Ana Sayfa Blog Sayfa 650

Siyasi partiler ne zaman sivilleşecek?

0

Liberal demokrasilerde partilere verilen bu önemden dolayı devlet, bir anlamda siyasi partilerin devletidir. Ancak vesayet rejiminde ise, durum bunun tam tersidir. Ülkemizde siyasi partilerin devleti yoktur, ancak devletin siyasi partileri vardır.

Ülkemizin en önemli sorununun demokratikleşmeme olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlük, hukuk, çoğulculuk, sivilleşme ve refah için gerekli olan özgürlükçü demokrasinin kurumsallaşmasına imkân tanımayan vesayet rejimi, anti-demokrasinin kurumsallaşması için her türlü araca başvurmakta ve yolu denemektedir. Anti-demokrasinin kurumsallaşmasına rağmen demokrasinin sadece formel olarak uygulanması, demokratikleşmeme dediğimiz sorunun doğmasına neden olmaktadır.
19-20 Haziran tarihleri arasında yapılan on dokuzuncu Abant Platform’unda demokratikleşme ve siyasi partiler konusu masaya yatırıldı ve demokrasinin ülkemizde niçin kurumsallaşmadığı sorusuna siyasi partiler düzleminde cevap aranmaya çalışıldı.

1982 Anayasası’nın yapımında hiçbir siyasi partinin katkısı yoktur. Başka bir ifadeyle 82 Anayasası partisiz bir anayasadır. 82 ve 61 Anayasaları arasındaki önemli farklardan biri budur. 82 Anayasası ve siyasi partiler yasası, toplumsal ve siyasal hayatı formel olarak partili, muhtevada ise partisiz olarak öngören bir illiberal felsefeyle hazırlanmışlardır.

82 ANAYASASI: PARTİSİZ DEMOKRASİ

Partisizliği hedef alan 82 Anayasası, siyasi partilerin demokratik hayatın asli unsurları olduğunu ifade etmesine rağmen, bu anlayışın gerektirdiği ifade ve örgütlenme özgürlüğü perspektifini hiçbir şekilde ortaya koymamaktadır. Mevcut anayasaya göre, siyasi partilerin bir çeşit anayasal kurum olma statüsüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak siyasi partilerin anayasal kurum statüsüne sahipmiş gibi görünmeleri, hiçbir şekilde siyasi partilerin YÖK, MGK, Anayasa Mahkemesi gibi anayasal kurumların sahip olduğu özel ve ayrıcalıklı statüye sahip oldukları anlamına gelmemektedir. 82 Anayasası ve siyasi partiler yasası, partilere anayasal kurumlar denilen devlet iktidarının bir uzantısı olma yükümlülüğü getirmektedir. Partilerin toplumsal çoğulculuğu temsil etmesini ve siyasi alana taşımasını, 82 Anayasası hiçbir şekilde istememektedir. Mevcut anayasa ve siyasi partiler yasası, partilere devlet iktidarını topluma taşıma, ona toplumsal ve siyasal düzeyde derinlik kazandırma görevi vermektedir. Başka bir ifade ile anayasal ve yasal çerçeve, siyasi partileri sözde demokratik hayatın asli unsurları olarak tanımlamasına rağmen, özde onları devlet iktidarının tali kurumları düzeyine indirgemiştir.

Siyasi partilerin devlet iktidarı denilen sistemin uzantıları olarak tasarlanması, devlet ve siyasi partiler arasında ters bir ilişkinin doğmasına neden olmuştur. Liberal demokraside partiler, farklı toplumsal talepleri, çıkarları ve fikirleri iktidara taşımak için birbirleriyle rekabet eden asli toplumsal örgütlenmelerdir. Liberal demokrasilerde partilere verilen bu önemden dolayı devlet, bir anlamda siyasi partilerin devletidir. Ancak vesayet rejiminde ise, durum bunun tam tersidir. Ülkemizde siyasi partilerin devleti yoktur, ancak devletin siyasi partileri vardır. Anayasa ve siyasi partiler yasası, fiilen bütün partileri devletleştirdiği gibi, tek bir partiyi de en güçlü parti konumuna getirmektedir. Türkiye’de tek parti vardır, o da devlet partisidir. Devlet partisinin gücü toplumdan gelmemektedir. Onun gücü, devlete hâkim olmasından kaynaklanmaktadır.

PARTİ PROGRAMLARI: DEVLETÇİ ANALOJİ

Ülkemizde hiçbir partinin kendisine özgü orijinal bir parti programı ve söylemi yoktur. Parti programlarına baktığımızda neredeyse bütün parti programlarının genel nitelikte konular üzerinde durduğu ve ortalama söylemler kullandığı görülmektedir. Değişik partilere ait olan programlar üzerinde biraz oynamak suretiyle, bütün partiler için geçerli olabilecek tek bir programı ortaya çıkarmak bile mümkündür. Çünkü ortada, tek devlet partisinin programı vardır, siyasal partiler sadece devlet partisinin programını kendilerine uyarlamaktadırlar. Siyasal partiler, devlet partisinin programının dışında kendilerine özgü bir siyasi parti programı ve söylemiyle ortaya çıktıklarında ya kapatılmakta ya da ağır müeyyidelerle yüz yüze bırakılmaktadırlar. Devlet partisi programının dışında bir programla ortaya çıkmaya çalışan birçok siyasal partinin Türkiye’de kapatıldığı unutulmamalıdır.

RESMİ İDEOLOJİ PARTİLERİ

Avrupa Birliği’ne üye ya da aday olan ülkeler arasında tek bir partinin ideolojisini resmi devlet ideolojisi olarak benimsemiş ve devleti bir ideolojik kuruma indirgemiş tek ülke Türkiye’dir. Devlet kuran parti mitini kendisi için sürekli bir övünç kaynağı olarak gören bir ana muhalefet partisine sahip olmak da gene Türkiye’ye özgü bir durumdur. Ana muhalefet partisinin ismi bile, devlet-parti-ideoloji bütünleşmesinin tuhaf bir harmanlamasından oluşmaktadır. Devlet, bütün partilerden CHP’nin sol ya da sağ versiyonu olmalarını istemektedir. Bundan dolayı, CHP’nin tek parti döneminden kalma ideolojisini bütün partiler benimsemek zorunda bırakılmaktadırlar. Siyasi partiler, CHP’nin bir versiyonu olmayı başardıkları ölçüde devlet nezdinde makbul ya da makbul olmayan şeklinde değerlendirilmektedirler. Devlet iktidarı, siyasi partileri değerlendirirken tek ölçü olarak CHP’yi almaktadır. Başka bir ifade ile resmi bakış açısı için, siyasi hayatta CHP, her şeyin ölçüsüdür. Ülkemizde demokrasiye, hukuk ve özgürlüğe direnç sadece militarizmden, bürokratik kurumlardan, üniversitelerden ve medyadan gelmemektedir. CHP ve tek parti ideolojisi, demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engellerden biridir.

Sonuç olarak mevcut anayasa ve siyasi partiler yasası, politik partileri vesayetçi yönetimin güdükleştirilmiş kurumları haline getirmektedir. Siyasi partilerin devletleştirilmesi, ülkemizde sahici anlamda çoğulcu liberal demokrasinin kurumsallaşmasının ve derinleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Seçimler sonucu ortaya çıkan siyasi tablolarla toplum, anayasal ve siyasi partiler sisteminin eleştirisini yapmakta, partilerin devletleştirilmesini değil, özelleştirilmesi ve sivilleştirilmesi talebini dile getirmektedir. Başka bir ifade ile toplum, siyasi partilerin devlete değil, kendisine ait olduğunu sürekli olarak deklare etmektedir.

Yenişafak, 23.06.2009 

 

Bu kabus bitsin artık!

Düşmanlarımızı izlememiz gerektiğini biliyorduk. Ama onları izleyenleri de izlememiz gerektiğini anladık’.

‘Devlet Düşmanı’ (Enemy of The State) filmi bu ifadeyle sona eriyordu.

2009’a geldik ama bizi zorla kurtarmaya çalışanlardan hala kurtulmuş değiliz.

Hala andıçlar yazılıyor, tezgahlar kuruluyor, darbe planları yapılıyor…

‘28 Şubat’ devam ediyor.

Ama bu sürecin bin yıl süreceğini zannedenler elbette yanılıyor.

Bu kadar gerilime hiçbir ülke, hiçbir toplum, hiçbir devlet uzun süre dayanamaz.

İktidara el koyabilecek bir iç çatışma çıkarmak için Mersin’de Kürt çocuklarına bayrak yaktırabilen veya Fethullahçıların evinde Alevi düşmanlığını ifade eden ‘belgeler’ bulunmasını sağlayarak mezhep çatışmasını dahi göze alabilen gözü dönmüş ittihatçılar başardılar diyelim.

Onca kaynak ayırıp körüklemek için kitaplar yazdırdıkları Yahudi ve Ermeni düşmanlığı tuttu diyelim.

Bütün işi, akşama kadar bilgisayarların başında ‘yıpratılması’ kararlaştırılan kişilerin soyu sopu hakkında ‘okuyucu görüşü’ yazmak olan dezenformasyon görevlileri başardılar diyelim.

Nihayet o kargaşada hükümeti yıktırdılar ve iktidarı ele geçirdiler diyelim.

Ne olacak?

Sonuçta bölünmüş, iç savaşın eşiğine gelmiş ve birlikte yaşamayı imkansız kılacak ölçüde birbirinden nefret eden bir toplumla baş başa kalacaklar. Ve toplumda açtıkları telafisi mümkün olmayan yaralar, artık bu ülkede barışı hiçbir zaman mümkün kılmayacak.

Bütün bunları görüp de hala cuntacıların bu ülkenin iyiliği için ‘akepe iktidarı’nı yıkmaya çalıştığını düşünen varsa, artık onlara bir sözüm yok. Onların durumu ancak eski bir Yunan atasözüyle açıklanabilir: ‘Tanrılar aptallara karşı sürekli başarısız bir savaş vermiştir’ (İsterseniz ‘tanrılar’ın yerine ‘mantık’ı koyarak bir kez daha okuyun).

Asker veya sivil, bu işlere girmiş ittihatçı unsurlara da sözüm yok. Çünkü onlar, sihirli bir kürede ülkenin beşe bölüneceğini veya körükledikleri çatışmalarda yetim kalacak onbinlerce çocuğu görseler bile iktidar ihtiraslarından vazgeçmezler. ‘Vatan’, ‘millet’ kavramları, onların iktidar tutkularını gizleyen bir ‘ekran koruyucu’dur. ‘Başkentte iktidarı elde tutmak için Edirne’yi Bulgarlara bırakacak kadar gözünü iktidar hırsı bürümüş’ (kaynak: Mümtaz’er Türköne) ittihatçı atalarının siyasi varisleridir onlar.

‘Dost Medya’ya da değil sözüm. Ortaya çıkarılan her andıcın, her tezgahın önce üstünü örtmeye çalışan, bu mümkün olmazsa ‘ay inanamadım’, ‘eğer doğruysa çok bi vahim’ tarzında yazılar yazan, ama ortaya çıkmadığı sürece o tezgaha inanmış gibi yapıp, ‘alçakları tanıyalım’ diye tezgaha çanak tutan ‘gazeteci’lere de değil.

