15 yıl önce, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında başlayan sürecin ne olduğunu, bugün olanlara bakarak genç kuşaklar yanlış anlayabilirler. Gençler, askerlerin devleti yönetenlere silah zoruyla bir şeyler yaptırmak istediklerini, devleti yöneten sivillerin de, bugün söylenenlere ve yazılanlara bakarak, kahramanca direndiklerini düşünebilirler.
Böyle bir şey olmadı. Doğru, askerler sivil hükümete bir şeyler dayattılar, ülkeyi doğrudan MGK kararlarıyla yönetmeye çalıştılar… Ama bunun için asla silah çekmelerine gerek olmadı, Genelkurmay’ın ışıklarını birkaç gün gece yarısına kadar açık tutmaları yetti. Hükümetler askerlerin istediklerini adeta gönüllü olarak yerine getirdiler.
Bu süreçte devletin belli başlı kurumları ve sivil toplum kuruluşları da askerleri asla yalnız bırakmadılar. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay, HSYK, YÖK, üniversite rektörleri, Üniversitelerarası Kurul, Cumhurbaşkanları, medya, sivil toplum ve meslek kuruluşları, sendikalar, muhalefet partileri askerlere açıkça destek verdiler.
Askerlere karşı direnen çok az insan vardı. Durumdan, Hasan Celal Güzel, Besim Tibuk, Muhsin Yazıcıoğlu, Hüseyin Ergün ve bugün de tanıdığınız birkaç liberal aydın ve bir kaç düzgün solcu dışında herkes memnun görünüyordu.
Askerlerin, İçişleri Bakanlığı İstihbarat Daire Başkanını kulağından tutup askeri mahkeme önüne çıkarıp yargılamasına tek itiraz eden olmadı. Bu mahkeme karşısında tek dik durmasını bilen de bir onbaşı, Onbaşı Sarmusak oldu…
Hükümet Ordunun Tam Hizmetinde
28 Şubat 1997’de MGK usulüne göre toplandı ve irticaya karşı eylem planını da usulüne göre kabul etti. 13 Mart 1997’deki Bakanlar Kurulu toplantısında da Hükümet bu kararları görüştü ve onayladı. Kararların uygulamasını takip için de Başbakanlıkta bir İrticayla mücadeleyi izlemek amacıyla Başbakanlık Takip Kurulu oluşturuldu.
Başbakan Erbakan verdiği bir beyanatta, “Hükümet olarak her zaman ordumuzun tam hizmetindeyiz” diyordu. Koalisyon ortağı, DYP’nin Genel Başkanı Tansu Çiller de, alınan kararlar için, “Virgülüne kadar uygulanacaktır” diyordu. O zamanki Milli Savunma Bakanı, şimdi CHP milletvekili Turhan Tayan da, “Devletimiz TSK’nın emrine tahsislidir” diyerek olanları savunuyordu.
Başbakan Erbakan’ın, “MGK’da kararları TSK’yla uyum içinde aldık” demesine Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak sinirlenmiş, “TSK Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin temel ilkelerini bayata geçirmeye inananlar ve buna gönül verenlerle uyum içindedir. Bunlar dışında kimseyle uyum içinde değildir.” diyerek cevap vermişti.
Org. Çevik Bir ’in “Balans ayarı”nı DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan, “Bir, yasalar çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetlerine verilen görevleri dile getirmiştir. Türkiye’de her zaman Silahlı Kuvvetlerimiz rejimin, cumhuriyetin, Atatürk ilke ve inkılaplarının koruyucusu bekçisidir” diyerek gayet olağan karşılamıştı.
REFAHYOL hükümetinin başardığı en önemli işlerden biri de “Başbakanlık Kriz Yönetim Kurulu” kurup, “Başbakan tarafından MGK Genel Sekreterine, bakanlıkları, kamu dairelerini ve yerel yönetimleri denetleme yetkisi veren” kararları alması olmuştur
Ordunun bir generalinin herkesin önünde Başbakan için “13 senedir PKK ile dövüşüyorum, … bunlarla da dövüşürüm” demesi karşısında DYP Genel Başkan Yardımcısı Necmettin Cevheri, “Demokrasilerde herkes konuşur. Askerler de düşüncelerini ifade edebilirler” diyerek cevap vermişti.
Devlet Şeref Madalyası
Kendini savunmak için, “Ben Devlet Şeref Madalyası sahibiyim” diyen eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı haksız mı? Sahi, İsmail Hakkı Karadayı’ya ve diğer bütün Genelkurmay Başkanlarına bu şeref madalyaları ne için verilmişti?
“Orduyu yeniden yapılandırıp modernleştirerek dünyanın sayılı silahlı gücü hâline mi getirdi? Sınır boylarından üç beş şehrimizi düşman istila etti de gidip onları mı kurtardı? Barış zamanında bir genelkurmay başkanı ye yaparsa İsmail Hakkı Paşa da aynısını yaptı.. Maaşını sayarak aldı..
Makamında oturup güne gazete okuyarak başladı..
Önüne gelen evrakları imzaladı..
