Türkiye Ak Parti döneminde, devrim çapında büyük değişimler ve dönüşümler yaşadı. Bu değişim sessiz ama sarsıcı bir süreç içinde gerçekleşti. Bu değişim sürecine içten ve dıştan çeşitli tepkiler gelişti. Kimisi bu değişimi geriye döndürmek niteliğindedir. İç ve dış organizasyonların bir bileşkesi şeklinde gelişen darbe teşebbüslerini ve gezi olaylarını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Yeni döneme yönelik tepkilerden bir kısmı da bu döneme adapte olamamaktan kaynaklanmaktadır.
Cemaat meselesini ben bir adaptasyon meselesi olarak görüyorum. Kısaca ve özetle cemaat siyasete girdi ama genel olarak siyasete ve özel olarak Yeni Türkiye’nin siyasetine adapte olamadı. Siyasette, hırslı ama acemi olan cemaat soğuk savaş döneminin siyaset anlayışıyla, sıfır toplamlı oyun zihniyetiyle hareket etti. Paylaşmak istemedi. Bu da kavgayı tetikledi…
Cemaat Ak Parti dönemine kadar sivil toplumun içindeydi ve genel anlamda sivil toplum faaliyetleri yapıyordu. Fakat Ak Parti ile birlikte siyasi toplumun içine girmeye başladı ve siyasetle tanıştı; iktidarın tadını aldı. Ancak son tahlilde siyasi alan kavganın alanıdır. Cemaat de siyasete girmekle kavgaya girmiş oldu. Siyasete girenin başına neler gelirse cemaatin başına da onlar geliyor. Ziya Paşa’nın dediği gibi: Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan…
ADLİYE, MÜLKİYE VE ASKERİYE
Cemaat Ak Parti döneminde giderek artan oranda siyasete girdi. Siyasete girdi ve iktidardan kendi payına düşenden daha fazlasını istemeye başladı. Giderek, hırçın bir koalisyon ortağı gibi davrandı. Bazı bakanlıkların ve kamu kurumlarının ‘tamamen’ kendisine bırakılmasını istedi. Kendisinden olmayanları, Ak Partili olsalar bile, tasfiye etmek istedi. Cemaatin istediği kurumlar, devlet yönetimi açısından en kritik yerlerdir. Bu kurumlar, hususi bir konuşmada geçen ifadeyle, ‘adliye, mülkiye ve askeriye’dir. Esasında bütün çatışmanın kodları bu üç kelimede mündemiçtir… Gerisi, malum tabirle, fürûattır…
Askeriye şimdilik konumuz dışındadır. İleriki zamanlarda bu bağlamda da tartışmalar çıkarsa şaşırmamak lazım. Günümüz itibariyle esas kavga adliye ve mülkiyenin ele geçirilmesi noktasında başlamıştır. Cemaat bu kurumları Ak Partililerle paylaşmak istemedi. Cemaat mensubu olmayanlar dışlandı. Bunlara yönelik medya operasyonları düzenlendi. Fecaat arzeden bu konunun derinine girmek istemiyorum. Sadece Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı ele geçirme konusundaki medya operasyonlarını hatırlatmakla yetiniyorum. MİT’e yönelik operasyonları da bu bağlamda değerlendiriyorum. MİT meselesinin ABD ve İsrail özelinde, uluslararası bağlamı da bulunmaktadır ki, bu da mevzumuzun dışındadır…
NURCU GELENEKTEN SAPMA
Cemaatin aşırı düzeyde siyasete girmesi geleneksel ‘Nurcu’ çizgiden de bir sapmadır. Esasen cemaat de başlangıçta Said-i Nursi’nin ‘siyasetten uzak durma’ şeklindeki çizgisini sürdürdü. Cemaatin AK Parti dönemine kadar siyasete ilişkin tavrı şöyle özetlenebilir: Mümkün mertebe siyasetin dışında olmak; ulusal ve küresel boyutta, meşru olmasa bile mevcut otoriteye tabi olmak.
