Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Toprak Sahibi

Hızlı şehirleşme toplu konut yapımını zorunlu kılınca, nerede imara açılmış bir toprak parçası varsa, müteahhitler tarafından, toprak sahibine belli bir daire karşılığı verilerek siteler yapılıyor.

Şehirler genişleyince, konut yapılacak arsa da kıt olunca, düne kadar sahibinin bile tarafına bakmadığı topraklar değere biniyor. Zamanında büyük dede tarafından bir şekilde sahiplenilmiş topraklar, dede, mülkiyeti ömrünün sonuna kadar paylaşmaya yanaşmayınca, çocukları ister istemez ölümünü beklemek zorunda kalıyorlar. Belki zamanında çocuklar bu araziyi çeşitli şekillerde değerlendirmeyi düşünmüşlerse ve bunu dedelerine, babalarına açmışlarsa bile red cevabı aldıkları için, o topraklar ancak emri hak vaki olunca kullanılabiliyor.

Dededen kalan bu toprak üzerinde miras yoluyla birden çok malik olunca da, müteahhit büyük uğraşlarla bütün varisleri ikna edip, arsa karşılığı hepsine daire verip inşaatı yapıyor ve siteyi faaliyete geçiriyor. Daha düne kadar sahip oldukları ve kimseyi yanaştırmadıkları topraklarının üzerinde, eski sahipleri artık, hiç tanımadığı kişilerle ortak olmuş oluyor. Kendi arazilerine başkalarının ortak olması onları biraz kıskandırıyor. Artık ortak mülkiyete geçmiş olduklarını ve herkes gibi kendilerinin de bütün arazi içinde küçük bir pay sahibi olduklarını kabul edemiyorlar. İstiyorlar ki, bir zamanlar kendilerinin olan bu toprak üzerinde ayrıcalıklı bir konumda bulunsunlar. Aidat ödemek istemiyorlar mesela, zor geliyor. Her konu kendilerine danışılsın, onayları alınmadan bir şey yapılmasın istiyorlar. Daire sayıları azınlıkta olduğu halde ‘doğal yönetici’ olarak görülmek istiyorlar. Her cümleye de “biz buranın toprak sahibiyiz” diye başlıyorlar. Site kurulalı 20-30 yıl olmuş olsa bile sürekli olarak bunu hatırlatma ihtiyacı hissediyorlar.

Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da yanındaki silah arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a çıktı ve Milli Mücadeleyi başlattı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’ni CHP’nin ilk kongresi kabul ettiler. Bu tarihten 7 ay sonra da Büyük Millet Meclisini açtı. Devletin kuruluş tarihi olarak meclisin açıldığı gün mü kabul edilmeli, bunu siyaset bilimciler tartışsın. Meclisin açılmasından 3,5 yıl sonra, 9 Eylül 1923’te Parti tüzüğünün kabul edildiği gün, partinin kuruluş tarihi olarak kabul edildi. Bundan 1,5 ay sonra da Cumhuriyet ilan edildi.

Mustafa Kemal yola birçok arkadaşıyla beraber çıktığı halde, Cumhuriyeti kurduğunda çekirdek kadroda bunların çok azı vardı. Yani bir mülkün neredeyse tek hâkimi olarak kalmıştı. Yola beraber çıktığı, milli mücadeleyi beraber yaptığı ama daha sonra yolunu ayırdığı arkadaşlarının da devletin kurulduğu zamanlarda bir parti kurarak iktidara ortak olma haklarını cebirle engelledi. Kendisine dikensiz bir gül bahçesi hazırladı. Cumhuriyetin ilanından yaklaşık 1 yıl sonra, “Bu mülkte bizim de payımız var” demeye kalkan eski arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Parti’yi 7 aylıkken öldürmüştü. Yani tapulu toprağında kendinden başkasının tasarrufta bulunmasına tahammül edemiyordu. Neden sonra, en güvendiği arkadaşının, tapulu arazisinin bir köşesine bir kulübe yapmasına müsaade etti. Ama ona bile 3 ay dayanabildi. Yani kurucu baba, sağlığında, tapusunu kendi üzerine yaptığı mülkte kimsenin hak sahibi gibi görünmesine müsaade edemiyordu.

Aynı konut projesinde olduğu gibi, kurucu baba rahmetli olduktan sonra, yanı başında yetiştirdiği büyük oğlu da kısa bir süre mülk üzerinde tek başına tasarrufta bulunmaya devam etti. Fakat ikinci ve üçüncü kuşak diğer varislerin baskısına daha fazla dayanamadı ve arazisinde yeni konutlar (partiler) yapılmasına 1946 yılında müsaade etmek zorunda kalındı. Ülke çok partili demokratik hayata geçti. Zaman ilerledikçe de yeni yeni partiler kuruldu. Şu anda 100’ün üzerinde parti var.

100’ün üzerinde parti var ama, devleti kurduğu söylenen parti, eskiden tek başına tasarrufta bulundukları ve üzerinde kuş uçurtmadıkları “kendi mülklerine” “yeni ortaklar” çıkmış olmasını bir türlü hazmedemiyor. Her fırsatta onlara “hooop, biz bu devletin kurucu partisiyiz” diye hatırlatmayı bir görev biliyorlar. Devletin kuruluşunun üzerinden 100, çok partili hayata geçmemizin üzerinden 80 sene geçtiği halde, hâlâ, her fırsatta cümleye “biz cumhuriyeti kuran partiyiz” hatırlatmasını yaparak başlıyorlar.

Bu hatırlatmayı, aynı sitenin yapıldığı toprağın eski sahibi olup, sitede birkaç daire sahibi olan 20-30 sene önceki malikler gibi, halk onlara hiç iktidar görevi vermese bile her şeyin kendilerinden sorulmasını, her adımda onaylarının alınmasını, hatta ‘doğal yönetici’ (hükümet) olarak görülmeyi istiyorlar. Bu yüzden, bazı CHP’liler açıktan, ama eminim ki çoğunluğu içten, 1930’lar Türkiyesi’ne, yani tek parti dönemine dönmeyi, yani toprağın yine tek sahibi olarak bilinmeyi, kabullenilmeyi istiyorlar.

Ama artık, bu ülkedeki diğer 100 partiden sadece biri olduklarını ve yüzde kaç paya sahip olacaklarını sadece ve ancak halkın belirlediğini bir türlü kabul edemiyorlar.

Davutoğlu’nun Siyasete “Onurlu” Vedası

0

Seçmen daha oy pusulasında Gelecek Partisi’nin amblemini göremeden parti siyaset arenasından çekiliyor. Peki neden? Benim aklıma Davutoğlu’nun siyasetten “onurlu” bir çıkış (kendisine önerilen “onursal başkanlık” herhalde en iyi böyle anlaşılır) arayışından başka bir şey gelmiyor. Çünkü bu parti kendini daha hiç test etmedi. Gerçek bir mücadeleye de atılmadı. Partinin iki seçim deneyimi var: 1) Altılı Masa ile CHP listelerinden girdiği genel seçim 2) Ülkenin çoğu bölgesinde aday çıkarmadığı bir yerel seçim.

Parti kendi imkânlarıyla mücadele ederek, kazanıp kaybederek, siyasi sermayesini biriktire biriktire bir yere gelemedi. Henüz yeni kurulmuş bir parti olduğu için fazla bir şey de beklememek gerekir. Altılı Masa’da yer aldığı için de Gelecek Partisi’ni suçlamamak gerekir. Davutoğlu başka alternatifleri samimiyetle aradı. Olmayınca günün siyasi koşullarının gerektirdiği şekilde davrandı. 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesi ve sonrasına etki edebilmek o dönemin siyasi atmosferinde her şeyden önemli görünüyordu. Nitekim Davutoğlu Altılı Masa’yı yönlendiren en önemli aktörlerden biri oldu.

Sanırım Davutoğlu halktan umduğu teveccühü bulamadığını düşündüğü için, bir “onursal başkanlık” payesiyle siyasetten çekiliyor. Ama kendisinin de ifade ettiği gibi, Gelecek Partisi’yle kalkıştığı iş sabır gerektiriyor. Gelecek Partisi’nin siyasette bir yer kaplayıp kaplamadığı Erdoğan sonrasında ortaya çıkacak. Ak Parti’nin eski genel başkanı; Erdoğan’a, biraz gecikmeli de olsa başkaldırmış bir lider olarak Davutoğlu çok zor bir işi üstüne aldı.

Başbakanlıktan ve Ak Parti’den ayrılış sürecinde haklıydı; çünkü bir başbakan olarak, siyaset dışı müdahale ve kumpaslar neticesinde görevi bırakmak zorunda kaldı. Bu süreçte ne kadar haklı olursa olsun, Erdoğan’la bir güven ilişkisi kurmuş muhafazakâr kitleler Davutoğlu’nun sözüne kulak asmadı. Ama aynı kitle Erdoğan sonrasının önemli seçeneklerinden biri olarak Davutoğlu’nu görüyordu.

Şimdi Gelecek Partisi, bu potansiyelini ortaya koymadan, daha mücadele etmeden Deva Partisi için varlığını sona erdirme yolunda. Gelecek Partisi’nin Deva Partisi’ne katılacağı söyleniyor. Halbuki, Deva Partisi “kimliğini bulmak için” defalarca Gelecek Partisi’nin beraber hareket etme tekliflerini reddetmişti. Davutoğlu’nun açmaya çalıştığı kapıları Babacan, karşısındakini aşağılamak pahasına sertçe kapatmıştı.

Bu birleşme girişimi, Gelecek Partisi’nin Erdoğan sonrası için taşıdığı potansiyeli yok etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü Gelecek Partisi ile Deva Partisi aynı şeyi temsil etmiyor. Davutoğlu’nun Ak Parti seçmeniyle kurmaya çalıştığı bağı Deva Partisi umursamıyor, ya da umursamadı. Deva Partisi, 2002’deki Ak Parti’yi ya da Özal’ın ANAP’ını yeniden kurmaya çalışıyor. Belli başlı kritik meselelerde, örneğin 7 Ekim sonrası Filistin Meselesi’nde, fazla renk vermeden, köşeleri olmadan ilerlemeye çalışıyor. Deva Partisi’nin muhafazakâr kesimi temsil etme gibi bir niyeti yok, bu yüzden yeni bir kimlik arıyor. Gerek Ak Partili, gerek Ak Parti öncesi yıllar yaşanmamış gibi, tarihi sıfır noktasından, Deva Partisi’nin kuruluşundan başlatmak istiyor. Gelecek Partisi ise bir kimlik arayışında değil, doğrudan temsil ettiği muhafazakâr kitleye, özellikle de eski ya da mevcut Ak Parti seçmenine hitap ediyor.

