Danıştay’ın 8. Daire’sinin kaldırılmış andı yeniden tesis etme sonucunu verecek kararı bazılarının diline pelesenk ettiği bir ezberi -hatta tekerlemeyi- boşa düşürdü. İddiaya göre AK Parti iktidarı yargının işleyişine her an ve her açıdan müdahale etmekteydi. Hatta yargıya nokta talimatlar vermekteydi. Bu, Türkiye’de genel olarak hukukun hâkimiyetinin önündeki en büyük engeldi ve özel olarak yürütülmekte olan FETÖ davalarındaki haksızlık ve yanlışlıkların tek -tek değilse de ana- kaynağıydı. Bu vahim durumun düzelmesinin yolu siyasetin yargıya müdahaleden vazgeçmesi ve yargının bağımsızlığının sağlanmasıydı. AK Parti -daha doğrusu Tayyip Erdoğan- bu tavırdan vazgeçerse hukukun hâkimiyeti tesis edilmiş olurdu.
Uzun zamandır bu yaklaşımı eleştirmekteyim. Bunu yaparken Türkiye’de siyaset yargıya hiçbir zaman ve hiçbir şekilde müdahale etmediğini, bu çerçevede AK Parti iktidarlarının yargıya doğrudan veya dolaylı olarak asla karışmadığını iddia ediyor değilim. Bunu söylemek saflık olur. Söylediğim şu: Yargıya ilişkin problemler zaman olarak AK Parti iktidarlarının çok öncesine gidiyor ve tek değil birçok sebebe dayanıyor. Dolayısıyla, sadece iktidarın yargıya “tam bağımsızlık” sağlamasının yargının harika bir duruma gelmesini temin edeceğini sanmak indirgemecilik ve hayalciliktir. Problem çok daha geniş ve çok boyutlu. Bunu söylemek siyasetin yargıya haksız ve yersiz müdahalelerini onaylamak ve savunmak anlamına gelmez. Sadece, bir tespit yapmak anlamına gelir. Tespiti doğru yapamazsak, yani problemi tam olarak teşhis edemezsek, doğru çözüm yollarını da bulamaz ve/veya işletemeyiz.
Söz konusu karar AK Parti iktidarının yargıyı mutlak anlamda kontrol ettiği iddialarına ağır bir darbe indirdi. Bu kadar güçlü ve mütehakkim olduğu söylenen bir iktidar zamanında yargı iktidarın açıkça ve şiddetle karşı çıktığı bir kararı alabildi. Demek ki yargı iddia edildiği gibi bir bütün olarak AK Parti’nin emrinde değilmiş. Demek ki yargıda yıllarca egemen olan bürokratik vesayetçi zihniyet tamamen ortadan kalkmamış, kafa kaldırmak için fırsat bekliyormuş. Bu zihniyetteki bir yargı bugün bile bunu yapabiliyorsa meselâ zayıf bir iktidar döneminde neler yapabileceğini tahmin etmek zor değil.
Demokrasi kuvvetler ayrılığına dayanan bir siyasî rejim olarak bilinir. Bu, üç temel kuvvetin ayrı ellerde olmasını ve birbirinin alanına müdahale etmemesini gerektirir. Günlük tartışmalarda olsun akademik tartışmalarda olsun devamlı vurgulanan nokta yargının bağımız olması ve yasama ve yürütmenin -ama özellikle yürütmenin- yargıya müdahale etmemesidir. Bu genel bir doğru olarak görünmekle beraber pratikte karşılaşılan bazı durumlar işi zorlaştırabilir. Ayrıca, fazla dikkat çekmeyen ama bazen çok vahim durumlara yol açan bir diğer problem de yargının yürütme ve yasamaya haksız ve yetki aşıcı müdahaleleridir. Yargı bazı durumlarda yürütmenin takdir yetkisini çiğneyebilir veya yasamanın yetkisine ortak çıkıp kural koymaya kalkabilir.
Yürütmenin eylem ve işlemleri yargı denetimine tabidir. Bu denetim yerindelik denetimi değil hukuka uygunluk denetimi olmak zorunadır. Ancak, yargı organları bir şekilde yerindelik denetimi yapıp buna hukuka uygunluk denetimi kılıfı geçirebilmektedir. Bu karar bunun tipik bir örneğidir. Danıştay açıkça siyasî bir karar almıştır. Kararına yazdığı gerekçe bu gerçeği değiştirebilecek ve daha kötüsü hukukî ve akademik olarak ciddiye alınabilecek nitelikte değildir.
Yargı yürütmeye müdahalesini genellikle kamu yararı ve hukuk aykırılık nosyonlarına dayandırıyor. Kamu yararı çoğu zaman muğlak bir kavramdır. Birçok durumda tanımlanması zordur. Yargının onu tanımlaması ise imkânsızdır. Meselâ bir yere bir köprü yapılmasının kamu yararına olup olmadığını sadece pozitif hukuk tahsili almış, ekonomiden habersiz ve meslek icabı kısmen izole edilmiş biçime ve sınırlı bir dünyada yaşayan yargıçlar bilemez. Hukuka aykırılığın da “hukuka aykırıdır” demekle tespit ve tayin edilmesi imkânsız. Hukuka aykırılığın var olduğu ortalama zekâ sahibi bir vatandaşı tatmin edecek açıklıkta ve gerekçelerle temellendirilmelidir. “Ben bunu hukuka aykırı gördüm” demek hukuka aykırılığı var ve sabit kılamaz. Maalesef başka birçok yargı kararı gibi bu son karar da bu bakımdan çok problemli.
Demokratik bir sistemde yargıya doğrudan veya siyaset aracılığıyla dolaylı olarak toplumun elinin dokunmaması talebi de kabul edilemez. Aksi takdirde yargı memurları halkın onlara vermediği yetkileri kullanır hâle gelir. Yani yargı tahakkümü –jüristokrasi- doğar. ABD’deki Anayasa Mahkemesi hâkim atamaları siyasetin yargıya nasıl müdahil olduğunu göstermekte. ABD tarihinde başka ve daha tipik yasama ve yürütme tarafından yargıya yapılan müdahale örnekleri de var. Bizde de vesayet sistemi içinde yargı kendi kendini yeniden üreten, toplumla bir bağı bulunmayan ve topluma hesap vermek zorunda olmayan bir odak hâline gelmişti. Siyasî iktidarın ortağı -bazen patronu- gibi hareket etmekteydi. FETÖ sistemi iyi okuduğu ve sevdiği için yargıya büyük “yatırım” yaptı. Yani yargıya hâkim oldu. Siyasî müdahale olmasaydı bu hâkimiyet kırılamazdı ve tüm Türkiye yargı üzerinden FETÖ’nün esiri durumuna düşerdi. Kim bu siyasî müdahalenin yanlış olduğunu söyleyebilir? Demek ki meseleler o kadar basit değil.
Ne olacak? Ciddî bir yargı reformuna ihtiyaç var. Ama bu, uzun süreli ve çok yönlü bir çaba olmak zorunda. Kimse, ne olursa olsun ve ne yapılırsa yapılsın, bugünden yarına çok daha iyi bir yargıya kavuşacağımızı hayal etmesin. Başka alanlarda olduğu gibi yargıyı iyileştirmede de muhtemelen iki adım ileri bir adım geri temposuyla ilerleyeceğiz. Ama sistem alt üst olduğundan yargıda sonuç verici reformlar yapmak için daha elverişli bir ortama sahibiz. Umarım gerekenler yapılır ve netice alınır.
Yeniyüzyıl, 25 Ekim 2018