AK Parti döneminde bu değişti: Cemaat küresel boyutta aynı itaatkâr tavrını sürdürdü. Ancak Türkiye içinde, mevcut meşru otorite ile göğüs göğüse bir çatışma içine girdi. Bu Nurculuğun tarihinde de cemaatin tarihinde de yeni bir durumdur ve açık bir şekilde gelenekten sapmadır. (Bu yeni durumun siyasal ve sosyal bilimler açısından ariz-amik incelenmesi gerekiyor.) Düşünebiliyor musunuz: Said-i Nursi siyasetten Allah’a sığınmıştı; cemaat ise siyasetin tam ortasında. Bu babta son olarak şunu ifade ediyorum: Son elli yıllık siyasi hayatta, siyasete doğrudan giren cemaatlerin hazin akıbeti erbabınca malumdur…
Ben bu yazımda mevzunun vak’a ve şahıs boyutuna girmek istemiyorum. Meseleyi mümkün mertebe teorik ve soyut bir bağlamda tartışmak istiyorum. Burada bir not olarak belirtmem gerekir ki, bugünkü çatışmanın temellerini 2011 yılında gözlemlemiştim. 2011 yılının sonunda bir yazı kaleme almış ve yakında Ak Parti ile cemaat arasında bir çatışmanın zuhur edeceğini yazmıştım. (Bu yazıyı, o zamanki Taraf’ın yorum sayfasına göndermiştim ancak yayımlanmamıştı.)
PARALEL OTORİTE TEHLİKESİ
Çağımızın özgürlükçü ve demokrat devlet yönetiminin baş ilkesi şeffaflıktır. Gerek yönetimin dayandığı hukuk, gerekse yönetimin icraatı şeffaftır. Tek bir otorite ve tek bir hiyerarşi vardır. Halkın iradesiyle teşekkül etmiş devlet otoritesi şeffaftır. Bu otoritenin dışında ya da içinde, farklı bir otoriteden ve hiyerarşiden bahsedilemez. Demokratik bir hukuk devletinde derin devlet, paralel devlet ya da başka adlar altında otoriteler, hiyerarşiler ve vesayetler tesis edilemez. Bunlar illegaldir ve bir hukuk devletine düşen, kendisi dışındaki bütün illegal otoriteleri tasfiye etmektir.
Esasen Türkiye’de son yıllarda olup bitenler bu bağlamdaki tasfiye operasyonlarıdır. Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarıyla devlet otoritesinin içinde oluşturulan ve adına derin devlet denilen oluşumlar/otoriteler –büyük bir oranda- tasfiye edilmiştir. Geçen yıllarda yürütülen KCK operasyonlarıyla da, devlet otoritesinin dışında oluşturulmaya çalışılan paralel devlet oluşumları tasfiye edildi.
Sonuçta Türkiye –büyük bir oranda- bağırsaklarını temizledi; Weber’in ifadesiyle, hukuki-rasyonel otorite dışındaki otoriteler tasfiye edildi. Bu iyidir ve gereklidir. Fakat bu yapılırken, yani bir illegal otorite tasfiye edilirken başka bir illegal otoritenin oluşumuna yol açılmamalıdır. Aksi halde olup bitene demokratik gelişim değil de illegalitenin değişimi diyebiliriz. Başka bir ifadeyle hegemonyanın değişimi…
AK Parti’nin en önemli başarısı devletin içinde yuvalanan illegal yapıları bertaraf etmesidir. AK Parti bu konudaki tavrını sürdürmelidir. Eski yapıların yerini, illegal yeni oluşumların doldurmasına müsaade etmemelidir. Temiz ve şeffaf yönetim, hukuk devleti ve tarafsız yargı, muhalif-muvafık tüm vatandaşların güvencesidir. Bu güven zedelenmemelidir.
Dikkat edildiyse bu yazıda hiç dershanelerden bahsedilmedi. Sözün tamamı da söylenmedi… Eğer cemaat sivil alanda kalsaydı dershane problemi gibi bir problem yaşamazdı. 12 Eylül tarihli Zaman’da yayınlanan ‘kimsenin devleti ve iktidarıyla savaşma niyeti yok’ şeklindeki manşet, bir geri çekilmeyi mi işaret ediyor? Bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek.
Son olarak söyleyeyim ki, bu yazı bir grubu cerh, ötekini tadil namına yazılmadı. Hakkın hatırını yüceltmek adına yazıldı. Doğrudan gözlemlere dayalı olarak yazıldı. Yanlış anlamalara mahal vermemek için belirteyim ki, bu satırların yazarı dershanelerin dönüştürülmesine taraftar değildir. Tersine, eğitimin tamamen özelleşmesine taraftardır…