Türkiye’de demokrasi, AKP iktidarının ilk 2 yılında ümit verici gelişmeler kaydetmişti, ama 2005’ten sonraki 8 yılda hiçbir ilerleme olmadı, bir “yarı demokrat” ülke olarak kaldı. Girmek istediğimiz AB ülkelerinin demokrasi standartlarının hep altında kaldık. 2013’te daha kötüsü oldu, Türkiye demokraside daha da geriledi. Görünen o ki, 2014 de Türkiye için kayıp bir yıl olacak.
Komplo Teorilerine İnanmak Zorunluluğu Var mı?
Biz komplo teorilerinin yabancısı değiliz. Dün bu teorilerden bol miktarda iktidara karşı üretilmişti. Mesela AKP iktidarı Türk halkının tercihi değil ABD’nin tezgâhıydı, Recep Tayyip Erdoğan da BOP’un eşbaşkanıydı. Abdullah Gül İsrail’in adamıydı, aslında da Yahudi idi. Hiçbiri ciddiye alınacak şeyler değildi, ama teorileri üretenler yazdıkları kitaplarla bayağı bir dünyalık sağlıyorlardı.
Halktan oy alamayan partiler, neden bu halk bize oy vermedi diye araştırma gereği duymaz, komplo teorileri üreterek başarısızlıklarını izah etmeye çalışırlar. Belli ki bunlara inananlar da vardı.
Türkiye’nin Güneydoğusunda yıllardır kanlı bir kavga sürdürülmektedir. Bu kavgayı önleyemeyenler, bu savaşın gerçek sebebini göremeyen, ya da görmek istemeyen politikacılar, içinde dış düşmanlar bulunan bol bol komplo teorileri üretirler.
Şimdi de, kibirden burnunun önünü göremeyen iktidar partisi yöneticileri, durduk yerde kendi elleriyle yarattıkları sorunların içinden çıkmak için, akla hayale gelmez komplo teorileri üretiyorlar.
Yolsuzluk suçlamalarına karşı yargıyı engelleme, savcıları ve yargıçları komplo hazırlamakla, darbe hazırlamakla suçlama da Türk siyasi tarihinde ilk oluyor. Yargı darbesini yapanların amacı, küresel komplocularla işbirliği yaparak Türkiye’nin gelişmesini engellemekmiş. İstanbul’a yapılacak üçüncü hava limanı Almanların korkulu rüyasıymış.
Ben Fettullah Hocanın nasıl darbe yapacağını da bir türlü anlayamadım. Gördüğüm, bildiğimiz kadarıyla Fettullah Hocanın tankları yok, Fantom filoları da yok, Generalleri de yok. Ordu içinde de gizli gizli camiye giden birkaç astsubayla da bu işin olması bayağı zor.
İktidara Orantısız Destek
Allah’ın rızasını kazanmak için siyaset yaptığını söyleyen politikacılarla, Allah rızası için hayır işleriyle uğraştığını söyleyenler arasında kavga çıktı.
İktidardakiler, din, iman, din kardeşliği laflarını hemen unuttular, düne kadar en yakın destekçileri olan insanları karalamak ve itibarsızlaştırmak için iktidarın bütün imkânlarını kullanarak hücuma geçtiler.
Dindar sivil toplum kuruluşları, iktidara yakın gazete ve televizyonlar, sureti haktan görünen fikir adamları ve köşe yazarları hiç tereddüt etmeden iktidarın yanında yerlerini aldılar, Başbakanın ağzından çıkan her sözü doğrulamaya çalışıyorlar.
Din bilgini olarak sözüne güvendiğimiz ulema, iktidardakilere arka çıkmak için rüşveti meşrulaştıran fetva veriyor, iktidardakilerin yanlış işlerini eleştirenleri fitne ile suçluyorlar.
İktidar partisinde lidere yaranma yarışı kontrolden çıktı, lidere tapınmaya doğru gidiyor. Bir milletvekili “Biatsa biat, itaatse itaat, ölümüne arkasında duruyoruz” derken, diğeri, “…öyle bir liderimiz var ki, dünya liderliği kabiliyetinde ve Allahü Teala’nın bütün vasıflarını toplamış” diyerek işi Allah’a şirk koşmaya kadar götürüyor.