Benim sözüm, ister demokratik kaygılarla olsun, isterse de ‘nefsi müdafaa’ nedeniyle, bu kavganın bir tarafında yer alan hükümete.

Çıkış yolu, bir yandan cerahate cesaretle neşter vurup temizlerken, aynı anda reformlara devam etmek.

Sağlam durun ki bu kabus bitsin artık.

Sağlam durun ki, kendi halkını ve onun hükümetini düşman gören muhteris ‘kurtarıcılardan’ hem kendinizi hem de ülkeyi kurtarabilesiniz.

Star, 23.06.2009 

 

Toplumun ordu algısı

Bilmiyorum daha ne kadar kendimizi “çürük elmalar” diye avutmaya çalışacağız.

Bilmiyorum daha ne kadar iyi niyetli çağrılar yapacağız Genelkurmay’a “içinizdeki çürükleri temizleyin” diye… Daha ne kadar “İşte bak, derhal soruşturma açtılar, demek ki üstüne gidiyorlar” diye umutlanacağız ve sonra yeni bir andıçla birlikte yeni bir hayal kırıklığı yaşayacağız…

Taraf’taki haberi dün okumuşsunuzdur umarım. Çünkü artık haberi tekrarlama imkanımız yok; yasak geldi. O yüzden sadece yorum yapabiliyoruz.

Aslında konunun yorum yapmaya ihtiyacı da yok ya; her şey o kadar apaçık ortada ve durum o kadar vahim ki…

Ergenekon soruşturmasının başından bu yana ortaya çıkan her belgeden sonra “Artık ordu yönetimi akıllanmıştır; kendi içindeki darbeci-komplocu mihrakları temizleyecektir” diye umuyorduk. Bu soruşturmanın ilerlemesinde asker-siyasetçi mutabakatının sağlandığını sanıyorduk. Evet, anlaşılıyordu ki, ordu yönetimi soruşturmanın muvazzaf subaylara doğru derinleşmesini istemiyor; emekli subaylarla sınırlı kalmasını arzu ediyordu. Ama bunu sağlamaya çalışırken de zımni bir söz veriyordu hepimize… “Söz, suça karışan muvazzafları ben kendim temizleyeceğim, bundan sonra da böyle şeyler olmasına izin vermeyeceğim.”

Bu konuda söze dökülmeyen bir mutabakat vardı; ya da biz öyle sanıyorduk…

Ama önceki sabah kalktık ve bir de baktık ki, Ergenekon soruşturmasının başından bu yana ordu içinden çıkan gizli belgelerin en korkunçlarından biriyle karşı karşıyayız.

Eğer belge sahteyse, sorumlular elbette bedelini öderler.

Ama gerçekse korkunç bir gerçekle karşı karşıyayız:

Genelkurmay’ın beyni sayılabilecek bir birim olan Harekat Başkanlığı’nda, hem de bundan sadece iki ay önce hazırlanan bir eylem planında Türkiye ordusunun kendi halkına karşı savaşan bir ordu haline getirilmesinin planı yapılmış. Meşru hükümeti yıkmak için harekete geçilmesi, halka karşı komplolar kurulması, etnik sorunların tahrik edilmesi, bazı komşu ülkelerle aramızın açılması, suçsuz insanlara karşı provokasyonlar düzenlenmesi, iftiralar atılması düşünülmüş ve bütün bu korkunç suçlar, altında bir kıdemli albayın imzasıyla resmi bir rapor haline getirilmiş.

Böyle bir eylem planı ordu içine sızmış birkaç kişinin işi olabilir mi?

Böyle bir plan emir-komuta zinciri dışında, birkaç subayın kafasına esip de hazırladığı bir plan olabilir mi?

Gelinen bu noktada, ordu yönetiminin yukarıda sorulan soruların bütün toplumun kafasında olan sorular olduğunu anlamasında fayda var. Ortaya çıkan bu suç planının “münferit bir olay”, faillerinin de ordu içine sızmış birkaç suçlu olduğuna inanmanın çok zor olduğu bir noktadayız.

Bütün bu planlar, ordu içinde köklü biçimde yerleşmiş ve kurumsallaşmış olan bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyet, kendisini Türkiye’nin asıl iktidar sahibi olarak görmeye devam etmekte ve iktidarının sarsıldığını hissettiği anda son derece gözü kara bir biçimde böyle planlar yapmakta tereddüt etmemektedir.

Yaşadığımız bu acı tecrübe siyasi iktidarlara da askeri vesayet rejimiyle uzlaşmanın mümkün olmadığını göstermiştir umarız. Siz uzlaştığınızı sanırsınız, sonra bir bakarsınız ki arkanızdan kuyunuz kazılmış. Bu korkunç andıç geleneğinin son bulması için askeri vesayet rejiminin yıkılmasından, vesayet rejiminin bütün kalıntılarının hem zihinlerden hem de kurumlardan temizlenmesinden başka çare yoktur.

Açık konuşalım; son birkaç yılda yaşanan acı tecrübeler, halkımızda “gözbebeğim” dediği ordusu hakkında derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Halkın ordu algısı değişmektedir. Ve belki de en kötüsü, bu algı değişimi, ordunun asli görevini iyi yapmasını da engelleyecek boyutlara gelebilir.

Hiçbir anne baba oğullarını, baş meselesi halka karşı komplolar kurmak haline gelmiş bir orduda savaşmaya göndermek istemez.

Acaba Genelkurmay bu kritik eşiğin ayırdında mı?

Bugün, 14.06.2009

Minarenin boyu

Nilüfer Göle’nin son kitabını (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa) henüz okumadım.

Ama kitap üzerine yaptığı bir iki söyleşiyi okurken/dinlerken dikkatimi çeken bazı noktalar geçen yazımda (Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor) ele aldığım konuyla yakından ilgiliydi.

“Şu anda Avrupa, bizim 90’lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor” diye yazmıştım o yazıda.

Göle’yi dinlerken yaşadığımız dönemin Avrupa için neden “en sancılı” dönem olduğu meselesi biraz daha netleşti kafamda.

Bakın ne diyor Göle:

“Göçmenler Batı’da farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Avrupalı Müslümanlar artık Müslümanlıklarını daha çok görünür kılmaya çalışıyor.”

Gerçekten de basına kadar yansıyan “çatışma noktaları”na baktığımızda Avrupalı Müslümanlar’ın son yıllarda içinde yaşadıkları toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle “kimlik siyaseti” güttüklerini görüyoruz.

Dikkat edin, geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.

Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, ramazanda iftar molası talep ediyor.

Ve Göle’nin deyişiyle, bütün bu karşı karşıya gelişlerde birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar. Zaman zaman çatışıyor; hatta şiddete varan çatışmalar yaşıyor, zaman zaman da pazarlık ediyorlar. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: “Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap.” Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. “Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanıbaşındayız” demeye getiriyor.

Bu, Avrupalı’nın 60’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani “burada yaşayacaksan bana benzemeye çalış” politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı… Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi?

Öte yandan, “ev sahibi” Avrupalı’nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?

İşte Avrupalı’yı panikleten ve “Müslüman Türkiye”nin AB dışında kalması talebini her geçen gün daha yüksek sesle ifade etmesine yol açan bu tablodur.

Aslında bu bizim 90’lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de “laikçi” elitlerin korkuları, “Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor” paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da “oldukları gibi” değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90’lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. “Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın” dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.

Biz şu anda 90’lı yıllarda yaşadığımız şoku atlatma bakımından Avrupa’dan epey ileride bir noktadayız ve bu anlamda Avrupa’nın bizim deneyimimizden öğreneceği çok şey var.

Ama hemen söylemek gerekir ki, bugünkü sancılı sürecin yaşanmadan atlatılması imkânsız. Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma, anlaşma ihtimali de vardır.

Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacaktır.

Sözümüzü yine Göle’nin bir cümlesiyle bitirelim:

“Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi geliştirir.”

Bugün, 12.06.2009

Alevi sorunu çözülüyor mu?

Son zamanlarda yaşanan memnuniyet verici gelişmelerden biri “Alevi açılımı”. Bu çerçevede haziran ayı başlarında Ankara’da bir çalıştay düzenlendi. Akademisyen Necdet Subaşı’nın koordinatörlüğünde gerçekleştirilen bu toplantıda Alevi toplumunun hemen hemen her kesimini temsil eden 35 kuruluşun temsilcileri yer aldı.

İlgili bakan da katıldı ve makul ve dengeli bir konuşma yaptı. Alevi önderlerin hepsi çalıştayın ardından makul, dengeli, sağduyulu, yapıcı demeçler verdi ve memnuniyetini dile getirdi. Bildirildiğine göre açılım devam edecek. İleride daha başka çalıştaylar da yapılacak ve atılması gereken adımlar hakkında bir ortak anlayışa ulaşılacak. Böylece hükümete rehberlik edecek bir reform programı ortaya çıkacak. Bu umut verici havanın doğmasına katkısı olan herkese teşekkür etmek ve çabalarına destek vermek gerekir.

Hiçbir vicdanlı insan bu ülkede Alevilerin hiçbir sorunu olmadığını veya sorunlarının önemsiz olduğunu söyleyemez. Bir grup insan sürekli sorunlarından bahseder ve işitilmeyi talep ederken onlara “ne sorununuz var canım!” demek ne akılla ne de ahlakla bağdaşır. Hükümet başlattığı bu hayırlı süreci özenle devam ettirmeli ve Alevi vatandaşlarımızın rahatlaması ve rahatlatılması için elinden geleni yapmalıdır. Bu, sadece Alevilerin iyiliği için değil aynı zamanda ve daha fazla, ülkenin selameti için gereklidir.

ENDİŞELER TAMAMEN HAKSIZ DEĞİL

Alevilerin problemlerinin siyasal sistemle ve toplumsal kültürle ilgili iki ana boyutu vardır. Aslında bu iki boyut iç içe geçmiştir ve birbirinden beslenmektedir. Birindeki gelişme ve iyileşme mutlaka diğerine de tesir edecek ve bu alanların her birindeki her ileri adım bütün toplum için bir anlamda pozitif dışsallık yaratacaktır. Demokrasimizi kuvvetlendirecek, özgürlüklerimizi pekiştirecektir.

