduk ki aynı bölgede ve neredeyse aynı büyüklükte bir deprem daha meydana geldi. Yine uzmanlara göre, aynı bölgede sekiz saat arayla iki büyük deprem yaşanmasına literatüre geçecek kadar nadir rastlanıyor.
Deprem sonrası müdahalede ilk iki gün zorlandık, üçüncü gün toparlandık, dördüncü gün işler büyük ölçüde yoluna girdi. Fakat bu süre boyunca enkaz altında kalan depremzedelerin bir kısmını kaybettik. Daha seri olunamaz mıydı, üçüncü gün değil de ilk veya ikinci gün toparlanamaz mıydık, iletişim altyapısı daha güçlü tutulamaz mıydı, İskenderun limanındaki yangın daha çabuk söndürülemez miydi, Hatay’daki havaalanı daha erken devreye alınamaz mıydı?… Bütün bunlar haklı ve meşru sorular. Yaşanan aksaklıkları görelim, kızalım, eleştirelim, ihmali ve kusuru bulunanlardan günü geldiğinde hesap soralım. Fakat 12 milyon kişinin yaşadığı, Portekiz büyüklüğündeki bir alanda sekiz saat arayla meydana gelen bu iki büyük deprem hangi ülkenin ya da iktidarın başına gelse müdahalede zorlanacağını bilerek, insaf ölçüleri içinde yapalım bunu.
99 Depremi
17 Ağustos 1999 gecesi Balıklıova’da (Urla) idim. Uyandığımda elektrikler kesikti. Öğleden sonra indiğim İzmir şehir merkezine de ikindiye kadar elektrik verilemedi. Marmara’daki deprem, 600 km ötedeki şehirlerin bile elektrik altyapısını çökertmişti. Bir hafta sonra dayımın yazlık ve kışlık evlerinin bulunduğu Çiftlikköy (Yalova) ve Gölcük (Kocaeli) havalisine gittik. Ne arama-kurtarma ekibi vardı, ne enkaz kaldırma faaliyetine rastladık, ne de polis veya asker gördük. İstanbul-Gölcük arasında üç-dört kez gidip geldiğimiz sonraki onbeş gün içinde de durum pek değişmedi. Enkazlar ceset doluydu ve havada kesif bir amonyak kokusu vardı. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’daki falcı kadın Pilar’ın bahsettiği koku buydu demek; ölümün kokusu.
Bu defa 99’dakinden çok daha büyük bir deprem var karşımızda. Hatta bir değil, iki deprem var. Ecevit liderliğindeki AnaSol-M hükümeti döneminden bugüne (Erdoğan hükümetlerine) kadar yapı denetiminden afet yönetimine ve doğal afet sigortalarına kadar birçok konuda gerek mevzuatta gerekse teşkilatlanmada yaşanan iyileşmeler sayesinde 1999 depremine kıyasla afete daha çabuk müdahale edildi, sahaya daha hızlı yerleşildi. Bu nispî başarıda, 1999 tecrübesinin önemli payı var.
Düne göre daha iyi bir yerde olmamız, depremin muhtemel zayiatını azaltsa da ağır bir bilançoyla karşılaşmamızı engelleyemedi. Görünen o ki birkaç ay sonra yapılacak seçimler, depremin siyasî muhasebesinin yapılacağı bir meydan muharebesi olarak cereyan edecek. Savaş baltalarımızı kuşanmak için enkaz altındakileri kurtarmayı, vefat edenlere son vazifelerimizi yapmayı bekliyoruz.
Gözüme takılanlar
6 Şubat’tan bu yana dikkatimi çeken ve/veya beni rahatsız eden hususlardan ilki, depremle ilgili yayın ve programların hemen hepsinde sözün bir şekilde İstanbul’a bağlanması: Ya bu deprem İstanbul’da olsaydı, ne yapardık?… Bu endişeyi anlıyorum; İstanbul hem nüfus bakımından hem iktisaden Türkiye’nin en büyük şehri. Fakat İstanbul’da yaşayanların canı Maraşlılar’dan, Hataylılar’dan, Malatyalılar’dan, Antepli ya da Adıyamanlılar’dan daha tatlı, daha aziz değil. 6 Şubat’ta onlar ne yaptılarsa, biz de aynısını yaparız; onlara ne oldu ise, bize de aynısı olur.