Dolayısıyla bu birleşme girişimi, umulan güçlü alternatif düşüncesini gerçekleştiremeyecek, aksine, Gelecek Partisi’ndeki mevcut güçlü alternatif potansiyelini de ortadan kaldıracaktır. Bunda iki partinin farklı siyaset anlayışları yanında, iki partinin iletişiminde Deva’nın benimsediği tavrın yol açtığı kırgınlıklar da rol oynayacaktır. Bu kırgınlıklar ve siyasete bakıştaki farklılıklar sebebiyle Gelecek Partisi’nin parti örgütünü, kitlesini ya da Erdoğan sonrasına ilişkin potansiyelini Deva Partisi’ne taşıyabileceğini düşünmüyorum.

Üniversiteler Başlarken

0

Türkiye’de 200 den fazla üniversite ve yaklaşık 4.5 milyon öğrenci olmak üzere eğitim dönemine başladı. Üniversite eğitimi ülkemiz için çok kritik bir öneme sahiptir. Zira her lise mezunu öyle ya da böyle üniversite eğitimi alabiliyor. Üniversiteyi okumak ayrıcalık olmaktan çıktı. Ancak, mezun genç, üniversite yıllarının sonunda; yakıcı gerçeklere uyanıyor, işsiz kalıyor!

Geleneksel olarak ilkokul muallimleri, aileleri ve anaokullarını, ortaokul muallimleri, ilkokulları, liseler ortaokulları ve en nihayetinde üniversiteler de tüm okulları suçlar ve ağızlardan şu cümle dökülür: “çocuklar, gençler çok boş geliyor, her yıl daha kötü…” Olaya böyle yaklaşan eğitmen artık sorumluluğu uzaya göndermiştir…

İşte bu şartlar altında yeni bir akademik yıl başladı. Üniversite, uzun eğitim yaşantısının son bölümüdür, mezun artık iş dünyasına girmek durumundadır. Bu durumdan gayr-ı memnun olmak sorumluluğumuzu ortadan kaldırmıyor. Üniversite eğitimi bir nevi son fırsattır. Artık yetişkin olan bireye beceriler, uzmanlık yetkinlik kazandırmak için çok önemli yıllar, aylar, günler ve hatta saatler önümüzde durmaktadır. Üniversite eğitiminde farklı üniversitelerin geleneksel olmuş yaklaşımları vardır. ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Bilkent, İstanbul, Ege ve Ankara üniversiteleri gibi. Son yıllarda yeni ama atak Anadolu üniversiteleri de dikkat çekmektedir. Üniversite eğitiminin kalitesi için üç ana aktöre görevler düşmektedir.

YÖK: Genellikle bu kurumdan başlanmamaktadır. Son yıllarda kurum/kurul üniversite eğitiminin kalitesi için yoğun çaba sarfetmektedir. Bunun için bazı organizasyon kararları, birtakım kurumsal tanımlama (tema üniversitesi, araştırma üniversitesi gibi) çalışmaları yapmaktadır. Bunlar çok önemli olmakla birlikte bazı derslerin öğrencilere 10. kez verilmesine son verilmelidir. Elimizdeki gençler girişimcilik, problem çözme ve iletişim gibi dersler almalıdır. 11. Kez Türk Dili ve Edebiyatı, TC. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük derslerini vermenin bir gereği var mıdır?

Üniversiteler: Üniversite yönetimi, rektörler, fakülteler, dekanlar, bölüm başkanları vs. bütün bu kurum/kurullar üniversitedeki eğitimi masaya yatırmalıdır. Üniversiteler Kariyer Merkezleri yoksa kurmalı ve çok iyi işletmelidir. Genel olarak  3 ana başlıkta hamleleri sayabiliriz.

  1. Dersler: Dersler mutlaka çağa uygun olmalıdır. Derslerin seçiminde, yıllara dağılımda ve kredilendirilmesinde gerekli reform yapılmalıdır. Ana dal, yan dal ve ek yetkinlikleri kazanma imkânı mutlaka tanınmalıdır.
  2. Ders içerikleri: Özellikle fakülte yönetimleri ve bölüm başkanlıkları ders içeriğine ilişkin ciddi çalışma yürütmek zorundadır. 30 yıldır aynı içerik ile ders verildiğini biliyoruz bu şekilde çağı yakalamak mümkün değildir.
  3. İş dünyası ile barışık bir eğitim politikası: Şu gerçeği kabul etmek gerekiyor: “mezun buradan çıkıp iş dünyasına gidecek” başka da bir yere değil. İş dünyası, şirketler, firmalar hatta çalışma dünyasının içindeki her insana üniversite derslikleri sonuna kadar açık olmalıdır.

Akademisyenler: Türkiye’de akademisyenler önemli ölçüde özgürlüğe sahiptir. Ders süresi, derste neye değineceği, sınavları vb. konularda genişçe bir hareket alanına sahiptir. Bu geniş alanın zaman zaman suiistimal edildiğini hepimiz biliyoruz. Böyle davranan, ders ya da yetkinlik öğretmek yerine ideolojik taraftar toplayan, herkesi kolayca dersten geçiren hocalar çok sevilir. Oysa bu davranışlar genç için en tehlikeli yollara çıkar…

  1. Öğretim görevlileri, ders içeriğini sık sık güncellemelidir, yeni çağdaş ve etkili öğretim yöntem ve tekniklerini uygulamalıdır,
  2. Ders devamı konusunda titiz olmalı, gençlerin yanlış alışkanlıklar edinmesine yardım etmemelidir,
  3. Derslerinde teoriyi pratik ile zenginleştirmelidir.
  4. Staj, iş deneyimi uygulamalarına büyük önem verilmeli, üstünkörü yapılmasına izin verilmemelidir.
  5. Rehberlik anlayışı geliştirilmelidir. Ailesinden uzakta, kimlik karmaşası yaşayan, çeşitli zorluklarla baş etmesi gereken genç ile ilgilenmeli, çözüm bulunmasına destek olunmalıdır.
  6. Sınavlar çok iyi hazırlanmalı, bilgi, beceri ve yetkinlik kazanımı sağlıklı, doğru ölçülmelidir. Gençler basit sınavlarla tembelliğe alıştırılmamalıdır.

Başarılı sağlıklı bir yıl olsun !

Claude Gueux ve İdam Cezası Üzerine – 2

“Bir medenî hukuk profesörü için, her sömestre oturup medenî hukuk pratikleri düzenlemek yerine din sosyolojisiyle uğraşmak çok daha önemlidir. O zamanlar onun bu sözleriyle dalga geçerdik; hem Emge’nin kendi de hangi alana ait olduğunu tam kestiremiyora benzerdi: Hukukçu muydu, sosyolog muydu, yoksa felsefeci miydi, neydi? Neyse, yıllar sonra, hukuk ile sosyolojinin ne kadar yakın bağlarla birbirine bağlı olduğunu kavradığımda, Emge’nin o cümlesini hatırladım.” (Ernest Hirch, Anılarım)

Geçenlerde Hirch’in bu ifadelerini okurken hukukun ne kadar canlı ve dinamik bir organizma olduğunu düşündüm. Yaşadığı toplumdan bağımsız ele alınamayan, normlara hayat veren veya etkisizleştiren, değişen, dönüşen, değiştiren, dönüştüren bir yandan da küreselleşen bu organizma kadim ilkelere sahip olmasıyla da bir başka etkileyiciydi. Hukuk profesyonellerine de teknisyenliğin ötesinde önemli sorumluluklar düşüyordu. Her şeyden evvel, bir hukukçu, entelektüel çaba içinde bulunmak; sanat, felsefe, sosyoloji, etimoloji, mantık, matematik gibi alanlar ile uğraşmak zorundaydı.

İşte bu düşüncelerden birkaç saat sonra haberlere bakmak için girdiğim bir sitede idam tartışmalarının yeniden canlandığını gördüm.

Tartışmaların odağı, Prof. Dr. Ersan Şen’in açıklamalarıydı. Şen, “Narin” cinayetine ilişkin açıklamasında idam cezasına ilişkin beyanlarda bulunmuştu. Bu beyanlar hukukçulardan ciddi şekilde tepki aldı. Gördüğüm kadarıyla Ersan Hocanın öğrencisi olduğunu beyan eden hukukçular dahi açıklamaya binaen Şen’in hukukçuluğunu sorgular oldular.

Açıkçası böyle polemiklerin anlamsız, vakit kaybı ve talihsiz olduğunu düşünüyorum ancak daha evvel Goethe’nin İnfazı ve Ölüm Cezası Üzerine” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere “idam cezasının” tartışılmasının bazı hukukçular için tabu olduğunu ve tartışılamaz nitelikte olduğunu görmek beni şaşırtıyor. Çünkü özellikle tecrübeli hukukçular, zihinlerindeki süzgecin basiretiyle ve kesin yargılara olan temkinli ve tedbirli yaklaşımlarıyla bilinirler ve bunu öğütlerler. Bu sebepledir ki hukukçular kesin yargılardan kaçınmaya özen gösterirler. Aslında hukukta,  “normal şartlar altında” diye bilinen kalıpsal yaklaşım çok kısıtlıdır ve pek çok tez “yanlışlanabilir” veya “aksi ispat edilebilir”.

İdam konusundaki tezlere yaklaşım da böyle olmalıdır. Nitekim yukarıda bahsettiğim ve daha evvel kaleme aldığım yazıda idam cezasına ilişkin “anlatılagelen tezleri yanlışlar nitelikteki” yeni çalışmalara değinmiştim: (Elbette bu çalışmaların ortaya koyduğu kesin bir yargının olmadığını, yanlışlanabileceklerini, yöntemlerini ve yöntemlerine yönelik eleştirelere ayrıntılı bakmadığımı burada ifade etmem gerekir.)

“Maalesef, ülkemizde pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da tabular vardır ve asla değiştirilemez, tartışılamaz, düşünülemez. Ölüm cezasını savunmak bir hukukçunun “kötü bir hukukçu” olduğunu göstermektedir çünkü hukuk öğrencileri, mesleğe yeni başlamış “fenomen hukukçular” böyle söylemektedirler. Oysa Kant, Bodin, J. J. Rousseau gibi pek çok düşünür ve yeni dönemde de pek çok hukukçu ölüm cezasını tartışmakta ve hatta savunmaktadır.

Louisiana Eyalet Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde görev yapmakta olan Prof. Dr. H. Naci Mocan, yaptığı araştırmada ölüm cezasının her infazında 5 kişinin hayatının kurtulduğunu ortaya çıkarıyor ve şöyle diyor: “Kişisel olarak ölüm cezasına karşıyım ama yaptığım araştırma caydırıcı olduğunu gösteriyor.”

 Pennsylvania Üniversitesi’nde hukuk profesörü Justin Wolfers ise “caydırıcılık konusunda mevcut kanıtların şaşırtıcı derecede kırılgan olduğu” yönünde bir beyanda bulunuyor ve genel kanının aksini savunuyor.