Alevi olmayanlara veya Alevilerin dertlerini dinlemeyenlere tuhaf gelebilir ama Alevi vatandaşlarımızın endişeleri hayatlarından korku duyma noktasına kadar ulaşabilmektedir. Birçok Alevi sık sık bir şekilde hayat haklarının Sünni çoğunluk tarafından ellerinden alınabileceği düşünce ve hissiyatına kapılmaktadır. Bu mesnetsiz ve temelsiz bir endişe değildir. Osmanlı dönemindeki katliamlar bir yana, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sicili bu açıdan parlak olmaktan uzaktır. Maraş, Çorum, Sivas katliamları hatırlardadır. Bu katliamlarda akılalmaz vahşetler sergilenmiş ve beşikteki bebekten yaşlı dede ve ninelere pek çok Alevi acımasızca ve kalleşçe katledilmiştir. Maalesef bu katliamların sorumluları ve teşvikçileri tam olarak bulunup yargılanmış ve hak ettikleri cezalara çarptırılabilmiş değildir. Her Alevi’nin yüreğinde bu katliamların hatıraları bir yangın olarak yaşamaya devam etmektedir. Kimse Alevileri bundan ve tezahürlerinden dolayı kınayamaz ve ayıplayamaz. Alevilerin hayat endişeleri ne hafife alınmayı ne görmezden gelinmeyi hak etmektedir. Türkiye devleti bir daha benzer katliamların olmaması, korkunç acıların yaşanmaması için teyakkuz halinden hiç vazgeçmemeli ve ilk ve en temel görevinin bütün vatandaşlarının can güvenliğini korumak olduğunu asla unutmamalıdır.

Devletin Alevilere karşı inkârcı ve asimilasyoncu politikası toplumun bazı kesimlerinde yaygın olan Alevi nefretini ve düşmanlığını da körüklemektedir. Bu yüzden devlet dinlere karşı tavrında ve bu arada Aleviliğe bakışında süratle demokratik standartlara uydurulmalıdır. Bu çerçevede Alevilerin ilk problemi tanınmadır. Diyanet’te temsili ölçü alırsak devletin Aleviliği resmen de fiilen de tanımadığı anlaşılmaktadır. Bunun için öne sürülen ana gerekçe Aleviliğin zaten İslam’ın bir unsurunu teşkil ettiği veya ne olduğunun belirsiz olduğudur. Devletin Aleviliği tanımlamak ve ne olup olmadığına karar vermek gibi bir yetkisi yoktur. Alevilik, Aleviler ne diyorsa odur. Üstelik Alevilik tanımı ve tatbikatı kendi içinde bir çeşitlilik de barındırabilir. Devlet Aleviliği Alevi vatandaşların tanımladığı şekilde kabul etmek zorundadır. Bu, inkârın inkârı anlamına gelir. Hemen bunu izleyecek adım asimilasyon çabalarına, yani Alevileri Sünnileştirme çabalarına son verilmesidir. Bu, din dersleri sisteminde köklü değişikliği, Alevi köylerine bazen zorbalıkla bazen kurnazlıkla cami yapımının durdurulmasını ve ilk ve ortaöğretimdeki din dersleri kadar fazla dikkat çekmemekle beraber bu bakımdan daha vahim durumda olan dinî yükseköğretimin çoğulculaştırmasını ve objektifleştirilmesini gerektirmektedir.

İnkârın inkâr edilmesinden ve asimilasyon çabalarına son verilmesinden sonra gözler Alevilerin problemlerinin eşitlikle ilgili olanlarına dönmelidir. Bu çerçevede en başta ele alınması gereken sorun, cemevlerinin ibadethane statüsüne kavuşturulmasıdır. Bazı Sünni politikacılarla bürokrat ve akademisyenlerin cemevlerinin ibadethane olmasına böylesine ısrar ve inatla direnmelerinin sebebini anlamak imkânsızdır. Bu insanlar başkalarının ihtiyaç ve taleplerine karşı kayıtsız kalma veya engelleyici olma hakkını nereden almaktadır? Aynı muamele kendilerinin önemsedikleri yerler olarak camilere karşı yapılsa ne hissederlerdi acaba? Cemevlerine elbette ibadethane statüsü verilmelidir. Ancak bununla yetinilmemeli, cemevleri camilere tanınan bütün ayrıcalık ve avantajlara (bedava su, elektrik vs.) sahip kılınmalıdır. Mevcut dinî teşkilatlanma sistemi muhafaza edilecekse, yani din hizmetleri genel devlet teşkilatı içinde bir idari birim tarafından yürütülecekse, Aleviler Diyanet’te temsil edilmeli ve ihtiyaç olan yerlerde dileyen dedelere de din adamı kadrosu verilmeli, maaş ödenmelidir. Keza, aynen Sünni dinî günleri ve bayramları gibi Alevilerin kutsal günleri de dikkate alınmalı ve resmi tatil ilan edilmelidir.

İLK BAŞTA ÖNYARGILAR KIRILMALI

Alevilerin problemlerinin hatırı sayılır bir kısmı toplumun bazı kesimlerinde yaygın olan Alevi aleyhtarı önyargılar ve hurafelerle ilgilidir. Bunlar adeta bir iç dinamik kazanmıştır ve kendi kendini tekrar tekrar üretmektedir. Önyargı ve hurafeler bazen nefret konuşması boyutlarına varmaktadır. Toplumsal kültürde bir anda değişiklik yapmak elbette mümkün değildir ama bu alanda da devletin yapabilecekleri ve hassaten yapması gereken şeyler vardır. En başta her seviyedeki ders kitaplarının negatif ayrımcılıklardan, hurafelerden ve aşağılamalardan arındırılması gelmektedir. Bazı ilahiyat profesörlerinin okullarda da kullanılan kimi kitaplarında Alevilik ve Aleviler hakkında, Alevilerin hayat pratiği hakkında yazılan şeylerin bir kısmı utanç vericidir. Akla hayale gelmeyecek sığlık ve çirkinliktedir. Bunu tespit etmeye bu kitaplar üzerinde yapılacak bir günlük çalışma bile yetecektir. İlahiyat fakültelerinin müfredatları gözden geçirilmeli ve bu tür ders kitaplarının negatif ayrımcılığın, nefretin öğrencilere aktarılmasının aracı olarak kullanılması engellenmelidir. Kürtler için söyleneni Aleviler için de söyleyebiliriz. Aleviler hak ve özgürlüklerine kavuşmadan Türkiye bir hak ve özgürlükler ülkesi olamaz. Bu yüzden, Alevilerin sorunlarının çözümü için Alevilerden çok Alevi olmayanlar çaba sarf etmelidir.

Zaman

Değişen Merkez ve Demokrat Parti’nin Çilesi

Bazılarının çilesi ölünce biter; fakat bazı talihsizlerin çilesi ölünce de bitmez. Bazılarının “çekilecek çilesi vardır” ve bu kaderinden kaçamazlar. DP’nin ve Menderes’in başına gelenler de bu kabilden bir çile.

DP’nin çilesi kapatılmayla, Menderes’in çilesi de idamla sona ermedi… Günümüze kadar uzanan bir çileler zinciri DP’nin ve Menderes ailesinin peşini bırakmadı. Malum, Menderes’in iki oğlu şüpheli bir şekilde genç yaşlarında öldü (ya da öldürüldü); diğer oğlu ise yine şüpheli bir kaza ile sakat bırakıldı… Hasılı, Menderes ailesi de, DP de hiçbir zaman kendi hallerine bırakılmadı. DP, 27 Mayıs cuntası tarafından kapatıldıktan sonra defalarca açıldı ve kapatıldı ya da başka partilerle birleştirildi… Kaç defa açılıp kaç defa kapandığını bir siyaset bilimci olarak hesap edemiyorum…

DP’yi yeniden diriltme konusundaki ilk ciddi teşebbüs Celal Bayar ve Ferruh Bozbeyli önderliğinde olmuştu; Demokratik Parti kurulmuştu… Fakat bu en ciddi teşebbüs bile DP’yi ihya edemedi; Demokratik Parti 70’li yıllarda sönüp gitti… Bu ciddi teşebbüsten sonra da birçok kişi ve kesim -kimi iyi niyetle kimi kötü niyetle- DP’yi diriltmek üzere teşebbüste bulundu; fakat hiçbirisi başarılı olamadı. Bir ara Korkut Özal’ı hatırlıyorum DP lideri olarak… Bir vakit DP’nin başında Aydın Menderes’i gördük… Hatırladığım kadarıyla en son Melih Gökçek’e yakın isimler ele geçirmişti DP’yi… Erdoğan’ın yasaklı olduğu bir dönemde Gökçek’in bazı hesapları vardı… En son da Mehmet Ağar, 367 müdahalesi sürecinde DYP’yi DP’ye dönüştürdü; cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde DP’nin anti-demokrat cephe içinde yer almasını sağladı… DP, bir defa daha vuruldu bu mahut süreçte…

Ağar’dan sonra Süleyman Soylu, DP’yi yeniden eski söylem ve eylem gücüne kavuşturmak için son bir hamle yaptı. Fakat olmadı, olmuyor, olmayacak; çünkü zamanın ruhu değişti; tarih yürüdü ve yeni dengeler oluştu; yeni merkez, yeni partiler vücuda getirdi… Zamanın ruhu nasıl başka bedenlere geçtiyse “46 ruhu” da başka bedenlere geçti: 46 ruhu 27 Mayıs darbesinden sonra Adalet Partisi’ne geçmiştir (Demirel’e değil); 80’li yıllarda Özal’a geçmiştir (ANAP’a değil); en son olarak da Tayyip Erdoğan’a geçmiştir…

Soylu’dan sonra da DP’nin çilesi bitmedi. DP’nin başına gelebilecek en kötü şey geldi: Demokrat Parti, demokrasiye dış müdahaleleri olağan gören hatta onları teşvik eden bir ekibin eline geçti. Evet, bu da oldu… DP’nin başına çok şeyler geldi ama bu kadarı hiç gelmemişti. Hakikat halde, genel başkanlık koltuğu münhal bulunan İşçi Partisi’ne ya da CHP’ye talip olması gereken çevreler, DP’ye musallat oldular. Kongrede ezici bir çoğunluk sağlayamadılar ama yine de -kıl payı bir farkla da olsa- DP’yi ele geçirdiler.

DP üzerinde operasyon yapan güçlerin amacı AK Parti’yi geriletip “merkez sağ”ı yeniden ele geçirmek; bu olmuyorsa yeni bir merkez sağ inşa etmek… Bu amaçla eski tüfekler partiye çağrılacak; ANAP, DP’ye dâhil edilecek, belki İlhan Kesici, Lütfullah Kayalar gibi CHP’ye laik sağdan destek olarak gönderilenler geri çağrılacak, Şener’le seçim ittifakı yapılacak vs…

Fakat bütün bunlar, onların istediği yönde sonuçlar doğurmayacak gelişmeler AK Parti’nin değil CHP’nin, bir miktar da MHP’nin aleyhine işleyecek gibi görünüyor. Çünkü son seçimlerde CHP’ye ve MHP’ye laik sağdan “gönderilen” ödünç oylar DP’ye geri çağrılacak. CHP’nin laik oylar üzerindeki tekel durumu kalkacak… DP, AK Parti’den daha çok CHP’den oy çalacaktır. Süleyman Soylu’nun demokrat ve muhafazakâr söylemi nedeniyle bu partiye oy veren bir kesim de DP’yi bırakıp AK Parti’ye yönelecek.

