Türkiye bir deprem ülkesi. Her iki-üç yılda bir 6,5-7 şiddetinde bir deprem olması kuvvetli bir ihtimal. Tarihimizde çok sayıda deprem var. En yıkıcısı nüfusun ve yapılaşmanın çok yoğun olduğu Marmara’da vuku bulan, özellikle Gölcük’te ve çevresinde çok sayıda insanın ölümüne ve ağır maddî tahribata yol açan 1999 depremi.
Bu felaketin tarihi 17 Ağustos, saati 03:02. Her 17 Ağustos’ta bu korkunç deprem hatırlanıyor. Kaybedilen insanlar rahmet ve hasretle anılıyor. Bir deprem kuşağında yaşamamıza rağmen deprem felaketinin ne demek olduğunu tam manasıyla idrak etmemiştik, edememiştik. 17 Ağustos afeti idrak ve ona bağlı bilinçlenme konusunda epeyce mesafe almamızı sağladı.
Depremlerin kaçınılmaz olduğunu biliyoruz ama depremlerin değil kalitesiz yapı stokunun ölümlere neden olduğunu da öğrendik. Bizde ağır can kaybına ve mal tahribatına yol açan şiddette depremler, halkın bilinçli ve binaların dayanıklı olduğu yerlerde neredeyse hasarsız atlatılıyor. Bizim de rahat etmek için aynı seviyeye gelmemiz gerek.
17 Ağustos’tan beridir gündemimizde başköşeye oturan deprem Marmara afetinin her yıldönümünde daha da hararetli tartışmalara yol açıyor. Uzmanlar da, amatörler de, kolayca paniğe kapılanlar da, dünya yıkılsa umurlarında olmayacakmış gibi görünenler de bir şeyler söylüyor.
Deprem haberlerinde ve tartışmalarında dikkatimi çeken iki nokta var. Belki de her ikisi de bir bütünün parçaları. 1) Depreme hazırlıklı hâle gelmemiz neredeyse yükü tamamen kamunun sırtına yıkıyoruz ve 2) bireysel-ailevî sorumluluklarımızı nadiren gündeme alıyoruz.
Kamunun, yani devletin -siyasî ve idarî çarkın- ve belediyelerin büyük sorumluluğu olduğu açık. Yapı standartlarının belirlenmesinde, uygulanmalarının denetlenmesinde kamunun görevi var. İmar planlarının hazırlanmasında da. Dere yatakları, çürük zeminler imara açılınca, zeminin taşıyabileceğinden daha çok sayıda kata sahip yapılaşmalara izin verilince, sadece depremin değil sel, toprak kayması gibi doğal afetlerin de canımızı yakmasına zemin hazırlanıyor.
Bununla beraber, afetlerin zararının azaltılmasından sadece kamu sorumlu tutulursa, tablo eksik kalır. Yetişkin bireylerin ve ailelerin de sorumlulukları olmalı. Daha doğrusu onlar zaten var olan sorumluluklarının bilincine varmalı ve ona göre davranmalı. Dere ağzına ev yapmakta, deprem yönetmeliğine uygun inşa edilmemiş binada oturmakta ısrarcı şahsî bir tavır var. Evde ağır, hantal eşyalar bulundurmak ve üzerimize yıkılabilecek eşyaları duvarlara monte etmemek de, keza kendi minik planlarımızı yapmamak ve çocuklarımıza deprem anında hayat alanı açabilecek sağlam masaların altına girmeyi öğretmemek de kamudan ziyade bizim kusurumuz.
Kuşkusuz en çok korkulan, beklenen İstanbul depremi. İstanbul’un altında fay hattı yok ama Kuzey Anadolu fayı yakınından geçiyor. Bu hatta vuku bulan kırılmaların, eğer şehre yakınsa, İstanbul’u etkilememesi imkânsız. Nitekim ortalama 250 yılda bir şehirde yıkıma sebep olan depremlerin gerçekleştiği kayıtlarda yer alıyor.
İstanbul büyük bir dünya şehri. Türkiye’nin gerçek merkezi. Sanayi, ticaret, sanat, kültür, eğlence, turizm üssü. Şehir alanı çok geniş ve nüfus yoğun. Yapılaşma olabildiğince çarpık ve kalitesiz. Kasıtlı olarak yapılsa daha kötü bir yapılaşma gerçekleştirilemezdi. Müstakbel İstanbul depremi hep gündemimizde. Ne var ki, beklenen İstanbul depremiyle ilgili tartışmalarda tuhaf bir tavır var.
Uzman denilen kimseler şehri yıkıp yeniden kurmamız gerekir diyor. Boş laf. Şehrin yapı stoku elbette yenilenmeli ama bunun bir anda yapılması imkânsız. Bu iş mecburen on yıllar alacaktır. Sınırsız kaynak olsa bile zaman sınırlı olacağı ve yapılanmanın sınırları olacağı için bu böyle. Bu yüzden İstanbul’u yıkalım, yeniden yapalım gibi laflar mantıksız. Hem kamu hem özel şahıslar ellerinden geleni yapmalı ama kimse hayale de kapılmamalı. Japonya herhalde tek depremin ardından ve birkaç yıl içinde depreme dayanıklı bir ülkeye dönüşmedi. Ayrıca, kentsel yenilenmenin olabilmesi için ülkenin zenginleşmesi lâzım. Doğal afetler fakirlere daha çok zarar verir. Zenginlik seviyeleri ülkelerin yapabileceklerinin sınırlarını belirler.
Bir de beni rahatsız eden bir durum var: Tartışmalarda felaket tellallığı yapmak. Etrafa korku ve dehşet havası yaymak. Yapıcı önerilerle depreme hazırlanmaya teşvik etmek yerine adeta henüz yaşarken insanları gömmek. Devamlı korku bombardımanı yaparak insanları depremden önce manen çökertmek. Böylelerini dinledikçe, “Depreme hazır değilim, size ne kardeşim!” diyesim geliyor. Elbette böyle dememeliyiz, tedbir için elimizden geleni yapmalıyız. Ama deprem uzmanları da biraz psikoloji, sosyal psikoloji öğrense ve insanları sadece korkutarak değil daha yumuşak, müşfik şekilde gerekenleri yapmaya teşvik etmeye çalışsa çok iyi olacak.