 1992 yılında Nobel Ekonomi ödülü alan Gary Becker ise “İdam cezasının caydırıcı olduğuna ve en kötü türden suçlar için kullanılmaya değer olduğuna beni ikna etmek için sadece niceliksel değil, diğer çeşitli türlerdeki kanıtlar etkili oldu” şeklinde düşüncelerini belirtiyor.” (Haldun Barış, Goethe’nin İnfazı ve Ölüm Cezası Üzerine, Hür Fikirler )

Diğer yandan aynı yazıda, farklı nedenlerden dolayı ölüm cezasına karşı olduğumu ancak ölüm cezasına ilişkin araştırmaların artırılması gerektiğini ve ayrıca yeni bir ceza sistemine ilişkin çalışmalar yapmamız gerektiğini çünkü “hapis” cezasının da ölüm cezası kadar masraflı, acımasız, “geri alınabilirliği tartışmalı” bir ceza sistemi olduğunu ve onarıcı yönünün de yetersiz kaldığını belirtmiştim.

Bu yazıda ise sizlere Victor Hugo tarafından kaleme alınan “kısa roman” türündeki Claude Gueux kitabını anlatmak; Hugo’nun bu kitabında kaleme aldığı ölüm cezasına ilişkin fikirlerine yer vermek istiyorum:

Eser, Paris’te yaşayan bir işçinin hırsızlık yapması sonucu “hapishaneye” atılması ile başlıyor. Hugo, kahramanı “yetenekli, becerikli” bir işçi olarak anlatıyor. Claude adlı bu işçi işsiz kaldığı bir kış gününde, eşi ve çocuğunu 3 gün kadar doyuracak ve 3 günlük odun almaya yetecek bir hırsızlık yapıyor ve bunun sonucunda 5 yıl hapis cezası alıyor.

Hapiste verilen yemeklerle doymayan Claude ile arkadaşı Albin yemeğini paylaşıyor. Böylece aralarında bir dostluk başlıyor. Claude kardeşi gibi sevdiği Albin ile atölyede çalışıyor, hapiste arkadaşlık ediyor. Derken bu durumu fark eden hapishane müdürü Claude ile Albin’in koğuşlarını değiştiriyor. Bu duruma ikisi de çok üzülse de müdür onların ayrı koğuşlarda kalıp birbirlerini görmemeleri konusunda oldukça katı duruyor. Böylece Claude için açlık günleri tekrardan başlıyor ayrıca dostunun olmayışı da onu çok üzüyor.

Eserde benim, dümdüz şekilde yazdığım bu kısım oldukça etkileyici ve hislere dokunucu şekilde kaleme alınmış. Bu kısacık romanı okurken çoğu zaman Claude Gueux’nin duygularını anlayabiliyorsunuz ve içinizde bir “acıma” hissi oluşuyor.

Sonrasında ise Claude Gueux bir gün müdüre “arkadaşımı bana getirin size 4 Kasım’a kadar mühlet veriyorum” şeklinde bir çıkışta bulunuyor ancak talebi yanıtsız kalınca kendi ve diğer mahkûmlar huzurunda “bir yargılama” yapıp müdürü ölüme mahkûm ediyor. Nihayet diğer mahkûmlar da bu haksızlığın ve müdürün diğer yaptığı eziyetlerin cezasının “ölüm” olduğu konusunda hemfikir olduklarını “sessizlikle” onaylıyorlar; Claude’un müdürü son kez uyarması şartıyla.

Nihayetinde, Claude müdürü bir baltayla öldürüyor. Sonrasında intiharı denese de yaşamaya devam ediyor.  Ve idamla yargılanarak idam ediliyor.

30-40 dk kadar bir sürede bitirilebilecek bu eser, insanı idam cezasına dair sorgulamaya, toplumsal şartlar ve suç ilişkisine dair düşünmeye ve adaletsiz bir yönetimin sonuçlarına dair kafa yormaya itiyor. Ayrıca eserin sonunda Hugo’nun idam cezası için düşünceleri de oldukça değerli ve önemli. Bu eseri, herkese, ancak özellikle de hukukçulara tavsiye ediyorum.

Son olarak kitapta geçen birkaç cümleye yer vererek yazımı sonlandırayım:

“Korkunç bir şey yapacağını ama haksız olmadığına inandığını söyledi. Onu dinleyen seksen bir hırsızın vicdanına seslendi. Güç bir durumdaydı, adaleti kendi eliyle sağlama ihtiyacı insanın bazen içine düştüğü açmaz bir durumdu, kendi canını vermeden müdürün canını alamayacağı doğruydu ama iyi bir şey için canını vermeyi doğru buluyordu…”  s.24

 “Doktorlar ve yargıçlar Claude’un etrafında dört dönüyordu; biri yaralarını iyileştirirken diğerleri idam sehpasını hazırlıyorlardı.” s.30

 “Arkadaşımı soruyorum, beni hücreye atıyor. Ben ona, o muhbire siz diyorum o bana sen diye hitap ediyor. Acı çekiyorum diyorum, canımı sıkıyorsun diyor. Öyleyse ne yapmamı isterdiniz? Öldürüyorum. Tamam ben bir canavarım, bu adamı öldürdüm, tahrik edilmedim, kesin kafamı. Yapın bunu.” s.31

 “Bize göre hafifletici sebeplerle yasalara dayandırılan maddi tahrikin çok üzerinde olan, yasanın unuttuğu manevi tahrik teorisinin birdenbire ortaya çıkışı yüce bir andı.”  s.31 (Pek çok ülkedeki modern yasalarda Hugo’nun bahsettiği manevi tahrik göz önünde bulundurulmaktadır.)

 “Halka açık infazların takdire şayan sonucu! Hemen aynı gün, giyotin hâlâ orada ve temizlenmemişken pazaryerindeki insanlar bir fiyat meselesi yüzünden ayaklanıp vergi memurunu neredeyse katledeceklerdi. İşte o yasaların yarattığı uysal halk!” s.35

 Utanılacak olan şey yarayı kangrenleştiren dağlamaydı, suçu suçluya ömür boyu mühürleyip perçinlemek anlamsız bir cezadır; iki arkadaşı ayrılmaz yoldaş kılar.” s.38

 “Çalışan ve acı çeken, dünyanın acımasız davrandığı halka onlar için daha iyi bir dünya olduğu inancını verin. Böylece halk rahat ve sabırlı olacak. Sabır, umut taşır.” s.40

Av. Haldun Barış

İsrail’in Siber Saldırısı ve Lübnan’da Çocuk Olmak, Samir Altunkaynak

Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Ekim sonrası sürekli olarak İsrail yayılmacılığı ve bölgesel savaş tehdidine dikkat çekmekteydi. 17-18 Eylül’de İsrail’in Lübnan Hizbullahı’na yönelik siber saldırısı açık bir savaş ilanı olarak okunmaktadır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının İsrail’in savaşı bölgeye yaymak istediğine çektiği dikkatin bir öngörüden ziyade İsrail politikalarının iyi analiz edildiğini göstermektedir.

17.09.2024 tarihinde Beyrut, Güney Lübnan ve Beka ile Suriye’de çağrı cihazı kullanan Hizbullah üyelerine ve ailelerine yönelik eş zamanlı saldırı gerçekleştirildi. İlk saldırının üzerinden 24 saat geçmeden ikinci siber saldırı gerçekleştirildi. Çağrı cihazları ve ardından telsizlerin patlatılması sonucu içerisinde çocuk ve kadınların da yer aldığı en az 37 kişi öldü. Saldırılarda 200’ü ağır olmak üzere 3000’in üstünde kişi yaralandı. Yaralanmaların çoğu yüz, eller ve karın bölgesinde oldu. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah 19 Eylülde yaptığı açıklamada saldırılardan dolayı İsrail’in cezalandırılacağını açıkladı. Hizbullah lideri İsrail’in tüm kırmızı çizgileri aştığını ifade ettiği sırada İsrail savaş uçakları Lübnan semalarında havalanmaktaydı. Karşılıklı açıklamalarla tırmanan gerginlik Lübnan’ı yeni bir savaşın içerisine sürüklerken, Lübnanlı çocuklar yeniden silahların gölgesinde bir ölüm kalım girdabında yaşama tutunmaya çalışacaklardır.

Lübnan’da Çocuk Olmak

Lübnan’da büyüyen çocuklar için savaş, sanki yaşamın doğal bir parçası ve hayatın normal bir olayı gibidir. 1970’ler ve 1980’lerde çocuklar, silah seslerinin altında sokaklarda oyunlar oynarken, her an bir hava saldırısına hedef olabilir veya çatışmanın ortasında kalabilirlerdi. Çocuklar, ellerinde tahtadan silahlarla, oyuncak telsizlerle oynardı. En ufak seste anneler, ablalar çocukların yanı başında biterdi. Her çocuğun oyun oynadığı mahallesi, sokağı ve alış-veriş yaptığı marketi belliydi. Sokakta bir yabancı görüldüğünde herkesin gözü dikkatlice yabancının üzerinde olurdu. Çocukların kendi mahallesinden çıkmasına büyükler izin vermezdi. 1975’te patlak veren iç savaştan sonra Beyrut kendi içinde Doğu ve Batı Beyrut olarak iki ayrı bölgeye bölünmüştü. Bölgelerde her grup kendi sokağının başına barikat kurup arkasında bir yaşam oluştururdu. Barikatların arkasında ise daha bıyığı terlememiş 15 yaşında çocuklar ellerinde silahlarla sırayla nöbet tutardı.

1976’da Suriye birliklerinin de Lübnan’a girmesiyle çatışmaların boyutu artı. Çocuklar her gün bir yas tutulduğuna, cenaze törenine tanık olurdu. Cenazede kahramanlık nutukları atılır ve çocuklar da büyüdüklerinde kahraman olmayı hayal ederdi. 1978’de İsrail güçleri Güney Lübnan’dan başlayarak Litani nehrine kadar olan bölgeyi işgal etti. Sokakta herkesin elinde silahlar vardı ama kim, neden ve niçin savaştığına tam anlam veremezdi. Lübnanlı çocuklar 1970 ve 1980’lerde Canbolat ailesi, Cemayel ailesi, Maruniler, Sünniler, Şiiler, Falanjistler, Filistinliler, Emel isimleriyle büyüdü. Bir de Suriye askerleri, İsrail güçleri, savaş uçakları, tanklar vardı sokaklarda. Ama her mahallede İsrail hep düşman olarak telafuz edilirdi. Düşman askeri dendiğinde çocuklar bunların İsrail askerleri olduğunu anlardı. Diğerlerinin ise adları vardı, Dürziler, Falanjistler, Sünniler, Şiiler gibi. Aradan yıllar geçti, o zamanın çocukları bugünün büyükleri için ne değişti diye Lübnan’a baktığımızda İsrail gene düşman ve Lübnanlı çocuklar gene savaş, çatışma ve silahların gölgesinde büyümeye devam ediyor. İsrail’in son saldırısında çocuklar sokakta oyun oynarken ve aileleriyle birlikteyken öldürüldü. Birinci günkü saldırılarda, öldürülenler arasında babası için çağrı cihazını almaya giden sekiz yaşında bir kız çocuğu ve 11 yaşında bir erkek çocuğu da bulunmaktaydı. Ayrıca onlarca çocuk ya gözlerini kaybetti ya da ellerini veya parmaklarını. İşte Lübnan’da çocuk olmak böylesine zor ve acımasızdır. Ölüm ile yaşam arasında ince bir çizgide tutunmaktır.