Bütün değişkenler hesaba katıldığında DP’ye birkaç puanlık yeni oy gelecek fakat birkaç puanlık oy da DP’yi terk edecek. Sonuçta DP yine % 5’ler civarında seyredecek. Bir zamanlar % 50’yi aşmış eski siyasetçi de siyaset sahnesini % 5’lik bir oy oranıyla terk edecek. Hazin bir son; tıpkı başka bir eski siyasetçinin % 1’e vuran oy oranıyla siyaseti terk edişi gibi…

Önümüzdeki genel seçimler her halükârda çok ibretli sonuçlara gebe olacak gibi. DP operasyonunun arkasındaki iki isim gerek 28 Şubat sürecinde gerekse 27 Nisan sürecinde büyük günahlar işlemişlerdi. Önümüzdeki seçimler bu günahların hesabının da sorulmasına fırsat tanıyacak. Soylu’nun liderliğindeki DP yoluna devam edebilseydi belki de AK Parti için gerçek bir alternatif olabilirdi…

ZAMANIN RUHUNU OKUYAMIYORLAR

DP’yi ele geçiren yeni ekip, zamanın ruhunu okuyamıyor. 70’li yılların ideolojik ve politik yöntemlerini yeniden hayata geçirmeye çalışıyorlar. 21. yüzyılın küresel ve postmodern zemininde artık bunun mümkün olamayacağını göremiyorlar… “Muhafazakâr” AK Parti’yi “tutucu” bir ideolojiyle alt etmeye çalışıyorlar. Bu noktada, olup biteni doğru anlayabilmek için, muhafazakârlığın değişime açık, tutuculuğun ise değişime kapalı olduğunu hatırlamak gerekiyor. “Usta siyasetçi” olarak geçinen bu ekip Türk siyasetinin yeni yapısını da doğru okuyamıyor. Türk siyasetindeki değişimi doğru okumanın yolu bazen medyadaki değişimi doğru okumaktan geçiyor. Bu bağlamda, DP’ye gönül vermiş kitlenin gazete tercihi ile parti tercihi arasındaki ilişkiye dikkatleri çekmek istiyorum. DP’ye gönül vermiş büyük kitle -genel olarak merkez sağ- bir vakitler gazete olarak Tercüman’ı, parti olarak da AP’yi tercih etmişti. Daha sonraları gazete olarak Türkiye’yi, parti olarak da Özal’ın ANAP’ını tercih etti. En son dönemde ise gazete olarak Zaman’ı, parti olarak da Erdoğan’ın AK Parti’sini tercih etti.

DP’nin kaderi biraz Tercüman’ın kaderine benziyor. Tarih içinde çeşitli defalar DP’yi yeniden açmak isteyenler olduğu gibi Tercüman’ı da yeniden canlandırmak isteyenler oldu. Fakat sonuç hep hüsran oldu. Hülasa: Günümüzde yeniden yayınlanan Tercüman ne kadar eski Tercüman ise DP de o kadar eski DP’dir. Yeniden yayınlanan Tercüman ne kadar başarılı ise yeni DP de o kadar başarılı olacaktır… Özetle, yeniden yayınlanan Tercüman, günümüzde eski Tercüman’ın tam zıddı bir noktada yayın yapıyor; yeniden kurulan DP de eski DP’nin tam zıddı bir ideolojik zemine çekildi… DP’yi ele geçiren ekip, zamanın ruhunu doğru okuyamıyor; belki biraz da yaşlarının bir sonucu olarak konuya duygusal yaklaşıyor. Merkezin değiştiğini, makul çoğunluğun yeni bir makûliyet inşa ettiğini anlayamıyor. “Başörtülüler Arabistan’a gitsin!” diyen bir zihnin, sadece tarihi değil günümüzü de doğru okuyamadığı çok açık.

Merkez hep aynı yerde kalmaz; merkez zamana ve zemine göre değişir; her devrin makul çoğunluğu zamanın ruhunu yeniden okur ve merkezi o ruha göre yeniden inşa eder… Çok büyük saptırmalar/yanıltmalar olmadıkça, çoğunluk yanlışta birleşmez, çoğunluğun belirlediği merkez, makulün de merkezidir aynı zamanda… DP ile ANAP’ın birleşme görüşmeleri bağlamında ANAP’ın genel başkanı şöyle demiş: “Bu sıradan bir birleşme değil, merkezin inşasıdır.” Bunu bir temenni olarak söylediği kesin. Ama şunu göremiyor: Merkezi yukarısı değil aşağısı inşa eder; merkezi siyaset değil sosyoloji belirler. Sosyolojinin belirlediği şey, siyaset olur, siyasete dönüşür…

DP ile ANAP birleşmesine dair tek cümlelik bir yorum yeter: İki mevtanın birleşmesinden bir diri ortaya çıkmaz. Hakikat şudur ki; DP, 1961 yılında cunta tarafından kapatılmıştır/öldürülmüştür; ANAP ise 1989 yılında Özal’ın Çankaya’ya çıkmasıyla ruhunu kaybetmiş; 28 Şubat sürecinde de ölmüştür. Türlü niyetler ve türlü amaçlarla siyasî hırs peşinde koşanlar artık DP’yi rahat bıraksınlar. DP ölmüştür ve tarihe intikal etmiştir; “DP’yi yeniden dirilteceğiz” türünden eylem ve söylemler mezar soygunculuğundan öteye gitmemiştir, gitmeyecektir. Bırakın, DP mezarında rahat uyusun. DP’nin aziz hatırası için yapılacak en anlamlı eylem şu olmalıdır: 14 Mayıs, “demokrasi bayramı” olarak kabul edilmeli ve DP’nin mirasına sahip çıkan tüm partiler bu bayramı coşkuyla kutlamalıdır.

Zaman

08.06.2009

Tocqueville: Bush hayran, Obama hemfikir

0

Bush, Tocqueville’nin kendisinin en favori filozofu olduğunu söylemişti. Ama onun fikirlerinden etkilendiğini söylemek pek mümkün değil. Obama ise özellikle son yaptığı konuşma ile Tocqueville’i anımsattı. Ne diyordu Tocqueville, Amerika’yı diğer toplumlardan ayıran özellik, yapmış olduğu hataları kendi kurum ve değerleriyle düzeltme kapasitesine ve yeteneğine sahip olması. Obama, Bush’un hatalarını düzeltileceğini söyleyerek bir anlamda Tocqueville’nin yıllar önce yapmış olduğu bu gözlemi doğrulamış oldu.

Bu sene, 16 Nisan 1859 tarihinde ölen ünlü siyaset bilimci Alexis de Tocqueville’nin 150. ölüm yıl dönümü. (1805-1859) Tocqueville 19. yüzyılın en etkili ve verimli düşünürlerinden biridir. Yaşadığı dönemdeki demokratik sosyal durumu anlayabilmek için o, hayatını Amerika ve Fransa başta olmak üzere Batının temel siyasi durumunu incelemeye adamış ve modern siyaset teorisinin orijinal yapıtlarından biri olan Amerika’da Demokrasi isimli eserini yazmıştır. Diktatörlüğü tecrübe etmeden özgür bir toplum ve demokratik bir düzen kurmanın mümkün olduğunu göstermek için Amerika örneğini derinliğine gözlemlemiştir. 90’lı yıllardan sonra Amerika’da Tocqueville’ye olan ilgi olağanüstü şekilde artmıştır. Bush, Tocqueville’nin kendisinin en favori filozofu olduğunu söylemiştir. Birçok Amerikalı, Amerika’yı Tocqueville’nin gözlemleri ışığında günümüzde anlama ve şekillendirme arzusu duymaktadır.

Başka bir ifade ile Tocqueville’nin Amerika’da gözlemlediği demokrasiyi, sivil toplumu ve özgürlüğü bugün Amerikalılar aramaktadırlar. Başkan Obama son ulusa sesleniş konuşmasında Guantanamo hapishanesinin kapatılması, askeri komisyonların yeniden düzenlenmesi, devlet sırrı kavramının yeniden tanımlanıp kapsamının mümkün olduğunca daraltılması ve topluma daha çok bilgi sunulması, şiddet ve işkencenin sorgulama tekniği olarak meşru görülmemesi ihtiyacını dile getirmek suretiyle bir anlamda köklü bir özeleştiri yapmıştır.

ABD’nin kurucu değerleri

Obama bu konuşmasında Amerika’yı Amerika yapan kurucu değerler olan şeffaflık, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi çerçevesinde geçmişte yapılan hataların tekrar edilmemesini ve yenilenmiş bir bakış açısıyla Amerika’nın karşılaştığı büyük sorunlarla başa çıkılması gerektiğinin altını çizmiştir.

Tocqueville, Amerika’nın diğer toplumlardan ayrılan tarafının yapmış olduğu hataları kendi kurum ve değerleriyle düzeltme kapasitesine ve yeteneğine sahip olma şeklinde ifade etmiştir. Obama, son konuşmasıyla, bir anlamda Tocqueville’nin yıllar önce yapmış olduğu bu gözlemi doğrulamış bulunmaktadır.

Sivil toplum kavramının politik hayatta bugün anahtar konuma gelmesinde Tocqueville’nin büyük katkısı olmuştur. Devletten sürekli olarak bir şeyler istemek yerine toplumun ve bireylerin kendileri için harekete geçmesi onun için çok önemlidir. Bu bağlamda toplumun ve bireyin devletten bağımsız olarak kendi başına harekete geçtiği en derin sivil toplum tecrübesinin Amerika örneği olduğunu düşünmektedir.

Bir demokraside özgür ve sivil toplumun nasıl oluşacağı sorusu, hayatı boyunca onu hep meşgul etmiştir. İnsanların özgürce belirledikleri amaçları gerçekleştirmek için örgütlenmeleri, toplumu kendi farkında olan aktif bir politik toplum yaptığı gibi, onun devletten bağımsız işleyen bir yapı olmasını da sağlamaktadır. Devletten bağımsız bir toplumsal yapının oluşmasında dinin öneminin farkında olan Tocqueville, dini Amerikalıların birinci politik kurumu olarak kabul etmektedir. Din, Amerika’da politik hayata müdahale etmekten çok bireylerin ahlaki ve kültürel özelliklerine katkı yapmak suretiyle onların özgürlüklerini kullanmalarını mümkün kılmakta ve teşvik etmektedir. Dini inançların teşvikiyle kurulan gönüllü sivil toplum kuruluşları, bireyleri, kişisel çıkar arzusunun ötesinde diğer insanlarla bağlantılı hale getirmekte ve bencilliğin yalnızlaştırıcı etkilerinden korumaktadır. Özgürlük, Tockivelyan düşüncenin özünü oluşturmaktadır. Hatta Tocqueville, özgürlüğe tapacak bir yaradılışa sahip olduğunu söylemektedir. Ona göre, özgür kalabilmek için özgürlüğün tadına varmak yeterlidir. Birey, özgür seçim ve yaptıklarından dolayı sorumluluk almalıdır. Bireysel ve toplumsal hayatın maksimum düzeyde devletin zorbalığından ve müdahalelerinden masun olması, özgürlüğün olmazsa olmaz şartıdır. Onun özgürlük anlayışını negatif özgürlük anlayışı olarak değerlendirebiliriz.

Özgürlük mü eşitlik mi?