İkinci bir husus, depremden hemen sonraki süreçte sosyal medyaya erişimin kısıtlanması. Depremi fırsat bilerek sosyal kaos yaratma peşinde koşanları engellemek üzere alınan bu tedbir, enkaz altında kalıp yardım talep edenlerin sesini duyurmasını zorlaştırdı, arama-kurtarma faaliyetlerine katılmak isteyenlerin muhaberesini kesintiye uğrattı. İyi niyetli bile olsa yanlış bulduğum bu tedbir, neyse ki, ertesi gün kaldırıldı.
Hükümeti destekleyen grupların, Haluk Levent’in önderlik ettiği AHBAP yardımlaşma derneğine duydukları öfke de abartılı. AHBAP, çok iyi bir halkla ilişkiler faaliyeti yürüttü ve yüksek meblağlı fonlara ulaştı. Bu fonları nerede ve nasıl kullandığını önümüzdeki dönemde açıklayacağını düşünüyorum. Aksi takdirde güven kaybına uğrar ve yeni bağış toplayamaz. AHBAP’a şüpheyle bakanlar, onu taşlamak yerine yardımlarını başka kurumlara yönlendirebilir. Bir sivil toplum kuruluşunu boğmaya dönük çaba ve tezviratın bir parçası olmanın kimseye bir faydası yok.
Hatay’daki kurtarma ve yardım faaliyetlerinin hükümet tarafından geciktirildiği yönünde sosyal medya tezviratının muhalif gruplar nezdinde kayda değer bir itibar görmesi, dikkatimi çeken bir diğer husus. Büyükşehir Belediyesi CHP’nin elinde olduğu için Hatay cezalandırılıyor tezviratını yayanlar, Hatay’ın 15 ilçesinin onbirinin Cumhur İttifakı’na mensup (sekizi AK Partili) başkanlarca yönetildiğinden ve şehirdeki gücünden bahsetmediler. Halbuki 2018 milletvekili seçiminde Ak Parti Hatay’dan %36 (Cumhur İttifakı %51), CHP %31 oy almış (Millet İttifakı %38). Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise Erdoğan’ın oyu %49, Muharrem İnce’ninki %43. Bu yüzdeler, CHP’li olduğu için Hatay’ın ölüme terk edildiği iddiasını çürütüyor. Aksi varit olsaydı da kanaatim değişmezdi. Ne yani, CHP’nin iktidarda olduğu bir dönemde Kayseri veya Konya bir afete maruz kalsa, bu iller kaderine mi terk edilecek? Böylesine saçma, akıl, iz’an ve insanlık dışı bir şey düşünülebilir mi?
Mülteciler, sair zamanlarda olduğu gibi felâket anlarında da toplumun en kırılgan gruplarından biri olmaya devam ediyor. Göçük altında iken arama-kurtarma ekibinin çağrılarına ses vermeyişlerini Türkçe bilmediğimizi anlarsanız bizi çıkarmazsınız diye korktuk sözleriyle izah eden mültecilerin bilinç altına yerleştirdiğimiz korkunun vebali hepimizin. Ümit Özdağ ve Uğur Kardaş gibi müfterilerin hırsız ilan ettiği mültecilerin maruz kaldığı muameleden onlar (Özdağ ve Kardaş) yerine ben utanıyorum. Mülteciler melektir, asla suç işlemez, hırsızlık yapmaz, yağmaya bulaşmaz demiyorum. Onlar da bizim gibi insan. İyisi var, kötüsü var, istikamet üzere olanı var, yolunu şaşıranı var. Suç ferdîdir. Bir Türk’ün, Kürt’ün yahut Alman’ın suça bulaşması bütün Türkleri, Kürtleri ve Almanları kötü yapmadığı gibi bir Suriyeli’nin, Afgan’ın yahut herhangi bir mültecinin işlediği suç da ırkına yahut mensubu bulunduğu topluluğa teşmil edilemez. Aksi mümkün olsaydı, Özdağ’ın ve Kardaş’ın iftiraları yüzünden hepimiz yalancı ve müfteri olurduk.