Savaş Durumu ve Çocuk Gözünde İsrail

İsrail’in son siber saldırılarına yönelik birçok iddia ortaya atıldı. Son saldırılarda İsrail istihbaratının, el tipi çağrı sistemlerine önceden erişim sağladığı ve ileri teknolojiyi kullanarak da patlatmaları gerçekleştirdiği ifade edilmektedir. Saldırıda kullanılan çağrı cihazları Tayvan merkezli Gold Apollo şirketi tarafından üretildi. Telsizler ise Japon firmalarının üretimi. Ancak New York Times’in haberine göre İsrail yıllar önce paravan şirketler kurarak, söz konusu iletişim cihazlarının üretimlerine sızmıştı. Bu da bize göstermektedir ki İsrail ayrım gözetmeksizin içerisinde kadın ve çocukların olduğu Lübnanlıları öldürmek için önceden bir planlama yapmış. Konu uzmanları tarafından yapılan değerlendirmelere göre bir diğer ihtimal ise çağrı cihazlarının siparişi alındıktan sonra üretim aşamasında İsrail gizli servisi tarafından içlerine patlayıcı yerleştirilmiş olması. Dışarıdan bir yazılım programı ile bataryaların ısıtılması ve eş zamanlı gönderilen mesajlar ile bomba düzeneği ateşlenmiş.

İsrail’in aylar öncesinde planladığı ve iki gün önce devreye soktuğu saldırı planının, ayrım gözetmeden çocuk ve kadınların da içerisinde yer aldığı birçok insanı öldürmeye yönelik olduğu açıktır. Lübnan Sağlık Bakanı patlamaların çocuklara ve yaşlılara zarar verdiğini söyledi. İsrail, Lübnanlı çocukları da düşman kategorisinde değerlendirmekte bir sakınca görmüyor. İsrail’de bir din okulunda görev yapan aşırı sağcı Haham Eliyahu Mali askeri okul öğrencilerine yaptığı bir konuşmada “bugünün bebeklerinin yarının teröristleri olduğunu” ifade etmiş ve “herkesin öldürülmesi gerektiğini” zaten daha önce deklare etmişti. İsrailli Haham Reuven de İsrail askerlerine ve savaşan Yahudilere verdiği tavsiyelerde “Tanrı bize çocukları öldürmemizi emrediyor. Kutsal kitabımız savaş zamanında kimseyi sağ bırakmamamızı emrediyor. Merhamet yok. Bir çocuğa bile merhamet edemezsiniz. Merhamet ederseniz o çocuğun büyüdüğü zaman öldüreceği kurbana karşı gaddarlık etmiş olursunuz. Çünkü o çocuğunun büyüyeceği ideoloji babasının ideolojisinden daha kötüdür. Tevrat’ın 25inci bölümünün 19uncu ayetinde, erkeklerin kadınların ve çocukların yaşama hakkı yoktur der. Tanrı çocukların da öldürülmesini emrediyor” demişti. Dolayısıyla Lübnanlı çocukların da düşman olarak kabul edildiğinde patlamalarda çocukların da büyükler gibi öldürülmesinde, uzuv kaybı yaşamasında bir sakınca görülmemektedir.

Masum Lübnanlı çocuklar İsrail’in hunharca hazırladığı planlardan habersiz her gün gördükleri ve belki de kendi aralarında oyuncak olarak da kullandıkları iletişim araçlarının kurbanı oldu. Bu olaylardan sonra Lübnanlı çocukların hafızalarında ve anılarında telsiz, çağrı cihazı, telefon veya tablet eğlenceli zaman geçirme aygıtlarından ziyade kendilerini öldürmeye çalışan birer silah olarak yer edinecek. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen Lübnanlı çocukların gözünde İsrail hâlâ kendilerini öldürmeye çalışan düşmandır ve düşman olarak kalmaya devam edecek.

Avukat Samir Altunkaynak

Siyasal Manipülasyonun Sınırları

Her şeyin mükemmel bilinirliğinin twitter demokrasisi ve bunun sembolik olarak temsil ettikleri, desantralize iletişim ağlarının “kurgulayıcılarını” arayan devlet otoritesi, kendini “gerçeği” ortaya çıkarmakla yükümlü sayan “mass medya”,  somut-kanıtlanabilir olgulara dayanan-rasyonel-bilimsel bilginin üreticisi unvanları ile kendi kendisine devletçi bir yaklaşımla otorite veren ve dağıtan “yüksek eğitim”, yayıncılık “ilkeleriyle” donanmış ve ciddi “sorumluluklar” üstlenmiş kimi kitap-dergi yayıncılığı,  “atomist” bir titizlik ve incelikle bilgiyi-bireyi öğrenen ve yorumlayan kendiliğim…

Bilgi ve bilmenin dünyalarının aktörleri hikmeti ve hakikati aramaya devam ediyor. Kendi sınırlılığım ve “objektifliğimde” ben en azından böyle görüyorum. Her aktör kendi doğruluğunun kendisini ikna ettiği bilgide siyasetten almak istediklerini de gerçekliklerinin içerisinde görebiliyor. Siyasetin içeriğinin bir çatışmalar halini sürekli ve zorunlu kıldığının varsayımında ise gerçekliğin olduğu hali işe yaramayabiliyor. Gerçeklik işlerliği kadar bir renge büründürülüyor. Bir yanıyla da gerçeklikler siyasal isteklerin içerikleri ile yeniden yaratılıyor. Halkın bize seçimler yoluyla ne söylediğinden, çok büyük rakamlardaki sosyal medya kullanımının siyasete verdiği “tekil” mesajlardan, sahiplenicisinin beklentileri ve istekleri doğrultusunda yeniden yorumlanan dinî içeriklerden yaratılan gerçeklikler. Ve sanki, eğer bir gerçeklik varsa siyasal çıkar ve beklenti ile gelişen manipülasyon tamamlayıcı bir rol üstlenebiliyor.

Dolayısı ile geçerli ve siyasal yaşamın mecbur kıldığı sorulardan bir tanesi de şu: Siyasal manipülasyonun sınırları var mı? Sadece ‘reel politik’çi bir makyavelist için sorulmuş soru olmamalı bu. Vasat ve ılımlı iyimser biri için de geçerli olabilir.

Her siyasal olgunun taraflarca algılanması ve doğası tarafları farklı noktalara konumlandırabiliyor. Uzlaşının imkânsız olması ve imkânsız olarak görülmesinin arzu edilmesi önemli bir etken oldukça, manipülasyon siyasal işlerlik alanının en önemli öğelerinden biri olarak önümüzde duracağa benziyor.

İnsansız Sanat

Yapay zeka konusunu izleyerek, dinleyerek ve deneyerek anlamaya çabalıyorum. Bu süreç, insan zekası ve insani olan hakkında çeşitli fikirler elde etmeme yardımcı oluyor ve özellikle hayattaki merkeziliği konusunda insanın yeri hakkında pek çok söz söylüyor. İster dinî-tanrısal, ister evrimsel, insan merkezli bir hayatta yapay zekanın “yarattıklarını” (objektif-nesnel olarak zor olsa da) olabildiğince farklı boyutlardan anlamaya çabalıyorum.

Konunun en önemli olan yanlarından biri sanat üzerinde gerçekleşiyor. Kreatif yazı, müzik ve görsel içeriklerinde yapay zekânın “yarattıkları” çoğunlukla “güzel” oluyor. Bunu inkâr edemem. Bu alanların farklı biçim ve üsluplarını biraraya getirme konusunu ve özellikle görsel içeriklerde neredeyse “ustaca” işler çıkarabildiklerini de… Öyle görseller türetiliyor ki, o türetilen dünyaların içinde gerçekten yaşama arzusunun içinde kalabiliyorum. Hatta bu ancak yapay zekâ tarafından türetilmiştir diyeceğim kategorilere bile alıştığımı söyleyebiliyorum. Görsel türetiminde yapay zekânın “ilerleme” yaşayıp yaşayamayacağı da önemli bir konu. Zaman bunu gösterecektir.

Her ne kadar “çok güzel” yaratımlar-türetmeler” ortaya çıksa da, benim için bir nokta belirleyici oluyor. İnsanın zihninden çıkmayan bir sanat eserinin, insan zihninin sonsuzluğu ve yaratıcılığından uzak kaldığını zannediyorum. İnsanın gerçek varoluşunun estetik yansımalarını hissedemeyince, algıladığım eser “sanat” olmaktan uzaklaşıyor. Şu sonuca varıyorum pek çok kez: Sanat eserinde öncelikle yaratıcı kişinin varlığını hissetmek istiyorum. Aklı, duyguları, becerileri ve evet, hepsinden öte de varoluşu…

Estetik haz konusunun yeni manalarının ortaya çıktığı-çıkacağı da reddedilemez. Dijital bir varlığın soyut zihninin olup-olamayacağının varsayımları günümüzün felsefe dünyalarını düşünmeye zorluyor-zorluyor olmalı. Bir yanıyla da yapay zeka öyle sanat türetme becerisine kavuşabilir ki gerçekle-gerçek ötesini ayırt edemez hale gelebiliriz. İnsan zihninin kaybolmaya mecbur tutulduğu bir zamanı işaret edebilir bu bize. Heyecanlandırdığı ve merak ettirdiği kadar korkutucu olduğunu da söylemeliyim.

Dünyadan Haberler: Kendine Yetmesini Bilen İnsan

Burada bir film analizini yapmayacağım. Amacım daha çok, etrafında bir “güvenceye” veya işleyen bir dünyaya sahip olmadığı halde bir iş yaratıp veya keşfedip onun etrafında hayatına kendine yeterek devam eden, filmdeki adıyla Captain Jefferson Kyle Kidd’e dair küçük bir “beğenimi” söylemek.

Filmde iç savaş sonrası ABD’sinin kırsalında şehirden şehre-kasabadan kasabaya (town to town) giderek insanlara “haberleri” okuyan Mr. Jefferson’ın para kazanmak (to make money) yöntemi ve uygulamaları bana “piyasa medeniyeti” insanının en zor şartlarda bile nasıl hayatta kalmasını bildiğini yer yer çok sert bir şekilde tekrar gösterdi.

