Çevrecilik, tabiatı korumaya çalışmak anlamına geldiği ölçüde, asil ve anlamlı bir duruş. İçinde yaşadığımız eko-sistemin temel dinamiklerinin onarılamaz biçimde tahrip olması beşeriyetin bekasını tehlikeye sokar. Ancak, eko-sistemimizin yaşamaya uygunluğunu koruması bir yandan insanın kontrolü altında olmayan tabiat şartlarına, bir yandan da insanın faaliyetlerine bağlı.
Çevrecilik hareketi 1960’larda hızlandı ve güçlenerek zamanımıza ulaştı. Temel vurgusu, çevreyi korumak için insanın üretim ve tüketim (ve hatta üreme) faaliyetlerinin gözetlenmesi, düzenlenmesi, sınırlanması ve engellenmesi. Çevreci hareket içinde ılımlı denebilecek akımlar yanında, insanı dünyadaki herhangi bir canlı seviyesinde gören ve insanın dünya üzerindeki “hegemonyasının” sona erdirilmesini talep eden radikal akımlar da var.
Çevreci hareketlerin bazıları tezlerini bilimsel olarak ispatlamaya ve insanları ikna etmeye çalışmakta. Böylece ciddî ve dikkate almaya değer çalışmalar ortaya çıkmakta. Diğer bazı çevreci hareketler ise insanları korkuya, paniğe itecek dehşet ve kıyamet senaryoları geliştirmek suretiyle mesafe almaya gayret etmekte.
Bu çizgideki kişiler ve gruplar bir anlamda felaket tellallığı yapıyor. Felaket senaryolarını kitaplarda (ve filmlerde) hikâye ediyor. Bu doğrultuda epeyce geniş bir külliyat ortaya çıktığı söylenebilir. Bir süre önce bu senaryoları/kitapları ele alıp değerlendiren ilginç bir kitap yayınladı. Kitabın yazarı Ronald Bailey, adı Kıyametin Sonu, yayıncısı ABD’de Cato Institute.
Çalışma R. Carson’un Silent Spring’inden (Sessiz Bahar) Roma Kulübü’nün The Limits to Growth’una (Büyümenin Sınırları) kadar yakında gerçekleşecek çevre kıyametleri kehanetinde bulunan kitapların/yazarların izini sürüyor. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra beşeriyetin yaşamaya devam ettiğine, uygarlığın çökmediğine, yani kehanetlerin boşa çıktığına işaret ediyor.
Çevre kıyameti kitaplarının en iyi bilinenlerinden biri Stanford Üniversitesi’nden biyolog P. Ehrlich’ın 1968’de bestseller olan Population Bomb’uydu (Nüfus Bombası). Ehrlich sınırlanmayan nüfus artışının birkaç yıl içinde yiyecek arzını aşacağını ileri sürdü. Ona göre, tüm insanlığı besleme mücadelesi kaybedilmişti, 1970’lerde dünya kıtlıklarla karşılaşacak ve milyonlarca insan açlıktan ölecekti. Yazar artan nüfustan öylesine tedirgindi ki, insanlığı büyüyen bir kanserli ura benzetti. Ancak, Ehrlich’in kehanetleri gerçekleşmedi. Bugün daha çok sayıda insan daha iyi besleniyor.
Gerek Ehrlich gerekse aynı kafadaki diğerleri neden böyle abartılı ve zayıf temelli kehanetler yapmaya girişiyor? R. Bailey’e göre bunun ana sebebi insan zekâsını ve yaratıcılığını hafife almaları. Yazarın ifadesiyle, insanlar meradaki otları tüketip ölümü bekleyen ceylan topluluğu değil. İnsanlar daima daha fazla yiyecek üretmenin yollarını aradı. Bitki yetiştirmedeki gelişmeler bir Yeşil Devrim ortaya çıkardı ve yiyecek üretimi katlanarak arttı.
R. Bailey’e göre benzer bir durum diğer ekolojik alanlarda da söz konusu. ABD’de kanser oranları düşüyor. Gittikçe daha fazla toprak tarıma kazandırılıyor. Artan zenginlik kirlenmeyi azaltıyor. Temiz enerjinin maliyeti yakında fosil yakıtın maliyetinin altına düşecek. Bu gelişmelerin hızlanarak sürmesi insanın dünyadan elini eteğini çekmesini değil onunla daha çok hemhâl olmasını gerektiriyor. Buna rağmen, radikal çevreci ideologlar kıyamet hikâyeleri anlatmayı sürdürüyor. Bunun sebebi hem psikolojik hem politik. İnsanlar iyi haberleri dikkate almayıp kötü haberlere inanma eğilimine sahip. Çevre meseleleriyle ilgili bilimler tepeden tırnağa politize. Birçok çevreci hareket hırslı bir menfaat grubuna dönüşmüş durumda.
Bu yazıyı ihtiyatsızlık telkini yapmadan bitirmekte fayda var. İnsanlık 21. Yüzyıl’da –iklim değişikliği gibi- büyük çevre sorunlarıyla karşı karşıya. Ancak, felaket tellallarının çözüm önerileriyle bu sorunların üstesinden gelemeyiz. Yapmamız gereken şey, insan zekâsını ve yaratıcılığını daha çok devreye sokmak.