Komplo teorilerine inanan, Başbakan ne söylerse söylesin alkışlayan taraftarlar beni şaşırtmıyor. Beni şaşırtan, liberal demokrasiyi, açık toplumu, hukuk devletini savunan insanlardan bazılarının da, olağanüstü bir dönemden geçtiğimizi söyleyerek, yolsuzlukla suçlanan iktidara destek vermek için kendilerini zorlamaları…
Biz, Ankara’dan epeyce, İstanbul’dan bayağı uzakta Adana’da yaşayanlar belli ki neler olup bittiğini pek anlayamıyoruz, hikmet-i hükümetin farkında değiliz.
Demokrasi İçerisinde Çare Yok mu?
Diyelim ki Başbakanın iddialarının hepsi doğru, bazı yargı mensupları küresel güçlerle işbirliği yaparak yargıyı ele geçirdi. Demokrasi içerisinde bu sorunun çözümü yok mu?
Bazı savcılarının yolsuzlukları kendine dert edinmeleri ilk defa yaşadığımız bir şey değil… Süleyman Demirel’in uzun iktidar dönemi yakınlarına karşı açılan sayısız yolsuzluk suçlamaları ile geçti. Süleyman Demirel bu suçlamaları fazla dert edinmedi, “Onun adı Yahya, benimki Süleyman” diyerek işine baktı. Turgut Özal’ın akrabalarına ve aile dostlarına, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’e karşı da benzer davalar açıldı. Bunların hiçbiri komplo teorileri üreterek veya İsrail’i, ABD’yi töhmet altında bırakarak işin içinden çıkmayı akıl edemedi.
17 Aralıkta savcıların başlattığı yolsuzluk ve rüşvet operasyonu iktidarın verdiği tepki demokratik bir tepki değil. İktidar yargının işini kolaylaştırma, yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarıyla arasına mesafe koyma yerine, adeta yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarını üstlendi. Siyasi iktidar işi yargıyı engelleme ve yargıya açıktan müdahaleye kadar götürdü. Hükümet savcıların görevini yapmasını engellemek için onlara kolluk görevlilerini vermiyor. Görevini yapan kolluk görevlilerini görevden alıyor.
İktidar hiçbir uyarıyı dikkate almıyor, çıkarmak istedikleri kanunun anayasaya aykırı, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı, hukukun temel ilkelerine aykırı olması hiç umurlarında değil. Ne AB kriterleri, ne Venedik aldırdığı yok. İktidarın tek amacı var, kendilerini yolsuzluk ve rüşvetle suçlayan yargı elemanlarına haddini bildirmek.
Başbakan sözü hiç başkalarına bırakmıyor, her konu en keskin mesajları veriyor, en son söylenmesi gerekeni en başta söylüyor. Başbakan hiç gereği yokken, “Benim evlatlarımdan bir tanesi böyle bir yolsuzluğa karışsın, bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim” dedi. Başbakandan böyle aşırı davranışlar beklemiyoruz, çocuklarından biri suç işlese de, bir baba olarak onlara sahip çıkmasını asla yadırgamayız. İstediğimiz savcıların, yargıçların işine müdahale edilmemesi…
Bu millet savcıların dayanaksız iddialarının, yargıçların haksız kararlarının yabancısı değil. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu bilir, bunu da sandıkta gösterir.
Yargı içerisinde ideolojik kadrolaşma da bize çok yabancı bir olay değil… Militan Kemalistlerin yargıya nasıl hâkim olduklarını, ideolojik amaçlarla açılan davaları, haksız mahkûmiyet kararlarını, kapatılan partileri iktidar rehaveti ile AKP’liler unutmuş olabilir, ama biz hatırlıyoruz.
Kemalist devletçiler “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” diyorlardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da aynı şeyleri söylüyor: “Bizim bir devlet geleneğimiz var. Osmanlı’da da bu böyleydi. Devlet için evlatlar bile feda edildi. Bugün de devlete zarar verecek bir yapıyı kabul etmemiz mümkün değil.” Belli ki, hukuk devletini hiçe sayan Kemalistlerle İslamcı politikacılar arasında önemli bir fark yok.
Bu sorunun çözümü için iktidarın bulduğu çözüm yollarının hepsi demokrasiye ve hukuk devletine aykırı… Eğer bu yöntemleri kabulleneceksek, geriye gerçek darbecilere karşı söyleyeceğimiz bir şey de kalmaz.