Deniz Feneri

Her köşe yazarı gibi benim de girmeyi sevmediğim, uzak ve ilgisiz durduğum alanlar vardır.
Yolsuzluk dosyaları bu alanların başında gelir. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi şu: Yolsuzluk dosyalarına doğru dürüst vakıf olmak, mekanizmayı söküp dönen dolapları anlamak pek benim harcım değil galiba. Konuyu ders çalışır gibi çalışsam da (ki birkaç kere yaptım) bir türlü anlamıyor, aklımda tutamıyorum. Böyle olunca da yaş tahtaya basma, birileri tarafından kullanılma, birilerine haksızlık yapma endişesiyle kenarda durmak ve işi yargıya havale etmek daha sağlam bir yol gibi görünüyor bana. İkincisi de bizim siyaset geleneğinde, rakiplerle mücadelenin hep -ve neredeyse sadece- yolsuzluk dosyaları üzerinden yapılmasına karşı duyduğum tepki olabilir.
Her ne ise…
Deniz Feneri Dosyası’na da taa başından beri bu yüzden uzak durdum, pek ilgilenmedim ve doğrusu bu ya, fazla da önemsemedim. Nasılsa uzmanlık alanı yolsuzluk olan bir dolu insan var ve onlar zaten olayın peşini bırakmıyor.
Benim içinse şu kadarını bilmek yetiyor: Türkiye’de gelmiş geçmiş bütün iktidarlar döneminde yolsuzluklar yapılmıştır. Bazen daha yaygın, bazen daha az; bazen daha büyük bazen daha küçük; kimi dönemlerle daha tabanlarda, kimi dönemlerde daha tepelerde ama mutlaka yapılmıştır. Şu anda AK Parti iktidarı döneminde de mutlaka birileri bir yerlerde yolsuzluk yapıyor; iktidara yakın olmanın nimetlerinden yararlanarak “dünyalığını” doğrultuyordur. Zira, AK Parti’nin, bütün diğer iktidarlardan farklı olarak pir-ü pak kalmasını sağlayacak özel bir bağışıklık sistemi yoktur.
Peki böyle düşündüğüm halde AK Parti’yi neden destekliyorum? Çünkü eğer bu kıstasla hareket edersem, kendimi bildiğimden bu yana hiçbir partiyi desteklememem, hiçbirine oy vermemem gerekir.
Ne var ki, son dönemde işin rengi değişti ve konu bir yolsuzluk davası olmaktan çıkıp adaletin tarafsızlığına önem veren herkesin gözlerini dört açması gereken bir konu haline geldi.
Son gelişmeleri uzun uzun anlatacak değilim. Deniz Feneri Davası’na bakan savcıların Adalet Bakanı’nın izniyle görevden alınmaları ile ilgili tartışmaları; zanlılara ev ve işyerlerinde arama yapılacağı haberini sızdıran kimi köstebeklerin varlığını ve bunlardan bazılarının iktidarın en tepelerine kadar uzanan ilişkiler içinde bulunduğu iddialarını okumuşsunuzdur.
Ben kendi payıma Sadullah Ergin’in görevden alınan savcılarla ilgili açıklamasını merakla bekledim. Ne var ki, yapılan açıklamanın tatmin edici olmaktan uzaktı. Nitekim Bakan’ın açıklamasına cevap da gecikmeden geldi. Görevden alınan savcılar “evrakta tahrifat” denilen şeyin gereksiz bilgilerin kapatılmasından ibaret olduğunu ve bunun Ergenekon ve Balyoz davaları da dahil olmak üzere birçok davada sık sık yapılan bir uygulama olduğunu söylediler.
Nitekim İstanbul Başsavcı Vekili de bu görüşü doğruladı. “Evet, biz de bu tür uygulamalar yapıyoruz” dedi. Öte yandan, apar topar yapılan bu görevden alma işleminin, köstebek olayının ortaya çıkışıyla ilgisi olduğu da iddialar arasında.
Görüldüğü gibi ortada, savcıların görev alınmasını şüpheli kılacak; Adalet Bakanı’nın HSYK başkanı olarak sahip olduğu yetkileri kötüye kullandığını ve siyasi iktidarın davanın derinleşmesini engellemeye çalıştığını gösterecek önemli bulgular var. Ve iktidardan doyurucu bir açıklama yok…
Ne oluyor?
Yıllardır orduya “kendi içindeki suçluları bünye dışına atması” telkininde bulunan iktidar, şimdi kendisi, kendi içindeki suçlulara kalkan mı olmaya çalışıyor? Bu uğurda demokrasinin bel kemiği olan hukukun üstünlüğü ilkesini mi ihlal ediyor?
Neden yapıyor bunu? Yolsuzluk çok yüksek yerlere mi uzanıyor; yoksa yargılananlara bir vefa borcu mu var?
Eğer hükümet, Deniz Feneri gibi adi bir yolsuzluk davasına adı karışanları “kurtarmak” uğruna yargının siyasallaştırılması gibi öldürücü bir hata yapıyorsa, buna tam anlamıyla denizi geçip derede boğulmak denir. Başka da bir şey denmez…

Bugün, 05.09.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et