Mr. Jefferson’ın kasabalardaki insanların beklentilerinin ve meraklarının farkında olarak, çok ilgi çekici bir şekilde pek çoğu eski sayılabilecek gazetelerden haberleri kendine özgün üslubuyla ve enerjisiyle okuması, kendine yeterek hayatta kalmasını becerebilen insan tipinin ne kadar önemli ve gerçekçi olduğunu bana bir kere daha anlattı. Böyle bir hayatta kendiniz olmanız kendiniz için yeterli oluyor. Bu müthiş bir güç. Müthiş bir kendiliğine ve kimliğine güven.

Bir yanıyla, kasabadan kasabaya “sürüklenir” gibi görünmesinin sebepleri de belki Mr. Jefferson’ın eski bir asker olarak hayatta sadece kendiliği ile ayakta kalmasını ona bahşetmişti. İçinde saklı görünen derin özlem ve acı, hayata amaç ve “bilgi” katan bir etkene de dönüşmüş olabilir. Bir at arabası, birkaç “bozuk para” ve devam eden bir hayat.

Mr. Jefferson’ın yerinde, haberleri “meraklı” insanlara o anlarda okuyanın kendim olup olamayacağını sürekli sordum filmi izlerken kendime. Ben olsam nasıl yapardım? Hepsinden öte böyle bir fikir aklıma gelir miydi? Gelse bile bunu hayata geçirebilir miydim? Hiçbir zaman gerçeklikte bilemeyeceğim. Gerçeklikte bildiğim şey ise, Mr. Jefferson’ın haber okuyuculuğuna duyduğum saygı…

Oryantalist Bakışın Yeniden Kendisini Dayatması, Veysel Ayhan

Narin Güran Cinayeti, Toplum Mühendisliği ve Oryantalist Bakışın Yeniden Kendisini Dayatması


Giriş

8 yaşındaki Narin Güran’ın vahşice bir cinayet sonucu öldürülmesi tüm Türkiye’de infiale yol açtı. Cinayetin üzerinden bir ay geçmesine rağmen toplum Narin’in kim ya da kimler tarafından, neden ve nasıl öldürüldüğünün bir an önce açığa çıkmasını ve cinayeti işleyenler ile işbirliği yapanların en ağır cezalara çarpıtılmasını haklı olarak beklemektedir. Hakikaten insanın vicdanını derinden sarsan cinayetin ardından sosyal medya linçleri devreye girmeye başlamış, suçlamaların aile üyelerinden başlayarak tüm Kürt toplumuna yöneldiği dikkat çekmektedir. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ifade ettiği üzere “(Narin Güran cinayeti) Bu vahşet öne sürülerek aile müessesesi, dinî kurumlar, hatta Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor. Açık söylüyorum bu vicdansızlıktır.”

Öte yandan başta Diyarbakır olmak üzere tüm ülkede insanların tepkisini açıkça dile getirdiği cinayet sonrası bazı medya organları her gün birilerini suçlu ilan etme yarışına girmiştir. Cinayetin üzerinden günler geçtikçe gazete manşentlerini atanlar ve görsel medyada olayı yorumlayanlar oryantalist bakış açısı ile cinayeti toplumsal kültür, aile bağları, feodalite, despotik aşiret ilişkileri, gizli tarikat yapılanması, kana susamış seri katiller ve benzeri birçok iddia ve itham ile açıklama yoluna gitti. Bu bağlamda konuya ilk dikkat çeken yazarların başında ise Serbestiyet’te iki yazı ile Yıldıray Oğur oldu. Yazar “Neden bir AK Parti’ye ihtiyaç var?” ve “Tavşantepe Köyü masum olabilir mi?” yazılarıyla adlî bir cinayetin nasıl bir toplumsal nefrete, aşağılamaya, itibar suikastleri, toplumsal linçe ve söyleme dönüştüğünü örnekleriyle açıklamaktadır.

Doğu Kültürü mü Cinayetin Sorumlusu?

Oğur’un yazısında belirtiği gibi “Televizyonlara göre köy sessizlik yemini edip, katili koruduğu için” cezalandırılmalı hatta haritadan silinmelidir. Neden diye sorulduğunda ise Oğur’un ifadelerindeki haliyle toplum mühendislerine göre “köy; tarikatçı, Hizbullahçı, feodal ilan edildi, ailede neredeyse herkes hakkında yasak cinsel ilişki iddiası ortaya atıldı, bütün köy halkı sorguda ser verip sır vermeyen Omerta Kanunu’na sadık kararlı militanlar gibi şeytanlaştırıldı! Yazı şöyle devam ediyor: “galiba şu anda soruşturmanın önündeki en büyük engel günlerdir televizyonlardan yayılan kültürel önyargılar, ideolojik propaganda, siyasi hesaplaşmayla dolu bu kanaat çöplüğü.” Nitekim günlerce görsel ve yazılı medyada Tavşantepe köyü üzerinden Kürt toplumunun sahip olduğu gelenek ve görenek sorgulanmakta, aşığılanmakta ve cinayetin ana sorumlusu olarak gösterilmektedir. Cinayetle ilgili bazı medya organlarındaki tartışmalarda Doğu toplumu tanımlanırken “ahlâkî yozlaşmanın normal kabul ediliği (bu söylemlerini doğrulatmak için anne, yenge, amca, amca çocukları vs arasındaki çarpık ilişki söylemleri her gün yazılmakta-söylenmekte), feodalite ve aşiretçiliğin devletten daha büyük bir güç olduğu (Güran ailesinden herkesin korktuğu; suça bile isteye iştirak ettikleri söylemleri), inançların, tarikatların ve cemaatlerin toplumu şeytanlaştırdığı (Narin Güran’ın aile üyelerinin de katıldığı bir ayinle öldürüldüğü söylemleri); töre ve geleneğin tüm ahlâki ve etik değerleri yok ettiği (tüm köy halkının sessizlik yemini ettiğine dair söylemler) yönünde toptancı yargılar kullanılmaktadır. Bu söylemlerin hiç sorgulanmadan doğru olarak kabul edilmesi doğal olarak Doğu toplumunun suç üreten bir yapı olarak algılanmasına yol açar.

Oysa bir toplumu, kültürü ve geleneği topluca suçlu ilan etmenin arkasında daha büyük bir kültürel kod, algılayış, mantık ve söylem olduğunu görmek gerekir.  Nitekim hepimizin ortak acısı haline dönüşen 8 yaşındaki Narin’in cinayeti sonrası medyada boy gösteren bazı yorumcuların toplum mühendisliğine soyunmaları oryatalizm tartışmalarının tekrar hatırlanmasına yol açtı. Daha açık bir deyişle görsel ve yazılı medya organlarında yapılan tartışmalar ve kullanılan ifadelerin adını doğru koyacak olursak Edward Said’in yıllar önce ifade ettiği oryantalist bir bakış açısının sonucu olarak Doğu toplumu taşıdığı tüm değerleriyle yeniden kötülüklerin anası oldu. Nerede bir suç varsa bunun sorumlusu “Doğu’nun geri kalmış; arkaik toplum yapısı” olarak sunulmaktadır.

Edward Said’in artık bir klasik haline gelen Oryantalizm adlı eserinde belirttiği üzere Oryantalist bilim adamları 1800 ila 1950 yılları arasında Doğu toplumları ile ilgili 60 binden fazla eser üretmişti. Benzer şekilde hem Cumhuriyetin ilk yıllarında hem de daha sonraki yıllarda Doğu üzerine yazılmış yüzlerce eserde ve onlarca Yeşilçam filmlerinde Doğu sürekli feodalitenin, katı otoritenin, gericiliğin, aşiretçiliğin, despotizmin, yalancılığın, aldatmanın, töre cinayetlerinin, gericiliğin, eğitimsizliğin, şiddetin, kısaca barbarlığın yaşandığı bir yer ve toplum olarak tasvir edilmiştir. Bu bağlamda ortak söylem ise Doğu medeniyeti ve toplumunun barbarlık üreten kültürel kodlara sahip olduğu şeklindedir. [1]

Üretilen onlarca kitaba, dergiye, makaleye, konferansa veya aile bağlarına rağmen, ortalama bir Batı şehrinde yaşayan vatandaşın Doğu toplumu hakkındaki bilgisi metinlerde yazıldığı veya filmlerde gördüğü kadardır. Yaratılan imaj ise şudur: Doğunun gerici, statik olduğu; Doğu’da despotik aşiret ve aile ilişkilerinin; kötülük üreten gelenek ve göreneklerin; yaygın çarpık ilişkilerin; kızların haklarından yoksun olduğu; barbar, değişime kapalı, mantıksız, ileriyi düşünemez, zevk düşkünü veya suça meyilli insanların olduğu yönündedir. Nitekim Narin Güran cinayeti sonrası bazı medya organlarına çıkan gazeteciler veya kendisine uzman diyen konuşmacılar da cinayeti kendince analiz ederken kullandıkları ifade ve ithamlarının temel paradigmasını Oryantalist bakış açısı oluşturmaktadır.

Paradigmatik ideolojinin bir sonucu olarak görsel medyada konuyu ele alan bazı uzmanlar Doğu toplumunu TV’lerde gördüğü filmlerden ve okuduğu modernist eserlerle tanımlamaktadır ve işlenen suçu kendisine öğretilen toplumsal kültür kodlarıyla açıklamaktadır. Bunun sonucu olarak bilerek veya farkında olmadan oryantalist bakış açısı ile kavrulmuş ve şekillenmiş kültürel kod ile analiz etme mantığıyla tüm toplumu suçun parçası olarak sunmaktadır. Güran ailesinin ötesinde tüm köyün ve sonra da Doğu toplumunun suçlu ilan edilmesinin başkaca mantığı olamaz, zaten. Oysa aynı günlerde benzer vahşi bebek cinayetinin işlendiği başka bir bölgede medyada hiçbir konuşmacı bir mahalleyi, ilçeyi veya tüm aile bireylerini topluca suçlu ilan etme yarışına girmedi.

Toplum Mühendisliğine Soyunmak: İdeolojinin Gerçeklik Sanısı

Oryantalist bakış beraberinde ideolojik bakışla şekillendirilmiş bir toplum mühendisliği projesi sunar. Bu bağlamda Doğu, Doğu uygarlığı, felsefesi, sanatı, dini ve kültürü Batı’da her zaman merak ve ilgi odağı olmuş, bu ilgilinin Doğu’yu algılayış biçimi ve yarattığı bakış açısı ise Doğu ile Batı arasındaki farklılıklar üzerine kurgulanmış, özellikle de Batı’nın bu yabancı kültürden farklı olduğunu vurgulayan bir algılama biçimine dönüşmüştür. [3] Doğunun sahip olduğu gelenek, görenek, kültür, inanç ve dilinin modern dünyanın kabul etmediği bir yaşam biçimini ürettiğini ileri süren toplum mühendisleri, bundan dolayı Doğu’yu mutlak surette dönüştürülmesi gereken bir yapı olarak sunmaktadır. Söz konusu ideolojik körlük, insanın olduğu her yerde ve coğrafyada yaşanması olası bir suçu, tekil bir vaka olmaktan çıkartıp tüm topluma mal etme eğilimindedir. Bundan dolayı medyada ideolojik körlükle cinayetle ilişkili analizlerde Doğu’nun dönüştürülmesi gereken bir yapı olduğu söylemi, toplumun bir kısmı tarafından sorgusuz sualsiz kabul görmektedir. Yaratılan imaj; doğu geridir, statiktir, barbardır, vahşidir, değişime kapalıdır vs. Şayet vahşi değilse “bir anne veya aile üyeleri nasıl 8 yaşındaki bir çocuğu birlikte karar verip öldürebilir” tezi ileri sürülebilir.