Düzenin nasıl sağlanacağı sorusu yerine Tocqueville, bireylerin özgür ve serbest aktiviteleri sayesinde özgür bir toplumun nasıl oluşacağı problemiyle daha çok ilgileniyordu. Ona göre, bir toplumun liberal ya da illiberal olması, o toplumun ahlaki ve kültürel şartlarıyla çok yakından ilgilidir. Ahlaki ve kültürel alışkanlıkların, özgür ve çoğulcu bir topluma imkan vermesi gerekmektedir. Amerika’nın ahlaki ve sosyal şartlarını inceleyen Tocqueville, Amerika’da özgür toplumun özgür siyasi kurumlar yarattığını söylemektedir. Ancak Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde kültürel ve sosyal şartlar farklı olduğundan Amerika’daki durumun buraları için geçerli olamayacağını düşünmektedir. Ona göre, Fransa’da serbest siyasi kurumlar özgür bir toplum yaratmak zorundadır.

Bireyi devlete karşı korumak

Eşitlik mitini özgürlük ve demokrasinin önünde engel olarak gören Tocqueville, eşitlik yerine özgürlüğe vurgu yapmıştır. Bireyin ve toplumun, baskıya ve dayatmaya karşı çıkmasını sağlayan insan onurunu koruma ve özgürlüğü tutkuyla sevme gibi hasletlerini eşitlik miti sinsi bir şekilde zayıflatmakta ve yok etmektedir. İnsanların, özgürlükten çok eşitlik mitinin büyüsüne kapıldıkları görülmektedir. Ancak insanlar, eşitliğin cazibesine kapılmanın kendilerini özgürlükte değil kölelikte daha çok eşit yaptığını çoğu zaman unutmaktadırlar. Sosyalizm ve merkeziyetçiliği aynı toprağın ürünleri olarak değerlendiren Tocqueville, kolektivist eşitlikçiliğin her çeşidine karşı çıkmaktadır.

Eşitlik miti, devletin merkezi gücünü aşırı şekilde arttırmaya çok yaramaktadır. Eşitlik düşüncesi, bireysel ve sosyal şartları ve düzeyleri dikkate almadığı için devleti toplumun üstünde mutlak bir güce düşündürmektedir. Devletin mutlak bir güce dönüştüren eşitlik mitinin tehlikelerine dikkat çeken Tocqueville, sosyal şartları ve farklılıkları yansıtan, bireyi devlete karşı koruyan, devlet gücünün sınırlanmasını sağlayan ara örgütlenmelerin gerekliliği üzerinde durmaktadır. Devlet ve birey arasındaki aracı sivil toplum kurumlarının gelişmesine olanak tanınması, özgür bir toplumun olmazsa olmazıdır. Bu kurumlar, demokrasinin soft despotizme kaymasına engel olduğu gibi, bireyin ve toplumun kendi ayakları üzerinde durarak ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerini geliştirmelerine imkan tanımaktadır.

Amerika’daki demokratik sistemin işleyişi üzerine dikkatli gözlemlerde bulunan Tocqueville, herkesin eşitliği ilkesine dayanan demokrasinin eşitlikçi doğasından dolayı kendi içinde barındırdığı çok önemli tehlikeye dikkat çekmektedir. Demokrasinin kendisine özgü bir despotizm üretme potansiyeline sahip olduğunu düşünen Tocqueville, buna ‘yumuşak despotizm’ (soft despotizm) demektedir.

Demokratik çoğunluğu elde eden yönetimin, elinde iktidarı bulundurduğu sürece herkesi mutlu etme sorumluluğunu üzerine alan büyük bir koruyucu olarak davranması yumuşak bir despotizm yaratmaktadır. Böyle bir demokraside insanlar, gücün kendi ellerinde olduğunu sanmakta, ancak gücün aslında bir azınlık grubunun elinde olduğunun farkında değildirler. Demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizm, devleti baba konumuna çıkarmakta ve devletin baba olarak çocukları adına düşünmesini, onların geçimlerini sağlama dahil her türlü ihtiyaçlarını yerine getirme gibi kendisini ilgilendirmeyen işleri yapmasına neden olmaktadır.

Demokrasinin riskleri

Eşitlik ilkesine göre işleyen demokrasi, despotizme yatkın bir baskıcı rejimi yaratma tehlikesini her zaman kendi içinde barındırmaktadır. İnsanlar, maddi ihtiyaçları karşılandığı sürece, çoğunluk yönetiminin kararlarına uymayı kendi özgürlüklerine tercih edebilirler. Böyle bir durumda insanlar, genel kabul gördüğü varsayılan fikirleri kolaylıkla destekleyebilir ve halkın yönetimde olduğu yanılsamasını gerçek olarak içselleştirebilirler. Bir baba şefkatine ve gücüne sahip olan demokratik despotizm, özgürlüğe karşı ortaya çıkan modern bir tehdittir. Tocqueville, demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizmi özgürlüğün yok olmasından hareketle eleştirmektedir. Yüksek amaçlar uğruna şiddet kullanmayı çok tehlikeli gören Tocqueville, demokratik eşitlik adına yumuşak bir despotizmin yaratılmasını ve özgürlüklerden vazgeçilmesini de çok tehlikeli olarak değerlendirmektedir.

Soft-despotizmin panzehiri

Soft demokratik despotizm, toplumun ve yönetimin yozlaşmasına ve çürümesine neden olmaktadır. Soft despotizm düzeninde insanlar, her istediklerini yerine getireceğini vaat eden politikacılara oy verirken, siyasetçiler de kendilerini destekledikleri sürece herkesin arzularını yerine getirmeyi kendilerine görev bilmektedirler. Demokratik yumuşak despotizmde toplum gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçebilmekte ve her türlü ihtiyacının karşılanmasını sadece devletten istemektedir. Tocqueville’ye göre, soft despotizmin panzehiri, iktidarın desentralizasyonu ve demokratik kurumların çeşitliliğinin sağlanmasıdır.

Sonuç olarak Tocqueville, gelecekte demokrasi ve özgürlüğün karşılaşacağı tehlikelere dikkat çekmesi açısından bugün için de aktüel önemini korumaktadır. Soft despotizm kavramı etrafında yaptığı demokrasi eleştirisi ve özgür bir toplumda gönüllü sivil kurumların yeri ve önemine dair yaptığı analiz ve vardığı sonuçlar, günümüz dünyasında yaşanan sorunlara ışık tutacak derinliktedir.

Star, 01.06.2009

 

Bir Özgür Toplum Düşünürü: Tocqueville

0

Bu sene, 16 nisan 1859 tarihinde ölen ünlü siyaset bilimci Tocqueville’nin yüz ellinci ölüm yıl dönümüdür (doğum tarihi 1805). Tocqueville on dokuzuncu yüzyılın en etkili ve verimli düşünürlerinden biridir.Yaşadığı dönemdeki demokratik sosyal durumu anlayabilmek için o, hayatını Amerika ve Fransa başta olmak üzere Batının temel siyasi durumunu incelemeye adamış ve modern siyaset teorisinin orijinal yapıtlarından biri olan Amerika’da Demokrasi isimli eserini yazmıştır. Diktatörlüğü tecrübe etmeden özgür bir toplum ve demokratik bir düzen kurmanın mümkün olduğunu göstermek için Amerika örneğini derinliğine gözlemlemiştir.

Sivil toplum kavramının politik hayatta bugün anahtar konuma gelmesinde Tocqueville’nin büyük katkısı olmuştur. Devletten sürekli olarak bir şeyler istemek yerine toplumun ve bireylerin kendileri için harekete geçmesi onun için çok önemlidir. Bu bağlamda toplumun ve bireyin devletten bağımsız olarak kendi başına harekete geçtiği en derin sivil toplum tecrübesinin Amerika örneği olduğunu düşünmektedir.

Bir demokraside özgür ve sivil toplumun nasıl oluşacağı sorusu, hayatı boyunca onu hep meşgul etmiştir. İnsanların özgürce belirledikleri amaçları gerçekleştirmek için örgütlenmeleri, toplumu kendi farkında olan aktif bir politik toplum yaptığı gibi, onun devletten bağımsız işleyen bir yapı olmasını da sağlamaktadır. Devletten bağımsız bir toplumsal yapının oluşmasında dinin öneminin farkında olan Tocqueville, dini Amerikalıların birinci politik kurumu olarak kabul etmektedir. Din, Amerika’da politik hayata müdahale etmekten çok bireylerin ahlaki ve kültürel özelliklerine katkı yapmak suretiyle onların özgürlüklerini kullanmalarını mümkün kılmakta ve teşvik etmektedir. Dini inançların teşvikiyle kurulan gönüllü sivil toplum kuruluşları, bireyleri, kişisel çıkar arzusunun ötesinde diğer insanlarla bağlantılı hale getirmekte ve bencilliğin yalnızlaştırıcı etkilerinden korumaktadır.

Özgürlük, Tockivelyan düşüncenin özünü oluşturmaktadır. Hatta Tocqueville, özgürlüğe tapacak bir yaradılışa sahip olduğunu söylemektedir. Ona göre, özgür kalabilmek için özgürlüğün tadına varmak yeterlidir. Birey, özgür seçim ve yaptıklarından dolayı sorumluluk almalıdır. Bireysel ve toplumsal hayatın maksimum düzeyde devletin zorbalığından ve müdahalelerinden masun olması, özgürlüğün olmazsa olmaz şartıdır.Onun özgürlük anlayışını negatif özgürlük anlayışı olarak değerlendirebiliriz.

Düzenin nasıl sağlanacağı sorusu yerine Tocqueville, bireylerin özgür ve serbest aktiviteleri sayesinde özgür bir toplumun nasıl oluşacağı problemiyle daha çok ilgileniyordu. Ona göre, bir toplumun liberal ya da illiberal olması, o toplumun ahlaki ve kültürel şartlarıyla çok yakından ilgilidir. Ahlaki ve kültürel alışkanlıkların, özgür ve çoğulcu bir topluma imkan vermesi gerekmektedir.Amerika’nın ahlaki ve sosyal şartlarını inceleyen Tocqueville, Amerika’da özgür toplumun özgür siyasi kurumlar yarattığını söylemektedir. Ancak Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde kültürel ve sosyal şartlar farklı olduğundan Amerika’daki durumun buraları için geçerli olamayacağını düşünmektedir. Ona göre, Fransa’da serbest siyasi kurumlar özgür bir toplum yaratmak zorundadır.

Eşitlik mitini özgürlük ve demokrasinin önünde engel olarak gören Tocqueville, eşitlik yerine özgürlüğe vurgu yapmıştır. Bireyin ve toplumun, baskıya ve dayatmaya karşı çıkmasını sağlayan insan onurunu koruma ve özgürlüğü tutkuyla sevme gibi hasletlerini eşitlik miti sinsi bir şekilde zayıflatmakta ve yok etmektedir. İnsanların, özgürlükten çok eşitlik mitinin büyüsüne kapıldıkları görülmektedir. Ancak insanlar, eşitliğin cazibesine kapılmanın kendilerini özgürlükte değil kölelikte daha çok eşit yaptığını çoğu zaman unutmaktadırlar. Sosyalizm ve merkeziyetçiliği aynı toprağın ürünleri olarak değerlendiren Tocqueville, kolektivist eşitlikçiliğin her çeşidine karşı çıkmaktadır.