Bazen birilerini ziyarete gitti, bazen birileri onu ziyarete geldi..
Görev gereği rutin teftişleri yoksa, yani Ankara dışına çıkmak icap etmiyorsa; makam aracına binip konutuna gitti..
Varsa geceleri bir iki davete de katılmıştır..
Süleyman Bey o paha biçilmez ‘Devlet Şeref Madalyasını..’ Paşa Hazretleri’ne niye verdi acaba?
Katıldığı resmi davetlerde eline tutuşturulan içkiyi, üzerine başına damlatmadan içtiği için mi?
Üniformasının pantolonu her daim jilet gibi ütülü olduğundan mı?
Sakal tıraşı olmadan makamına gelmediğinden mi? Maaşını at yarışında çarçur etmediğinden mi?
Neden yahu? Biri söylesin..
Sıradan bir devlet memuru gibi emeklilik gününe kadar işini aksatmadan çalışmaktan başka özelliği olmayan birine o madalya niye verilir..
Ona verilir de işini aynı düzende yapan bir başka bürokrata, misal Tapu Kadastro Genel Müdürleri’nden birine neden verilmez..”
(Selahattin Duman, Vatan, 08.01.2013)
Bu “Devlet Şeref Madalyası” emekli olan hemen bütün Genelkurmay başkanlarına verildi. Başbakan Erdoğan da kendi zamanında emekli olan Genelkurmay başkanlarına bu madalyayı verdi.
Dün madalya verdiğimiz bu adamları bugün niye yargılıyoruz?
Süleyman Demirel Bu Sefer Doğru Söylüyor
Süleyman Demirel, Fikret Bila’ya yatığı açıklamada, “Şimdi 28 Şubat’a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat’ta? Parlamento fesh mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Bunlar yapılmamış, 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. 3,5-4 ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez.
Evet, o dönemde gerginlik vardı. Bu gerginlik anayasa ve demokratik süreç içinde aşılmıştır. Anayasaya aykırı hiçbir şey olmamıştır. Kamuoyunda da bu süreçte bir darbenin önlendiği algısı mevcuttur. Nitekim, asker bana nizamiyeden döndük, demiştir. Bu doğrudur. Böyle bir ortamda, MGK’da kararlar alınmış ve uygulanmıştır. Ve esasen bu kararlar 1997 yılından 2009 yılına kadar da uygulanmıştır. Yani bugün işbaşında olan hükümetin döneminde de yine 28 Şubat kararları uygulanmıştır. 11 yıllık kesintisiz eğitim de dahil olmak üzere. 2009 yılında bu kararlar kaldırıldı, denilmiştir. Dolayısıyla orta yerde darbe diye nitelendirecek bir durum yoktur.” diyor (Fikret Bila, 08.01.2013, Milliyet).
Süleyman Demirel, darbecilerin yargılanması konusunda tutarlı bir tavır sergiliyor: o gün engelleyemediği askeri müdahaleleri bugün de meşruymuş gibi göstermeye çalışıyor.
Süleyman Demirel’in, her şey usulüne göre yapıldı iddiası, epeyce doğru… Bunu nerden biliyoruz: ne askeri ne de sivil olanlar hakkında o zaman hiçbir soruşturma açılmadı. Sivil yöneticiler emrindeki devlet görevlileri hakkında hiçbir idari işlem yapmadılar, zamanın Genelkurmay Başkanlarına “Devlet Şeref Madalyası” verdiler. Bu uygulama AKP iktidarı döneminde de devam etmiştir. Süleyman Demirel’in de dediği gibi 28 Şubat 1997’de alınan kararlar, 2009 yılına kadar da aynen uygulanmıştır. Bazıları halen de uygulanmaktadır.
28 Şubat’ın hesabı sorulacaksa, hesap sormaya bu kararların altında imzası bulunan başbakanlardan başlanması gerekir. Sıra ondan sonra, emir komuta zinciri altında görev yapan askerlere gelir…
Yaşar Büyükanıt’ı Genelkurmay Başkanlığına AKP Hükümeti getirdi. Yaşar Büyükanıt’a kadar YAŞ toplantısında ordudan atılanlar irtica ile suçlanmıyorlar, disiplinsizlik diyerek ordudan atılıyorlardı. Yaşar Büyükanıt’ın olağanüstü bir yöntemle GKB atanmasından sonra, ilk defa AKP iktidarı döneminde, irtica suçlaması açıkça gerekçe olarak vurgulanmaya başlandı.
Ordudan atılan subaylar ve astsubayların hesabı sorulacaksa, hesap sormaya bu kararların altında imzası bulunan başbakanlardan başlanması gerekir. Kazanılmış sosyal hakları da elinden alınarak sokağa atılan bu insanların hesabı Çevik Bir’den önce Süleyman Demirel’den, Necmettin Erbakan’dan, Mesut Yılmaz’dan, Bülent Ecevit’ten, Abdullah Gül’den, Tayyip Erdoğan’dan sorulmalıdır. Bu kararların altında Çevik Bir ‘in değil, bunların ıslak imzası var…
afozgur@hotmail.com