Nitekim Narin Güran cinayeti hakkında bazı medya organlarında yapılan tartışmalar ve yazılı analizlere bakıldığında modernist aklın bir sonucu olarak Tavşanlıköyü üzerinden tüm Doğu toplumu “barbar, şehvet düşkünü, ensest, mantıksız, despot, yalancı, acımasız, vicdansız” bir toplum olarak tasvir edilmektedir. Esasında bu yaklaşım yaklaşık 100 yıldır Doğu’nun modernist akıl tarafından nasıl tanımlandığının dışa vurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Edward Said’in Oryantalizm eserinde ünlü Şarkiyatçıların eserlerinden aktardığı bazı pasajların, bugün TV’lerdeki tartışmalarda ileri sürülen topyekün bir toplumu suçlayan yaklaşımdan farklı olmadığına tanık olmaktayız.

Öteki’nin Dayanılmaz Varlığı Üzerine Bir Varoluş

Doğu toplumunu dönüştürülmesi gerekilen bir yapı olarak gören modernist akıl, toplumu tanımlarken bilgi üretmediğini ileri süremeyiz. Örneğin Şener Şen, Kemal Sunal veya Metin Akpınar’ın Doğu ile ilişkili birçok filminde Doğu’ya dair bazı kültürel kodlara rastlamamız mümkündür. Ancak burada bilginin yanında ideolojinin üretilmesi de dikkate değerdir. Örneğin toplumun önemli bir kısmının gülerek izlediği Züğürt Ağa filmindeki Ağa’ya atfedilen değer yargıları veya Kibar Feyzo’daki ağalık sistemi veya Gülo’nun babasının kızını para ile açık artırımla satılığa çıkartması gibi birçok ideolojik kurgu Doğu’nun bir gerçekliği olarak topluma sunulmuştur. Dolayısıyla üretilen ideoloji doğrulama yaklaşımı ile genel bir önyargıya dönüştürülmüştür. İdeolojinin bilimsel metinlerden ayrıştırılması ise yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı oldukça güçtür. Çünkü, bir kere “ ideoloji” ve “bilim” metin-dışı soyut metodolojik belirlemeler değil, metinsel olarak üretilen figüratif oluşumlar olarak sürekli birbirlerinin içinden geçer. Bundan dolayı Doğuyu konu alan yüzlerce filmde ve yayında Doğu toplumu sürekli kötü ile özdeşleştirilmiştir.

Buna göre evrensel değerlere sahip olan modernist akıl, Doğu’yu kendine göre tanımlar ve kendisinden hareketle ötekini tanımlar. Ötekinin tanımlanmasında negatif ve kötü olan tüm düşünce, eylem ve yapılar Doğu’ya özgü olarak tanımlanır. Tanımlama olumsuz ve kötü olarak yapıldıktan sonra dönüştürme sürecine meşruiyet kazandırılmış olunur. [2]

Doğu kültürü, geleneği, toplumsal yapısı, aile ilişkileri, inancı ve yaşantısı despotizme, barbarlığa ve gericiliğe yol açıyorsa, o zaman onun zorla ve güç ile değiştirilmesi, dönüştürülmesi bir görev olmanın ötesinde sorumluluk olarak modernist toplum mühendislerine verilirir. Nitekim Narin Güran cinayeti sonrası bazı medya organlarında çizilen tabloda da “hastalıklı bir köy, herkesin suç işlemek için işbirliği yaptığı, zalim bir köy ağası, aile içi çarpık ilişkiler, cinayeti bir rütiel ile işleyen gizli bir tarikat yapılanması vs” ile örülmüş örgüler topluma sunulmaktadır. Oysa insanın olduğu her yerde toplum vicdanının kabul etmediği benzer cinayetlerin ve katliamların yaşandığına tanık olmaktayız. Maalesef bazı gazeteciler ile TV yorumcuları Narin Güran cinayetini analiz etmeye yönelirken, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde oryantalist ideolojinin kültürel kodları ile tüm bir halkı, toplumu ve kitleleri suçladığının farkında bile olmamaktadır. Çünkü toplum mühendisleri ve modernist akıl tarafından üretilen Doğu imajı onların bu tür analizler yapmasına yol açmaktadır.

Sonuç 

Modernist toplum mühendisleri öteki üzerinden kendisini özne konumuna getirirken, Doğu homojen bir yapı olarak ele alınmaktadır. Ancak toplum mühendisliğine soyunanların etkili gücü, ilişkiye geçtiği toplumlar karşısında kendilerine bir üstünlük vermesidir. Bunda oryantalizmin ürettiği ideolojinin, o toplumlar tarafından içselleştirilmesinin payı yadsınamayacak kadar büyüktür. [4] Bundan dolayı kendilerini modernist ve aydın olarak tanımlayan bazı Kürt yazarlar da cinayeti kültür, inanç, gelenek, cemaat, tarikat, görenek veya aşiret yapısı üzerinden analiz etmeye yönelmişlerdir. Onlara göre de Doğu toplumunun kültürü, inancı, toplumsal yapısı ve yaşam tarzı despotik, feodal, kötü ve geridir. Bu bağlamda Kürtler ve doğuda yaşayan toplumlar modern, ahlâklı, insancıl ve gelişmiş olmak istiyorsa, öncelikli olarak kendisine ait olan tüm değerlerden ve kültürden arınması gerekir.

Sonuç olarak hakikaten 8 yaşındaki Narin Güran’ın öldürülmesi hepimizde büyük bir acı ve öfkeye yol açmıştır. Cinayete karışan kişi ve kişilerin en ağır cezaları alması tüm toplumun ortak beklentisi haline gelmiştir. Bununla birlikte Narin Güran cinayeti üzerinden yeniden Kürtlere ve Doğu toplumlarına yönelik bir nefret söyleminin dışa vurumu ise toplum mühendisliğine soyunmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.

Son söz olarak bırakın adalet yerini bulsun isterse kıyamet kopsun.

Prof. Dr. Veysel Ayhan

İlgili bazı kaynaklar:

Ahmad,  Aijaz, Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat: Jameson- Salman Rüşdi, Edward Said Eleştirisi, Çev. Ahmet Fethi, Alan Yay., İstanbul 1995

Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, İstanbul: Alfa Yay., 2002

Boztemur, Recep, “Marx, Doğu Sorunu ve Oryantalizm”, Doğu Batı: Oryantalizm-I, Yıl:5, Sayı, 20, Ağustos-Eylül 2002

Canbolat, S. İbrahim, Gelişmekte Olan Ülkeler ve Dış Politika, Baskı, Alfa Yay., İstanbul 2001

Keyman,  Fuat, “Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki Sorunu 11 Eylül, Sonrası Dünya ve Adalet”, Doğu Batı: Oryantalizm-II, Yıl:5, Sayı, 20, Ağustos-Eylül 2002

Keyman, Fuat, M. Mutman, M. Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1999

Kontny, Oliver, “Üçgenin Tabanının Yok Sayan Pythagoras: Oryantalizm ve Ataerkil Üzerine”, Doğu Batı: Oryantalizm-I, Yıl:5, Sayı, 20, Ağustos-Eylül 2002

Kömeçoğlu, Uğur, “Oryantalizm, Belirsizlik, Tahayyül, 11 Eylül”, Doğu Batı: Oryantalizm-II, Yıl:5, Sayı, 20, Ağustos-Eylül 2002

Mutman, Mahmut, “Şarkiyatçılık: Kurumsal Bir Not”, Doğu Batı: Oryantalizm-II Yıl:5, Sayı, 20, Ağustos-Eylül 2002

Notlar:

[1] Avrupa’nın da bir Doğu’su olduğu gibi bunun Batı’sında yer alan bir Batı Avrupa’nın varlığı, bu ayrımların gizli olarak Avrupa kıtasında da sürdürüldüğünü göstermektedir. Nitekim Doğu kelimesi kendi başına bir anlam ifade ederken Avrupa’nın Doğu’su diye nitelenen bölgelerin de bu Doğu teriminin yarattığı olumsuz bakış açısını üzerinde taşıdıklarını düşünmekteyiz.

[2] Nitekim günümüzde de ABD veya Avrupalı devletlerin kendilerini insan hakları ve demokrasinin savunucusu olarak görmeleri şaşırtıcı olmasa gerek.

[3] Nitekim Avrupalı Hıristiyanların bir kısmının da Türkiye’nin Hıristiyan olmadığını sürekli vurgulaması bu bağlamda dikkate değerdir.

[4] Jeopolitik teorilerin büyük bir kısmında Avrumerkezciliğin söylemsel kurgusu dikkat çekmektedir. Tüm bu söylemlerde doğu, güney veya geleneksel terimleri ile ifade edilen sınırları Batı’yı içerisine almaz. Avrupa ve ABD kökenli teorisyenlerin öne sürdüğü tüm yaklaşımlarda Dünya’nın Batı güçleri arasında taksimi ve Batı güçlerinin Doğulu toplumlar üzerindeki bariz gücü dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Oryantalist bakış açısı diğer bilim dallarında olduğu gibi, bu bilim dalında da etkisini oluşturmuştur.

Vergi Verenle Vermeyen

Bir zamanlar bir manken kızımız, “dağdaki çobanla benim oyum neden aynı?” demiş ve yer yerinden oynamıştı. Manken kız, bağlamı, “ben vergi veriyorum mesela, dağdaki çobanla aynı sayıda oy hakkına sahibim, bu adaletsizlik değil mi?” diye kurmuştu.

Bu ülkede, ben bildim bileli ekonomik türbülanslar olur. Her seferinde de toparlanmak için, “vergiyi nasıl daha fazla alırız, nasıl daha çok vergi toplarız” sorusunun formülü aranır. En çok kullanılan replik, “vergide adaletin sağlanması”, hep akla gelen de, (sağ-sol iktidar farketmez) “çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi almak” formülüdür. Bu da çözüm olmazsa, 1994 yılında Tansu Çiller hükümetinin yaptığı gibi ve bugün de Tayyip Erdoğan hükümetinin düşündüğü gibi “vergi yüzsüzleri”ni ifşa etme fikri akla gelir.