Eşitlik miti, devletin merkezi gücünü aşırı şekilde arttırmaya çok yaramaktadır. Eşitlik düşüncesi, bireysel ve sosyal şartları ve düzeyleri dikkate almadığı için devleti toplumun üstünde mutlak bir güce düşündürmektedir. Devletin mutlak bir güce dönüştüren eşitlik mitinin tehlikelerine dikkat çeken Tocqueville, sosyal şartları ve farklılıkları yansıtan, bireyi devlete karşı koruyan, devlet gücünün sınırlanmasını sağlayan ara örgütlenmelerin gerekliliği üzerinde durmaktadır. Devlet ve birey arasındaki aracı sivil toplum kurumlarının gelişmesine olanak tanınması, özgür bir toplumun olmazsa olmazıdır. Aracı sivil toplum kurumları, demokrasinin soft despotizme kaymasına engel olduğu gibi, bireyin ve toplumun kendi ayakları üzerinde durarak ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerini ve kapasitelerini geliştirmelerine imkan tanımaktadır.

Amerika’daki demokratik sistemin işleyişi üzerine dikkatli gözlemlerde bulunan Tocqueville, herkesin eşitliği ilkesine dayanan demokrasinin eşitlikçi doğasından dolayı kendi içinde barındırdığı çok önemli tehlikeye dikkat çekmektedir. Demokrasinin kendisine özgü bir despotizm üretme potansiyeline sahip olduğunu düşünen Tocqueville, buna “yumuşak despotizm (soft despotizm)” demektedir. Demokratik çoğunluğu elde eden yönetimin, elinde iktidarı bulundurduğu sürece herkesi mutlu etme sorumluluğunu üzerine alan büyük bir koruyucu olarak davranması yumuşak bir despotizm yaratmaktadır. Böyle bir demokraside insanlar, gücün kendi ellerinde olduğunu sanmakta, ancak gücün aslında bir azınlık grubunun elinde olduğunun farkında değildirler.Demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizm, devleti baba konumuna çıkarmakta ve devletin baba olarak çocukları adına düşünmesini, onların geçimlerini sağlama dahil her türlü ihtiyaçlarını yerine getirme gibi kendisini ilgilendirmeyen işleri yapmasına neden olmaktadır.

Eşitlik ilkesine göre işleyen demokrasi, despotizme yatkın bir baskıcı rejimi yaratma tehlikesini her zaman kendi içinde barındırmaktadır. İnsanlar, maddi ihtiyaçları karşılandığı sürece, çoğunluk yönetiminin kararlarına uymayı kendi özgürlüklerine tercih edebilirler. Böyle bir durumda insanlar, genel kabul gördüğü varsayılan fikirleri kolaylıkla destekleyebilir ve halkın yönetimde olduğu yanılsamasını gerçek olarak içselleştirebilirler. Bir baba şefkatine ve gücüne sahip olan demokratik despotizm, özgürlüğe karşı ortaya çıkan modern bir tehdittir.Tocqueville, demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizmi özgürlüğün yok olmasından hareketle eleştirmektedir.Yüksek amaçlar uğruna şiddet kullanmayı çok tehlikeli gören Tocqueville, demokratik eşitlik adına yumuşak bir despotizmin yaratılmasını ve özgürlüklerden vazgeçilmesini de çok tehlikeli olarak değerlendirmektedir.

Soft demokratik despotizm, toplumun ve yönetimin yozlaşmasına ve çürümesine neden olmaktadır. Soft despotizm düzeninde insanlar, her istediklerini yerine getireceğini vaat eden politikacılara oy verirken, siyasetçiler de kendilerini destekledikleri sürece herkesin arzularını yerine getirmeyi kendilerine görev bilmektedirler. Demokratik yumuşak despotizmde toplum gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçebilmekte ve her türlü ihtiyacının karşılanmasını sadece devletten istemektedir. Tocqueville’ye göre, soft despotizmin panzehiri, iktidarın desentralizasyonu ve demokratik kurumların çeşitliliğinin sağlanmasıdir.

Sonuç olarak Tocqueville, sadece yaşadığı zamanla sınırlı bir düşünür değildir. O, gelecekte demokrasi ve özgürlüğün karşılaşacağı tehlikelere dikkat çekmesi açısından bugün içinde aktüel önemini korumaktadır. Soft despotizm kavramı etrafında yaptığı demokrasi eleştirisi ve özgür bir toplumda gönüllü sivil kurumların yeri ve önemine dair yaptığı analiz ve vardığı sonuçlar, günümüz dünyasında yaşanan sorunlara ışık tutacak derinliktedir.

 

Asıl Liberaller AK Partiyi kullandı

0

‘Muhafazakâr demokrasi’ kavramının, uluslararası literatürde bir karşılığı var mı?

Demokrasi dediğimiz özü itibariyle liberal demokrasidir ve siyasi bir yönetim biçimidir. Demokrasiyi kullanan farklı akımlar da var. Bunlardan biri sosyal demokrasi. Ancak sosyal demokrasi bir demokrasi değil, ideolojik yönelimdir. Uluslararası literatürde ‘muhafazakâr demokrasi’ diye bir kavram yok; ‘muhafazakâr demokrat’ kavramı daha doğru. Bu, bir partinin ve onun içindeki insanların ideolojik çizgisini tanımlamak için kullanılabilecek bir kavramdır. Nitekim o zaman muhafazakâr demokrasiye çok vurgu yapıldı ama aradan geçen zaman, bu tip bir kavramın fazla hayat şansının olmadığını ortaya koydu. Bu tanımlamanın literatüre mal olması için önemli entelektüellerce işlenmiş olması gerekir. Bunu savunan kuvvetli isimlerin ortaya çıkması lazım. Bir siyasi partinin bunu tek başına yapması mümkün değil. Ak parti’ye ille de muhafazakârlıkla ilgili bir etiket bulmak istiyorsak, ‘muhafazakâr demokrat’ bir partidir demek daha doğru.

Muhafazakâr demokrasi kavramı batı’daki hıristiyan demokrat kavramına mı tekabül ediyor?

Avrupa’da hıristiyan demokratlar var ama hıristiyan demokrasi kavramı yok. Avrupa kültürü içinde hıristiyan demokrat kavramı normalleşmiş ama bizde ‘müslüman demokrat’ kavramı gelişmemiş. Bu kavramı kullanmak ciddi itirazlara yol açabilirdi. O bakımdan ak parti için en uygun etiket muhafazakâr demokrat etiketi olabilirdi ama buradaki muhafazakârlığın bir dindarlık ayağının olduğunu da vurgulamak gerekir. Dindar insanların çekirdeğini oluşturduğu bir siyasi hareketten söz ediyoruz.

Muhafazakâr demokrasi kongresini düzenlerken, ak parti sizden partiye bir yön çizmenizi istedi mi?

Ben bir akademisyenim ve liberal düşünce topluluğu başkanıyım. Siyasi hareketlere kimlik biçmek, etiket yapıştırmak bizim işimiz değil. Her siyasi oluşum kendi etiketini belirler. Ancak ak parti’yi kuran kadro o dönem, içinden geldiği gelenekten uzaklaşmıştı ve bir arayış içindeydi. Bu tür arayışlar ister istemez entelektüel dünyaya dönmek zorundadır. Entelektüel dünyaya döndükleri zaman da muhafazakâr olmadıkları hâlde muhafazakârlarla ilişki kuran, dindarların hak ve özgürlüklerini komplekssiz savunan bizim gibi liberal entelektüellerle ilişki kurdular. Bu talep bizim açımızdan da önemliydi çünkü dindar-muhafazakâr gövde türkiye’nin ana gövdelerindendir. Bu gövdenin demokratiklik etiketini benimsemesi ve demokratik açılımlarda öncülük yapacak hâle gelmesi bizi çok ilgilendiriyordu. Karşılıklı ilgiler buluşmuş oldu.

Bu buluşmada sizin temel vurgunuz ne oldu?

Biz sadece şunu hatırlattık. Aslında ak parti’yi aşan bir problem var. Türkiye’de siyasi partiler bir türlü kurumsallaşamıyor. Kurumsallaşamamanın çeşitli sonuçları var, bunlardan biri tek adam partisi olmak. Lider gittiği zaman hareketin bitmesi veya çok zor duruma düşmesi söz konusu olabiliyor. Bir diğer mesele partilerin fikrî bir kimlik oluşturamaması ve bunu besleyecek, zamanın şartlarına göre onu zenginleştirecek entelektüel oluşumları gerçekleştirememesi. Bu gibi sorunları bildiğimiz ve ak parti’de ciddi potansiyel gördüğümüz için, onların bizi dinlemeye istekli olduklarını da görünce; bu partiyi muhafazakâr demokrat bir kimlikle güçlendirin ama bunun içini doldurun dedik. Bir etiketi benimsemek tek başına yetmiyor. Aslında muhafazakârlık çok ilginç bir etiket. Bir yandan otoriterizmin sığınağı olabilir, diğer yandan demokratik gelişimin öncüsü de olabilir. Türkiye’deki ise ilginç şekilde muhafazakâr hareketler liberal fikirlerle buluştuğu zaman hep açılımcı, öncü, değişimci ve reformcu bir çizgi izlemiştir. Türkiye’nin sihirli siyasi formülü, muhafazakâr partilerin lider kadrolarının liberal fikirlerle buluşmasıdır. Bu olduğu zaman türkiye büyük hamleler yapıyor. Demokrat parti, adalet partisi, anap ve ak parti bunun örnekleridir. Ak parti kurulduktan kısa süre sonra iktidara geldi. Sonuçta türkiye yönetilmesi çok zor bir ülke. Çok ciddi problemleri var ve bu açıdan kimlik arayışı zaman içinde ikinci plana düştü. Benim kanaatime göre bu etiketin içi henüz layıkıyla doldurulamadı. Hiç yol alınmadı demek haksızlık olur ama daha yapılabilecek işler var. Günlük siyasetin dışında ayrı bir ekibin bunun üstünde yoğunlaşması gerekirdi, bu olmadı.

AK parti muhalefet tecrübesi yaşamadı, sebep bu olabilir mi?

