Çözüm sürecini başlatan itici gücün PKK şiddeti olmadığını yazdığımda bu iddiam fazla taraftar bulamamıştı. Şiddetin yükseldiği ve çözüm argümanlarının raflara kaldırıldığı şu günlerde, şiddetin çözüm sürecinde oynadığı rolü yeniden düşünmek gerektiği ortaya çıkmaktadır. Zira barışa giden yolu tekrar hatırlamak gerekmektedir.
Süreç Neden Başladı?
Bana göre çözüm süreci, Türkiye’de askerî vesayeti zayıflatmanın etkin stratejilerinden biriydi. “Çözüm arayışları”, genel anlamda seçilmişlerin ülke politikasının tek hâkimi olma iddiasının bir yan ürünü olarak gelişti. Politika üretme süreçlerini sivilleştirmek, doğal olarak seçim sistemini, dolayısıyla seçmenleri, daha önemli bir aktör olarak siyaset alanına taşıdı. Temel dayanağı seçim zaferinden başka bir şey olmayan bir siyasal partinin, ülkenin en büyük meselesine gözlerine yumarak iktidarını koruyamayacağı da açıktı.
Bu sebeple, öncelikle tarihsel açıdan temelde askerî bir mesele olarak görülen, dolayısıyla TSK’nın yetki alanına giren Kürt meselesinin, siyasal bir sorun olarak yeniden formüle edilmesi temel bir hedef olarak AK Parti’nin gündemine oturmuştu.
Ekonomik bunalımın ve darbe iddialarının zayıflattığı bürokratik vesayet karşısında, AK Parti, reform umuduyla büyük bir seçmen kitlesini konsolide etmeyi başardı. Bu başarının yarattığı güven ortamında, sivil politikayı tahkim etmek için, en önemli iç meselemiz olan “Kürt sorunu”nu barışçıl yollarla çözmek gerekli hale geldi. Çözüm arayışlarındaki temel problem, demokratik siyasetin bu sorunun çözümü konusunda neredeyse hiç deneyimi olmamasıydı. Yani sorunu siyasetle nasıl çözeceğimizi bilmiyorduk. Maalesef tecrübesizlik ve demokrasimizin pek çok diğer zafiyetleri çözüm sürecinin anlamlı bir zaman sürecinde mutlu sona erişmesine engel oldu.
Farklı Koşullar
PKK terörünün uluslararası bir sorun haline getirildiği ve PKK’nın bu avantajı kullanmak için Türkiye’de terörü artırdığı herkesin konuştuğu bir gerçek. Bu durum şüphesiz Türkiye’nin elini zayıflatıyor. Ancak Türkiye’deki sivil siyasetin de şartlarının değiştiği, bu sorun bağlamında yeterince fark edilmemiş görünüyor. Askerî vesayet yakın bir tehdit olmaktan çıktı. Sivil hükümetin, silahlı güçlerin kontrolünü sağlaması ve meselenin uluslararası boyut kazanması ile TSK’nın Kürt meselesindeki geleneksel rolü ortadan kalktı. Bu durum sivil hükümetin şiddet kullanma potansiyelini artırdı.
Öte yandan on yıllık hızlı büyüme ve son yıllarda yaşadığımız barış tecrübesi çok önemli bir Kürt nüfusunu Türkiye’nin siyasal ve ekonomik sistemine entegre etmeyi başardı. “Süreç”, Kürtlere başka bir hayatın mümkün olabileceğini göstererek, şiddet yanlısı Kürt siyasetine karşı ciddi bir güvensizlik yarattı. Şiddeti tek çare olarak Kürtlere dayatmaya çalışan PKK’ya rağmen, Kürtlerin kitlesel bir savaşa sokulamaması, Kürtlerin hâlâ barışı savaşa tercih ettiklerinin en önemli göstergesidir.
Kürt siyaseti ve radikal sol, PKK şiddetinin “süreci” başlatan temel unsur olduğunu zannettiğinden, PKK teröründen vazgeçemiyorlar. Nedenleri anlayamadıklarından sonuçları da değerlendiremiyorlar. Türklerin çoğunluğu için PKK bu meselede bir muhatap değildir. HDP’nin ise PKK’dan ayrı bir kimliği maalesef yoktur. Kürtlerin yeni bir siyasî oluşumla kendilerini yeniden siyasette aktör haline getirebilmeleri ise, PKK’nın Kürtler üzerindeki vesayetini büyük ölçüde azaltmaya bağlıdır. Umarım kısa vadede bu yöndeki gelişmelere tanık olma şansını yakalarız.
Yeni Yüzyıl, 23.01.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/degisen-kosullar-ve-kurt-meselesi-1035