“Çok kazanandan çok, az kazanandan az” formülü yalın düşünüldüğünde zararsızmış gibi görünüyor. Tabiidir ki, “çok vergiyi az kazancı olan değil, çok kazancı olan ödemelidir” denebilir. Ama işin aslı başka. Bu ülkede, bizim insanımız nezdinde, hükümeti bugüne kadar idare edenlerce “çok kazanan” tamlamasından, halkı çok sömüren, onların cebindeki parayı kendi cebine geçiren, vatandaşı soyup kendi cüzdanını şişiren kişi anlaşıldığından, o kişinin hesabındaki paradan daha çoğunu, daha çok kazandıkça daha da çoğunu, kamu yararı için almak adaletli gibi görünüyor.

Öncelikle buradaki “kazanma” tabirini değiştirmek lazım. “Kazanma”, iki kişi, iki takım, kurum, şirket arasındaki rekabetçi mücadelede, diğerinin kazanabileceği bir şeyi kendi hesabına eklemeyi başaran anlamına geliyor. Örneğin, maçı kazanmak, savaşı kazanmak, yarışı kazanmak, ihale kazanmak, kumarda kazanmak gibi. “Para kazanmak” deyimi de sadece kumar faaliyeti sonucu parayı kendi cebine aktarma fiilinde kullanılabilir. Bahse konu faaliyette ise, “para kazanma” yerine “para üretme”, “katma değer üretme” tamlamaları kullanılması gerekir.

Eğer tabiri böyle kullanırsak, hükümetlerin uygulamak için can attıkları formül şu hale geliyor: “Az para üretenden az, çok para üretenden çok vergi alınacak”. Formül böyle kurgulanınca da ortaya başka bir sorun çıkıyor. Bir insan çok para ürettiği için cezalandırılabilir mi? Bunun tersi, “çok vergi vermek istemiyorsan çok değil az para (katma değer) üret” demektir. Bu da şu sonucu doğurur; Türkiye’nin GSMH’si günden güne küçülür. Çünkü bu ülkede çok para (katma değer) üretmek cezalandırılmaktadır.

Demokrasinin asıl esprisi, yasal yaşa gelmiş her bireyin eşit ve tek oy hakkına sahip olmasıdır. Çok vergi verenle hiç vergi vermeyen oylama faaliyetinde eşittir. Bu durum da manken kızımız gibi birçok insanın kafasına bir haksızlık olduğu fikrini yerleştirmektedir. Bu açıdan bakılırsa haksız da değiller. Hatta haklılar.

Anayasa “Madde 73 – Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.” diyor. İlk virgüle kadar olan kısmını dikkate alırsak, verginin, kamu giderlerini karşılamak için verilmesini öngörüyor. Kamu giderlerinden, bu ülkede yaşayan her bir birey eşit şekilde faydalandığına göre, vergi neden (maddenin virgülden sonraki kısmına göre) mali gücüne göre verilmek zorunda oluyor. Yani, askerin, polisin, öğretmenin, yargının vb. verdiği hizmetten, (bu sene için) Selçuk Bayraktar dağdaki çobandan daha fazla faydalanmıyor ki. Aksine, devletin sosyalliğinden hareketle, dağdaki çoban, vergi rekortmeninden, kamu giderinden daha fazla pay alıyor. Yani eşit hizmetin maliyetine eşit katılım değil, adaletsiz (zalimane) katılım zorlanıyor.

Daha çok vergi veren için demokrasinin yıllar içinde yerleşmiş, kemikleşmiş “eşit oy” kuralını değiştiremeyeceğimize göre, kamu hizmetlerinin giderlerine eşit katlanma formülünü geliştirebiliriz. Yani, kamu giderleri ne kadarsa, bütçede ne kadar öngörüldüyse, ülkenin nüfusuna veya belirli yaş aralığındaki nüfusa, ya da çalışabilecek (çocuklar, engelliler, yaşlılar hariç tutularak) her bir bireyin üzerine, aylık “şu kadar lira”, “kamu hizmetinden faydalanma faturasını ödeme zorunluluğu” getirilebilir. O vergiyi ödemedikçe de hiçbir işi görülmez. Örneğin alım satım yapamaz, bankadan para gönderemez gibi. Böylece, ülkenin tüm bireyleri, ülkenin tüm masraflarına eşit miktarda katıldığı gibi, aynı apartman-site aidatlarında olduğu gibi, hükümetlerin israfından doğacak vergi artışları hemen fark edilip, savurganlığa çok çabuk itiraz edilebilecektir. En azından hükümetin aşırı israf yaptığının cezası bir dahaki seçimde verilecektir. Yoksa bugünkü gibi, maliyetlerin, nüfusun küçük bir kesimi tarafından karşılanması devam ettiği müddetçe, oy sayısının çoğunu ihtiva eden seçmen ne olduğunun farkına varmayacak, belki de vergiyi kendinden değil de diğerinden alan hükümet ödüllendirilecektir.

Eşit verginin dışında, bireylerin ürettiği paradan devletin daha çok pay alması, tüketim vergisiyle karşılanmalıdır. Çok para üreten kişi o paranın turşusunu kurmayacağına, yani harcayacağına göre zaten ondan da daha çok (tükettiği için) vergi alınacaktır. Hem de kimsenin kalbi kırılmadan, hoşnutsuzluk yaratmadan. Tüketmek yerine yatırım yapıyorsa yine vergi vermeyecektir. Devletin günlük zaruri giderleri her bir bireyden eşit toplanan vergiden karşılanmalı, büyük yatırım giderlerinin finansmanı da tüketim vergisinden toplanan paradan sağlanmalıdır.

Şayet bugünkü gibi, çok para üretenden çok, az para üretenden az vergi alınacaksa adaleti oy vermede sağlamak adaletli olanıdır. Bu olmayacaksa, her birey eşit oy verecekse, kamu giderlerine katılmada adalet (eşitlik) sağlanmalıdır.

 

Narin’e Ağladılar, Kendi Cinayetlerine Ağlamak Daha Nasip Olmadı!

Diyarbakır’da 21 Ağustos’ta ‘kaybolan’ sekiz yaşındaki Narin Güran’in cinayeti bütün ülkenin gündeminde ve kamuoyu büyük bir hassasiyetle takip etmektedir. Türkiye medyasının son zamanlarda gösterdiği en kıymetli çaba, bu cinayeti gündemlerinde tutması olsa gerek. Cinayet konusunda söylenebilecek en kıymetli sözü Narin’in cenaze töreninde il müftüsü ifade etti. “Bugün burada musallada yatan bizim vicdanımızdır, insanlığımızdır. Cenabı Hak bizi vicdan sahibi insanlardan eylesin.

Vicdan sahibi insanlardan olmak…

Başka çocukların ölümünde gösterilemeyen tepkiye bakıldığında Narin’e ağlayan her insanın vicdan sahibi olduğunu ifade etmek gerçekten zor. Türkiye’de öyle bir kesim var ki çocuğun failine göre tepkileri değişmektedir. Bu tutarsızlık Narin’in cinayetinde apaçık ortaya çıktı. Bu tutumu tutarsızlığı da aşan bir ahlâksızlık olarak tanımlamak mümkün.

Kimse kusura bakmasın.

Narin için vicdan ve merhamet dolu mesajlar veren bir kesim var ki insan gerçekten hayret ediyor. Burada rahatsız edici olan her çocuk için aynı duyarlılığın gösterilmemesi değildir; ellerinde çocuk kanı olmasındandır. Kendilerinin öldürdüğü, ölüme gönderdiği, silahlı kamplarına aldıkları, ellerine silah verdikleri çocuklara ağlamayanların Narin’e ağlaması, onun için insanların vicdanına seslenmesi tuhaf bir durumdur. En basit tabiri ile “hadi oradan” dedirtecek bir tutumdur.

Mecliste grubu bulunan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş, Narin cinayetini vahşice bulmakta ve faillerin adalet önünde hesap vermesi için mücadele edeceklerini belirtmektedir. Eski HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş verdiği mesajda erdemden vicdandan bahsederek Narin’den af dilemektedir. DEM Partisi cinayeti takip etmek üzere yürüyüş düzenlemektedir. İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu gibi birçok sivil toplum kuruluşu Narin için adalet çağrısı yapmaktadır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bütün bu çaba elbette takdir edilmelidir; bununla beraber özellikle failinin sol yapılar olduğu cinayetlerde kurban olan çocuklar da sorulmalıdır.

Türkiye’de şiddetle doğrudan veya dolaylı ilişkili sol yapıların Narin için çeşitli mesajlar vermesi, yürüyüşler yapması, gündemlerine alması bir takım soruları akıllara getirmektedir:

  • Narin çocuk olduğu için mi bu hassasiyet gösterilmektedir?

Eğer öyleyse başta KCK/PKK olmak üzere silahlı yapılanmaların doğrudan öldürdüğü, eline silah verip çatışmalara gönderdiği çocuklar için de aynı hassasiyetin gösterilmesi gerekmez mi? Google’dan yapılacak basit bir aramada veya uluslararası raporlara bakıldığında çocuk yaşta birçok insanın KCK tarafından silahlandırıldığı görülecektir. Doğrudan KCK saldırılarında öldürülen birçok çocuk haberi bulunmakla birlikle, KCK’nın “kahraman” olarak ilan ettiği hayatını kayıp eden çocuk görüntüleri de bulunmaktadır. Dahası KCK’ye yakınlığından rahatsız olmayan, kendilerini bu yapılanmanın içinde gören DEM Parti’sinin Diyarbakır il binası önünde çocukları için nöbet tutan ailelerin direnişi 6. yılını doldurmaktadır. Diğer taraftan Aytekin Yılmaz’ın Onlar Daha Çocuktu isimli kitabı sol örgütler tarafından öldürülen birçok insanın, yani çocuk cinayetlerini konu edinmektedir. Narin çocuk olduğu için bir hassasiyet gösteriliyorsa bu şekilde ölen, öldürülen çocuklar da aynı hassasiyeti hak etmiyor mu?

  • Narin’in ölümünde siyasî bir gerekçe olmamasından dolayı mı bu hassasiyet gösterilmektedir?

Eğer öyleyse bunların vicdanî karar organları bir çocuğun ölüm gerekçesinin siyasî ya da adlî olmasına göre nasıl hareket etmektedir? Bir çocuğun “devrimci şiddet” içinde öldürülmesiyle herhangi bir adli sebeple öldürülmesi arasında bir fark yoktur. Ölen her halükârda fiziksel, zihinsel gibi birçok açıdan yeterliliği bulunmayan bir çocuktur. Cenevre Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler çocukların silahaltına alınmaması ve çocukların böylesi bir kötülük karşısında korunması sorumluluğundan bahsetmektedir. Narin için bugünlerde vicdani mesajlar veren söz konusu solcu yapılara bakıldığında kendilerine yakın gruplar tarafından ölen, öldürülen, ölüme gönderilen çocuklar için kamuoyuna yansıyan herhangi bir duyarlılıkları ve hassasiyetleri bulunmamaktadır. Aksine böylesi çocuk ölümlerinde ya büyük bir sessizlik ya da eleştirenleri itibarsızlaştırmaya girişmektedirler. Narin için bugünlerde en yüksek perdeden ifade edilen insanlık, adalet, merhamet çağrılarını bu çocuklar da hak ediyor. Oysaki onlara yakın medya organlarında, temsilcilerinde, aydınlarında ve saire böylesi bir gündem bulunmadı.