Henüz sekiz yaşındaki bir partiyi kuramsallaşamadı diye yargılamak aslında doğru değil. Kurumsallaşma için muhalefet tecrübesi önemlidir. Bir partinin kendini muhalefette de test etmesi gerekir. Ak parti henüz bunu yaşamadı. İleride yaşayacak mı onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla ancak böyle bir tecrübeyi geçirmiş bir partinin kurumsallaşmasından bahsedebiliriz. Türkiye siyasetinde, muhalefete düşen partilerin yok olup gitmesi gibi bir gerçek var. Özellikle merkez sağ siyasetteki aktörlerden bahsediyoruz. Partiler iktidardan gittikten sonra neden ayakta kalamıyor? Türkiye siyasetinde kurumsallaşamamanın en büyük sorumlusu elbette ki darbelerdir. Darbeler partileri kapatmış ve yetişmiş siyasi kadroları biçmiştir. Siyasete hevesli insanları korkutmuştur. Bir nesilden ikinci ve üçüncü nesle parti kültürünün aktarılmasını engellemiştir. Böylelikle darbeci zihniyet karşısında iktidarda olsun muhalefette olsun zayıf, cılız, özgüveni olmayan bir siyasi yapılanma bulmuştur. Ana sorumluluk bence darbelerde ve darbeci zihniyettedir. Merkez sağa gelince; daha ziyade muhafazakâr liberal diyebileceğimiz bir çizgidir. Merkez sağın yozlaşmasında darbelerden sonra en büyük etken hiç şüphesiz bazı siyasi liderlerdir. Bunların başında süleyman demirel geliyor. Demirel, merkez sağı ana ekseninden koparmış ve daha tanınamayacağı bir çizgiye doğru itmiştir. Merkez sağı demokrat parti ile başlatırsak, bu parti özü itibariyle liberal fikirleri savunan bir siyasi bir harekettir. Türkiye’ye demokrasiyi getiren partidir. Bu çizgi 60 darbesi ile dağıtılmıştır ve kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu çizgi daha sonra yeni ekiplerle ve o ekiplerin kafasına yerleşen korkularla tekrar siyasete dönmüştür. Dolayısıyla merkez bir anlamda devlet tarafından etkilenmiştir. Darbelerin etkisiyle merkez sağ devlete daha sonra gittikçe daha fazla eklemlenmiş ve otoriter anlayışın bir yansımasına dönüşmüştür. Dolayısıyla ufalanmıştır. Refah partisi’nin büyümesi de merkez sağdaki bu sapmaya bağlı olarak gelişmiştir. Aslında ben bu merkez sağ ve sol kavramlarından hoşlanmıyorum. Bütün gelişmiş istikrarlı demokrasilere baktığınızda, iktidara talip birkaç hareket görüyorsunuz. Bunlardan biri sosyal demokrat hareketler. Diğeri muhafazakâr demokrat hareketlerdir. İktidar bunlar arasında gidip geliyor. Türkiye siyaseti ise bir türlü bu eksene oturamadı.

Hoşlanmıyorum dediniz ancak türkiye’de 1950’den bu yana siyasette üzerinde durulan kavramlar hep, merkez sağ ve merkez sol. Sizce ak parti açısından merkeze oturmak ne anlama geliyor?

Merkez kavramının pozitif bir çağrışımı var. Aşırı olmamayı ifade ediyor. Normal şartlar altında aşırı olmamak bir meziyettir ama türkiye’de bazen aşırı olmak mecburiyetindesiniz. Çünkü değişimci olmak, bazen radikal adımlar atmayı gerektiriyor. Ilımlı olmanın sizi götüreceği yer bazen sisteme teslim olmak da olabilir. Bugün ak parti gibi hareketleri bekleyen tehlike de budur. Yani sistemin bir uzantısı olmak. Ak parti bir koalisyonsa, bu koalisyonu oluşturan unsurların bir kısmının devlete teslim olma noktasına geldiğini, hatta o noktayı çoktan geçtiğini söyleyebiliriz.

O zaman ak parti özelinde merkeze oturmak, türkiye şartları da düşünüldüğünde bir risk gibi görünüyor…

Parti için bir risk olduğu gibi türkiye için de bir risk. Değişimci kimliği yitirmek anlamına geliyor. Bir örnek vereyim. Genelkurmay başkanı bir konuşma yaptı, bütün medya onu tartıştı. Merkez parti buna ‘ılımlı ve iyi bir konuşmaydı’ diye bakabilir. Bütün olarak liberal demokrasi ve pratiği açısından baktığınızda ise çok problemli bir durumla karşı karşıya olduğumuz görülür. Demokrasiyi gerçekten savunan bir partinin bu olayı bütün olarak sorgulayabilmesi lazım. Demokrasilerde böyle bir konuşma yanlıştır, genelkurmay başkanının bir akademik otorite gibi konuşması ve bazı tartışmalara son noktayı koyuyor gibi davranması yanlıştır. Buna itiraz ederseniz radikal parti, etmezseniz merkez partisi gibi görünürsünüz. O zaman merkez partisi görünmekle türkiye’deki bu fiilî durumu kabullenmiş ve meşrulaştırmış olursunuz.

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, merkez partisi olduktan sonra değişimci-reformcu özelliklerini yitirerek sisteme entegre olan partiler hep silinip gidiyor ve yerlerini reformcu, değişimci, sistemi sorgulayan partiler dolduruyor. Halk devletçi partiyi tasfiye edip yerine reformcuları getiriyor. Bunun sebepleri neler olabilir?

Bu çok ilginç ve doğru bir tespit bana göre. Türkiye’de cari sisteme ve askerî vesayet rejimine teslim olan partiler bir şekilde eriyor ve toplum onların yerine daha değişimci ve sivil otoriteyi önde tutabilecek partileri ikame ediyor. Kolektif akla inanmam ama bana toplumda işleyen çok kuvvetli bir sağduyu var gibi geliyor. Türkiye’de protesto geleneği yok, insanlar sürekli sessiz kalıyor ama sandıkta bu böyle olmuyor. 1960 darbesinden sonra cuntacılar türkiye’nin 20 yıllık geleceğini planladılar ama ilk seçimde sistem iflas etti. Aynı şey 80 darbesinden sonra oldu. Sistemi dizayn ettiler, gelecek 50 seneyi planladıklarını söylüyorlardı, partilerini de kurup seçime soktular, hatta halkı tehdit ettiler o partiye oy versin diye ama halk özal’ı iktidara getirdi. 28 şubat’ta da aynı şey oldu, yine sistem dizayn edilmeye çalışıldı ama tam tersi işler oldu. Buradan ak parti’nin çıkartması gereken dersler var. Öncelikle asla sisteme teslim olmamalıdır. Siyasi partiler vatandaşın temsilcisidir, devletin değil. Devlete karşı vatandaşı korumakla mükelleftirler. Bunu kavradıkları ve gereğini yaptıkları anda mutlaka toplum kendilerine teveccüh gösteriyor. Sistemi dizayn etmek isteyen askerî bürokratların da bundan alması gereken dersler var. Demokrasiyi bir askerî kışlayı tanzim ediyormuş gibi tanzim edemezler. Vatandaşın zihnine hükmedemezler; toplumu bir hamur yoğuruyormuş gibi yoğuramazlar. Yaptıkları her müdahale, biz buna sosyal teoride ‘niyetlenmemiş sonuçlar’ diyoruz, niyetlenen değil niyetlenmemiş sonuçlar verecektir. Niyetlenmemiş sonuçlar, niyetlenen sonuçları silip süpürecektir. Bunun son örneği 27 nisan bildirisidir.

Başbakan, toplumsal merkez kavramı üzerinde çok duruyor. Toplumsal merkez ne anlama geliyor?

Demokrasiler sağduyu rejimleridir. İstikrarlı demokrasilerde bir süre sonra insanlardaki radikallik törpülenir. Değişmenin sıfırlanmadığı ama kurallara bağlandığı bir duruma gelir. Türkiye henüz bu noktaya gelmiş bir toplum değil, dolayısıyla türkiye’de toplumsal merkez kavramı bir şey ifade etmiyor. Türkiye çok hızlı değişen bir toplum. Önümüzdeki on senede ne olacağı belli değil. O bakımdan ak parti gibi partilerin toplumsal merkez gibi kavramlara sığınmak yerine, demokrasinin öncelikleri nelerdir, bunlara sarılması gerekir. En büyük şansımız türkiye’de toplumun ağırlıklı kesimlerinin sağduyulu ve mantıklı olması. Toplum fazla bir şey istemiyor. Kendisine fazla müdahale edilmesin istiyor. Ekonominin iyi yönetilmesini istiyor. Bir de sivil otoritenin askerî otoriteye üstün olmasını istiyor ve askeri kışlasında seviyor. Orduyu kurum olarak çok seviyor ama askerin günlük politikaya girmesinden hoşlanmıyor. Buna tepkisini de sandıkta veriyor. Bu sağduyu, bir toplum için büyük avantajdır. Türkiye’de türk-kürt, laik-dindar gibi meselelerin içinden çıkılmaz hâle gelmemesinin temel sebebi sağduyulu toplum yapısıdır.

Son olarak 29 mart sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes ak parti’nin seçim sonuçlarından nasıl bir ders alacağını, reformcu çizgisine geri dönüp dönmeyeceğini tartışıyor…

Öncelikle ak parti’nin işi çok zor. Çünkü türkiye’de çok farklılaşmış ve birbirinden çok farklı talepleri olan, birinin talebi ötekinin nefretini çeken toplumsal gruplar var. Bunun zor tarafı bu grupların talepleri her zaman bir araya gelmeyebilir. Kürtlere yönelik açılımlarınız, ak parti’ye oy verme eğilimindeki türk milliyetçilerini kaçırabilir. Veya bunun tersi de geçerli olabilir. Dindar ve muhafazakârların hak ve özgürlüklerine vurgu yapmak laik kesimin bir bölümünü kaçırabilir. Temel amaç iktidara gelmekse herkesi memnun etmek lazım. Zor olan budur. Ak parti bence telaşa kapılmamalı. Telaşa kapılır da herkesi memnun etmeye çalışırsa daha zor duruma düşebilir. Herkesi mutlu etmesi gerekmiyor, önemli olan doğru mesajları verebilmektir. O çizgi de evrensel demokrasi ilkelerini vurgulamak ve izlemek, sivil asker ilişkilerinde sivillerden yana tavır koymak, mağdurun kim olduğuna bakmaksızın hak ve özgürlükleri savunmaktır. Yapılması gereken reformlardır. Bu reformlar, asker bürokratları, onlara eklemlenmiş laikleri, bazı milliyetçileri rahatsız edebilir ama toplumun büyük kesimini memnun eder. Başbakan’ın yeni dönemde biraz üslubuna da dikkat etmesi gerekiyor. Laik kesimin rahatlatılması da önemli ama bu onların demokrasi dışı taleplerine teslim olmak demek değildir. Laik kesimde hayat tarzı endişesi dikkate alınmalıdır. Bu toplumdaki gerilimi azaltmada etkili olacaktır.

Ak parti için olumlu anlamda ‘merkez sağ oldu’ diyebiliriz

Liberal entelektüellerle ak parti arasındaki ilişki hep gündemde tutuldu. Siz bu ilişkiye veya yaygın söylemiyle ittifaka nasıl bakıyorsunuz?