  • Narin’e gösterilen hassasiyet kolay; elinde silah bulunan örgütlere seslenmek zor mudur?

Eğer öyleyse devrimciliklerinin sorgulanması gerekmektedir. İçinde bulundukları silahlı yapılanmaların sebep olduğu çocuk ölümlerine karşı hassasiyet göstermekten kaçınılıyor, bundan korkuluyorsa, kendilerinin sebep oldukları çocuk ölümleriyle yüzleşemiyorlarsa, o zaman büyük değişim ve dönüşümleri nasıl yapacaklar. Kavramsal olarak kendi gerçekleriyle yüzleşemeyen devrimci kimliğin yeniden tanımlanması gerekir. Kendi mahallesinin cinayetlerine ses çıkaramayan bir yapılanmanın adil, barışçıl, masum bir gelecek vaat etmesi mümkün olmayacaktır.

Sonuç olarak hangi gerekçeyle olursa olsun Narin’e ağlayan, duyarlılık çağrısı yapan, büyük konuşmalar yapan söz konusu solcular kendi mahallerinde ölen, öldürülen çocuklar karşısında sessizler. Bu çocukları gündemlerine almaktan kaçınıyorlar. Bu tutarsızlık ve samimiyetsizliğin vicdan açısından kayıt edilmesi gerekiyor. Kendilerinin doğrudan ya da dolaylı olarak faili olduğu herhangi bir çocuğun Narin’den farkı yoktur. Bütün bu ve bunlara yakın yapılanmaların gösterdiği hassasiyeti başka çocuklar da hak ediyor. Demirtaş sadece Narin için af dilememeli; KCK/PKK’nın sebep olduğu bütün çocuklardan af dilemelidir. Ya da Erkan Baş sadece Narin için değil; eline silah verilen ölüme gönderilen ya da sol yapılar tarafından cezaevlerinde infaz edilen bütün çocuklar için mücadele edebilmelidir. Çocuk cinayetleri arasında bir tercihte bulunan kimselerin topluma, başkasına verebileceği ahlâkî bir mesaj olamaz. Bunlardan alınabilecek bir insanlık dersi bulunamaz.

Bir Yemin Ettik ki…

Kara Harp Okulu 2024 mezuniyet töreninde yaşanan korsan, paralel, alternatif yemin hadisesi, 8 gün sessizliğini koruyan Cumhurbaşkanı’nın hatırlatmasıyla yeniden alevlendi. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın konuyu ÖNDER isimli İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği toplantısında açıklaması ve olayı sadece kılıç çekme fiiline indirgemesi, tartışmanın hem yönünü değiştirdi hem de seviyesini düşürdü.

Düşürdü, çünkü vahim olan kısım sadece kılıç çekilmesi değildi. Kılıç çekilmeseydi konu kapanacak mıydı? Kapatılmalı mıydı? Olayı sadece “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganına çekenler nasıl saptırıyorlarsa, kılıç çekme hareketine indirgemek de bir saptırmadır.

980 Kara Harp Okulu Mezunu teğmenin 350’sinin, tören bittikten (törende yemin edildikten, belki de hep birlikte kılıç çektikten) sonra bir köşeye ayrılıp, demokrasilerdeki yürütme erkinin 2016 yılında kaldırdığı, artık askeri törenlerde ettirilmesini yasakladığı bir yemini etmesi, öyle nüanslara bölünecek bir nümayiş değildir.

Yeminin tarihçesini, Yıldıray Oğur’un Serbestiyet’te yazdığı ve Müyesser Yıldız’dan alıntıladığı bilgiden öğreniyoruz. Olay çıkaran yeminin Harp Okulu mezuniyet müfredatına girişi 1995-96 yılı mezuniyet töreni. O törende, birinci olan teğmen, alay komutanına, konuşmasının sonunda okumak istediği metni gösteriyor. Alay komutanı da Kara Harp Okulu komutanına (Yaşar Büyükanıt) gösteriyor. Okul komutanı, çok hoşuna gittiği için okunmasına onay veriyor. Törende bu metni dinleyen Genelkurmay heyeti de, bundan böyle bütün harp okulu mezuniyet törenlerinde bu metnin okunması talimatını veriyor ve 5000 yıllık TSK tarihine bir bid’at sokulmuş oluyor.

Olayın başladığı tarihe dikkat edersek, Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin hemen hemen tek söz sahibi olduğu yıllara rastlıyor. Demokrasilerde, emrinde olunması gereken yürütme erkinin onayına dahi sunmadan, kendi kendilerine, istedikleri metni, yürütme erkinin kulaklarının içine okudukları yıllardan, Başbakanları’na omuz attıkları ve bununla övündükleri, hatta hakaret ve küfür ettikleri yıllardan bahsediyoruz.

Demokrasilerde 3 ayrı kuvvet vardır ve ülke sadece bu 3 kuvvetin aldığı kararlarla yönetilir. Bunlardan birincisi “yasama” erkidir ve tüm ülkenin (önce kendinin, sonra yürütmenin, sonra yargının ve tüm halkın) uyacağı kanunları yapar. İkinci erk olan yürütme, keyfiyete başvur(a)madan, yasamanın çizdiği sınırlar içinde icra faaliyetini yerine getirir. Üçüncü erk olan yargı da, hem yasamanın hem de yürütmenin ve tabii kendisinin de hukuk dışına çıkıp çıkmadığını denetler. Dikkat edersek, demokrasilerdeki bu kuvvetler arasında Silahlı Kuvvetlerin ismi yok. Bu demektir ki, demokrasilerde Silahlı Kuvvetler, yasamanın çizdiği sınırlar içinde, yürütmenin emrinde faaliyet gösterir. Bu kuralların dışına çıktıkları anda, çıkanlar hukuki olarak cezasını çeker.

Tabii, bizim ülkemiz son paragrafta yazılanlara halâ yabancı. Çünkü, yemin metninin müfredata girdiği yıllarda ülkedeki tek kuvvet, erk, güç, iktidar Silahlı Kuvvetler olduğu için, bu yeminin, 2016 yılında, emrinde olduğu (olması gereken) erk tarafından kaldırıldığı bilinmiyor veya bilinse de kabul edil(e)miyor.

TSK İç Hizmet Kanunu’nun eski 35. Maddesinde yer alan “Silahlı kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” hükmünün askere, canının sıkıldığı her halde, seçilmiş sivil hükümete darbe yapma, muhtıra verme yetkisi verdiği düşünülen bir dönemde, sivil otoriteden izin alınmadan mezuniyet törenine sokuşturulmuş bu metin, 2016 yılında, kendilerinin amiri konumunda olan yürütme erki tarafından okunması yasaklanmıştır. Bu emir, yasak kesindir ve her asker bu emre, yasağa uymak zorundadır. O tarihten, bu yıl yapılan mezuniyet törenine kadar da kimsenin aklına, amirine, bu yemini ederek başkaldırma gelmemiş ve metnin okunması düşünülmemiştir.

Bu olay, “ne var canım bunda büyütülecek”, “çocuklar sevinçten kılıç çekmişler de ne olmuş”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demek suç mu?” diye basitçe geçiştirilecek bir konu değildir. En azından, bağlı oldukları yürütme erkinin aldığı bir yasak kararına isyandır. Yürütmenin başındaki kişi, bu isyana karşı hiddetlenmeli ama soğukkanlılıkla kararını almalıdır.

Bu yemin 5 bin yıllık geçmişi olan ordunun bidayetinde olmadığına göre, sonradan (hem de yetki gasp edilerek) sokulduğuna göre, asıl yetkinin sahibi tarafından kaldırılabilir de. Zaten baştan tören programına sokuşturulması demokratik olarak yanlış olan bir şeyin varlığı yanlıştır, kaldırılması doğru olmuştur.

Yemini beğendiğini ve okunmasını söyleyen Yaşar Büyükanıt da, bundan sonra bütün mezuniyet törenlerinde okunması emrini veren Genelkurmay karargahındaki subaylar da, mezun olduklarında bu yemini etmeden subaylığa adım attılar. Şayet bu yemin olmazsa olmaz gibi görülüyorsa, 1996’dan önceki tüm subayların subaylıkları yeminsiz başlamış demektir.

Ayrıca, sadece mezuniyet coşkusu açısından bakılacak olursa, coşkuya katılmayan 700 civarı teğmenin, subay olmanın yeminini etmeden TSK’ya gönülsüz katıldığını mı düşüneceğiz?

Metnin içeriği ise ayrıca irdelenmesi gereken bir konu. Cumhuriyetin “laik, demokratik” olması ve ona yönelecek saldırıya karşı “karşılarına geçmek” ve bunun için “kılıçları sürekli keskin tutmak” askerin görevleri arasında değildir. Çünkü bir devletin “laik, demokratik” olması, subayın ilgi sahası dışındadır ve ülkenin yargısını ilgilendirir. Ülkenin “laik ve demokratik” özelliği kurucu irade tarafından yasalara konmuş, sonradan da değiştirilmemiş. Yürütme, bu özelliğin muhafazasından, buna kastedenler için ise, yurt içi kolluğunun (polisin) takibiyle yakalanıp, yargı kuvvetine teslim edilmesinden görevli kılınmıştır. Yargı da, yasalar çerçevesinde bu kasıt içindekilere gereken yaptırımları uygulatacaktır. Bu süreçte Silahlı Kuvvetlerin hiçbir rolü yoktur. Silahlı Kuvvetlerin görevi, dikkati ve silahı sadece sınırlarımızın dışına dönük, Misak-ı Milli sınırları içine sızmaya çalışacak müstevlilerin karşısında durup, Türkiye Cumhuriyeti topraklarını ve halkını korumaktır. Bu yeminin, amirlerinin yasak kararına rağmen tekrar okunması, sivil iradeye, yürütme erkine karşı bir isyandır. Olaya sadece bu gözle bakmak, demokrat olmanın bir gereğidir ve gereğinin yapılması demokrasinin gereğidir. Konu ne sadece “kılıç çekme” ne de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atmadır. Olay, 1960’lar, 1971’ler, 1980’ler, 1997’ler, 2007’ler, 2016’lara dönme niyetidir.

Belki genç teğmenler, ilerisini düşünmeden (hiç ihtimal vermiyorum) bunu yapmış olabilirler. Ama bundan sonra bu tür disiplinsizliklerin önünün açılmaması için, alternatif, paralel, korsan yemin eden bütün teğmenlerin orduyla ilişiği kesilmelidir. İktidar bu konuda hem geç kalmış hem de gevşek davranmıştır.