Bana göre liberal entelektüellerin hiçbir zaman, ‘ak parti bizim sayemizde oy aldı, büyüdü, gelişti’ gibi bir havaya girmemeleri gerekiyor. Entelektüel olmak ve bu alanda etkin olmak başka, siyaset başka bir şey. Bu nedenle, ‘biz sizi zor günlerinizde destekledik’ demek yanlıştır ve ahlak dışı bir tavırdır. Ben kendi hesabıma hak ve özgürlükleri destekledim, bunların kimin hak ve özgürlükleri olduğu beni ilgilendirmez. Ak parti kadrolarının bir çeşit evrim geçirerek hayalci bir dünyadan reel bir dünyaya hareket etmeleri, evrensel demokrasinin liberal demokrasinin ilkelerini kavrar hâle gelmeleri sonuçta türkiye için büyük şans olmuştur. Merkez sağın bıraktığı boşluğun doldurulması imkânını sağlamıştır. Bu noktada ak parti’nin olumlu anlamda bir merkez sağ parti olduğunu söylemek de mümkündür. Bu arada dindar, namaz kılan ve bunu saklamayan, eşleri tesettürlü bu dindar kadroların iktidar olması, türkiye’nin normalleşmesi anlamına gelmektedir. Bir kesim bunu bir sapma gibi görse de tam tersine bu normalleşmedir. Çünkü demokrasi iktidar paylaşımı demektir. Kimin sosyal ve siyasal tabanı varsa o iktidar olacak veya paylaşacak demektir. Tam tersine suni yöntemlerle bu gibi kadroların iktidardan alıkonulması anormal bir durumdur.

Ak parti liberaller ilişkisini biraz daha açalım. Bir ara ittifak çatladı yorumları yapıldı? Ak parti ile bir ittifak mı yaptınız liberaller olarak?

Türkiye’de liberalim diyenler olduğu gibi öyle dediği hâlde medyanın bu etiketi atfettikleri de var. Liberaller bir hiyerarşik grup değil. Emir komutaya bağlı değiller. Her liberalin kendi karakteri var. Elleri kalem tutuyor. Kimi destekleyecekler kimi eleştirecekler bunu kendileri biliyor. Ak parti bir siyasi parti, ldt ise bir sivil toplum kuruluşu. Siyasi beklentileri ve heyecanları olan bir yapı değil. Liberalleri oluşturan ana gövde olarak ldt ile ak parti arasında bir ittifak yapıldığını söylemek mümkün değildir. Olan sadece liberallerin yapmak istedikleriyle ak parti’nin yapmak istedikleri arasında zaman zaman çakışma olmasıdır. Türkiye tarihini incelerseniz iktidarın hoyratça kullanılmasından mağdur olan kişi ve kesimler vardır. Kürtler, dindarlar, sosyalist entelektüeller ve liberal entelektüeller de mağdurlar arasındadır. İlginç şekilde türkiye’de liberal entelektüeller ile muhafazakârların sıkıntıları ve talepleri çakışmıştır. Liberaller siyasi aktör değil ama medeniyeti, rakip görüşlere göre daha iyi okumuş insanlardır ve bu değerlerin türkiye’ye taşınmasını istiyorlar ama bunu yapmanın bir yolu da siyasi ayaktır. Siyasi ayak da çoğu zaman muhafazakârlar olmuş. Ak parti liberal ilişkisi de böyle oldu. Yerine göre destek verildi, yerine göre şiddetle eleştirdiler ama öyle bir ittifak olmadı. Liberalleri suçlayanlar iki büyük hata yapıyor. Birincisi, liberallerin çok büyük siyasi güçleri olduğunu zannetmeleri. Mesela ben siyasi parti kursam, ldt olarak ak parti’ye dönsek muhtemelen yüzde bir bile oy alamayız. Yani ak parti’nin büyük bir siyasi parti hâline gelmesinde liberallerin bir payı yok. Bunu iyi görmek lazım. Ben kürtlerin de hakkını savunuyorum ama kimse bize dtp ile ittifak yaptı demiyor. Ak parti iktidar olduğu için böyle bir yakıştırma yapılıyor. Ak parti, liberallerin hak ve özgürlük yaklaşımından en fazla yararlanan kesimin temsilcisi oldu. Liberaller ak parti tarafından kullanıldı deniyor, kullanma kelimesi çok çirkin. Ama ille öyle denecekse, liberaller ak parti’yi kullandı da denebilir. Kendilerinin iktidara gelme gücü olmadığından, fikirlerinin iktidar olması için ak parti’yi kullandılar denebilir. Bu tür ilişkiler genellikle zayıf tarafın lehinedir. Sonuçta ak parti büyük taban, liberaller küçük tabandır. Bir ittifak varsa liberaller bundan kazançlı çıkar.

Aksiyon

İrfan Yıldırım – İdeolojik değil, stratejik değişim

0

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un beklenen yıllık konuşması gerçekleşti. Orgeneral Başbuğ, ordu içi kamuoyu ile ülke ve dünya kamuoyu arasında denge kurarak, orduyu girmiş olduğu darbecilik batağından kurtarmaya yönelik tavrını devam ettiriyor.

Ancak hâlâ, ordunun AB standartlarında veya liberal demokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede kabul edilemeyecek siyasete müdahil tavrını sürdürmeye çalışıyor. Nitekim böyle bir konuşmanın bir genelkurmay başkanı tarafından yapılabiliyor olması bile, normalleşmenin tam anlamıyla gerçekleşmediğinin en büyük göstergesi. Mamafih Başbuğ’un son konuşması, bir süreç dâhilinde değerlendirilirse, değişim ve ordunun değişime intibak çabası ortaya çıkıyor.

Orduyu tam bir bataklığa sürükleyecek yanlışların önüne geçerek tarihe geçecek bir komutan olduğunu gösteren eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök istisna edilirse, ordunun komuta kademelerinin bu değişim karşısındaki reaksiyoner tavırları dikkate alınırsa Orgeneral Başbuğ’un konuşması anlam kazanacaktır. Bu anlam, 12 Nisan 2007’de konuşma yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve 27 Nisan 2007 e-bildirisi de hatırlanırsa berraklaşacaktır.

Başbuğ’un işi gerçekten zor. Zorluk, Başbuğ’un yanında oturan emekli Genelkurmay başkanlarından da anlaşılmaktadır. Siyasete ve sivil yönetime müdahalede kendi ifadeleriyle en sicili bozuk isimler olan İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, Yaşar Büyükanıt’la beraber adeta İlker Başbuğ ve kurmay heyetinin hareket kabiliyetini azaltan ağırlık vazifesini görüyorlar. Başbuğ bu ağırlığa rağmen konuşuyor ve onları da sınırlı da olsa bir değişime ikna etmiş durumda. Bir yanda Hilmi Özkök diğer yanda diğerleri arasında bölünen ordu kamuoyunu bütünlüğünü muhafaza ederek sevk ve idare etmek Genelkurmay başkanlarının önceliklerinden biri. Başbuğ bu önceliği gözeterek orduyu da ikna etmek üzere konuşuyor. Burada meşruiyetçi ve darbeye karşı bir çizginin savunulması da aynı ölçüde ordunun bütünlüğüne hizmet etmektedir. Aksi halde cuntacıların orduyu ne hale getirdiğini de en iyi komuta kademesi görüyor. Ancak bu denge arayışı, Bağbuğ’un konuşmalarında ortaya çıkan çelişkilerin de yolunu açıyor. Ordu, 27 Mayıs darbesi sonrası kurmaya çalıştığı iç dengeler o derece yoğunlaşmış durumda ki içine girdiği çelişkileri ve bu çelişkilerin artık toplumda kabul görmediğini idrak edemiyor. Esasen ordu, büyük bir bürokratik kurum olarak değişmekte zorlanıyor. Değişimi kabul etmesi için çok ağır toplumsal maliyetler ve bu çerçevede ordunun açıkça görünür bir başarısızlık yaşaması gerekiyor. Orgeneral Başbuğ’un son konuşmasındaki üslup yumuşaması ve kimilerince “küçük bir devrim” olarak adlandırılan muhteva değişikliklerinin ardında bu maliyet ve başarısızlık yatıyor. Bu maliyet ve başarısızlık, şahsî veya kurumsal sebeplerle yaşanmıyor. Tarihî ve toplumsal gerçeklikle bağdaşmayan resmî ideoloji anlayışı, askerî müdahaleler ve demokratik bir rejimin işlememesinden kaynaklanıyor.

Ordu, meselenin bütününü görmek ve toplumu esas almak yerine sorunlara kendi açısından bakmayı öğrendiği için siyasete müdahale ettikçe sosyal sorunların altında eziliyor. Başbuğ’un son konuşmasında Kürt meselesinde, laiklik meselesinde ve asker-sivil ilişkilerinde ciddi yumuşama işaretleri görünüyor. Ordu, artık siyasete açıktan müdahale ederek ağır maliyetlerle ve başarısızlıkla karşılaşmak istemiyor. Bu şekilde ordu, içindeki hizipleşmenin önüne geçmek, özerkliğini muhafaza etmek ve siyasete müdahil konumunu devam ettirmek istiyor. Bütün bunlar ideolojik bir değişikliği değil, stratejik ve taktik geri çekilmeyi gösteriyor.

Bütün bu kayıtlara rağmen, Orgeneral Başbuğ’un konuşması bir değişim sürecini gösteriyor. Ordu bu değişimi taktik ve stratejik düzeyde tutmaya çalışsa da, değişimi denetleme imkânından mahrum olduğundan tarihle, toplumla ve hayatla bağdaşmayan ideolojik unsurlardan da arınmak zorunda kalacaktır. Değişim başlayınca nerede durulacağı tayin edilemez. Bir zamanlar şehitlerin cenazesine dahi katılmayan komuta kademesinin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenaze namazına katılması akla hayale gelmeyecek bir değişiklikti. Bu değişikliğin büyük maliyetlerle ve başarısızlarla yaşanmaması için, ordudaki değişimi eleştirel bir perspektifle desteklemek yerinde olacaktır. Hemen hiçbir bürokratik kurum, kendi reformunu içeriden yapamaz. Kaldı ki, burada basit bir bürokratik reform değil, güvenlik sektörünün demokratik ve sivil yönetim prensiplerine uygun olarak düzenlendiği siyasi bir reformdan bahsediliyor. Reformun sınırlarını ordunun tayin ettiği bir sistemde, ancak bir vesayet yönetiminden bahsedilebilir. Vesayetin sert veya ılımlı olması, sistemin niteliğini değiştirmez. Başbuğ’un konuşması, bu bakımdan vesayetin yumuşadığını gösteriyor. Ancak yumuşamanın sınırlarını ordunun çizmesi gerektiğini söylüyor. Bu yumuşama yeni bir durum olmakla beraber, liberal demokrasinin prensipleriyle bağdaşmıyor.

Başbuğ bir yandan üniter devletten bahsederken, diğer yandan ordu için açıkça otonomi talep ediyor. Bu otonomi, siyasi otoritenin denetimi dışına çıkmak ve onunla paralel olarak siyasete müdahil olmak anlamına geliyor. Ordu kendisi için otonomi isterken, DTP’nin otonomi talebini TBMM’yi boykot için meşru sebep olarak görüyor. Türkiye Cumhurbaşkanı’nı, TBMM Başkanı’nı TBMM’de dinlemiyor ama ABD Başkanı için boykotu kaldırarak TBMM’ye geliyor. Sonra da kalkıp demokrasiden, sivil otoriteden bahsediyor. Bütün bunları telif edebilmek için de Türk ordusunun “emsalsiz” konumundan bahsediyor. Böylece fasit daireden çıkamıyorlar.

19.05.2009