Ana Sayfa Blog Sayfa 429

Balyoz’a neden inanmıyorlar?

Bakmayın siz şimdi dengeler değiştiği için darbeyi açıktan savunamadıklarına.

En son 27 Nisan akşamı gördük ki, “e canım olacağı buydu”, “AKP de çok yanlış yapmıştı” korosuyla eski günlere dönmeye her an hazır bir medya var.

 

Türkiye’de hep böyle olmuştur. Devletçi sermaye, ordu ve medya birlikte çalışmıştır.

 

Oligarşi medyası, şimdiye kadarki bütün darbe ve muhtıra süreçlerinde ortamı hazırlama ve sonrasında meşrulaştırma görevini başarıyla yürütmüştür.

 

Bugün hava müsait olmadığı için, kestirmeden darbeyi değil, darbe sanıklarını savunuyor. Ve ortalama zeka sahibi herkesin fark edeceği gibi, bunu yaparken motivasyonları “adil yargılanma hakkı” falan değil. Tıpkı bugüne kadar hiç olmadığı gibi; tıpkı bugün de başka davalarda olmadığı gibi.

 

**

 

Hakkını verelim, uzun bir yayıncılık ve propaganda tecrübesine sahip oligarşi medyası, okuyucuyu yönlendirme konusunda karşısındaki medyadan çok daha başarılı. Mesajı dolaylı anlatımla, alt metinlerle vermeyi iyi biliyor.

Ama her zaman böyle olmayabiliyor bu. Özellikle kritik anlarda, söz konusu medyanın bazı kalemleri, adeta refleksif biçimde, başka bir ruh haline bürünüyorlar.

Tıpkı heyecanlanınca anadiline veya şivesine dönen insanlar gibi, onlar da normal zamanlarda başarıyla konuştukları demokrasi dilini bir yana atıp, çok daha kitabın ortasından biçimde, oligarşinin ve militarizmin diliyle konuşmaya başlıyorlar.

Ve bu çok iyi oluyor.

**

İnsan hakları savunucularına sıkça yapılan bir uyarı vardır. Haklı bir uyarıdır bu. “Haklarını savunduğunuz mağdurlarla özdeşleşmeyin” denir.

Galiba aynı uyarıyı bugün oligarşi medyasına ve partisine de yapmak gerek.

“Tamam, Ergenekon, Zirve ve Balyoz’da, bu davaları itibarsızlaştırmak için elinizden geleni yaptınız. Tamam, darbe sanıklarını savunmak için elinizden geleni yapıyorsunuz. Ama abartmayın, komik oluyorsunuz” demek gerek.

Balyoz Davasındaki tutumlarına bir bakın. Köprülerin altından ne sular akmış, onlar hala ilk günkü sanık avukatı diliyle “her şey yalan” demeye getiriyorlar.

Sahte olduğunu ileri sürdükleri belgeler üzerinden, davadaki bütün bilgi, belge, ifade ve delilleri mahkum etmeye çalışıyorlar, delillerin tartışma konusu olmayan bölümünden veya Çetin Doğan hakkındaki AİHM kararından hiç söz etmiyorlar.

Oysa onlar “yapılan seminerdi” derken, dönemin genelkurmay başkanı “amacını aştı” diyor. Onlar “darbe planlandığı yalan” derken, Aytaç Yalman “darbeyi asıl ben engelledim” diyor.

Türkiye’deki yanlış kurumsal dayanışma kültürüne rağmen Hilmi Özkök herkesin anlayabileceği kadar açık bir dille sanıklar aleyhine tanıklık yapıyor, ama o gazetecilerden biri, göz göre göre “aslında öyle demek istemedi” diyor. Çünkü Özkök’ün kendisiyle polemiğe girmeyeceğini, olsa olsa dolaylı olarak tekzip edeceğini biliyor.

**

Ben oligarşi medyasının darbe sanıklarından yana durmasını anlayabiliyorum.

 

Bu yüzden de “Salonda ‘baba’ ve hıçkırık sesleri” (Vatan) türü ifadelerle sanık yakınlarının acısını sömürmeleri veya “Bu savunmaya rağmen 16 yıl” (Hürriyet) türünden, mahkemenin kararını sanık avukatlarının diliyle “haber”leştirmeleri beni şaşırtmıyor.

 

Ama bunun bile bir düzeyi olur.

 

Balyoz Kararının açıklandığı günün akşamı CNN Türk’te Orhan Kemal Cengiz’le tartışan Ezgi Başaran’ın halini hatırlıyorum.

“Plan seminerini bence asker kendi içinde yargılamalıydı” diyor. Bunu söylerken şaka yapmıyor.

İzleyiciyi unutmuş, adeta bir münazarada gibi, o an aklına gelenlerle, tartıştığı kişiyi sıkıştırmaya çalışıyor. Öyle ki, tartışmanın bir yerinde, Orhan Kemal’in argümanını “yanlış anlayıp” kendi tezini desteklemek için manipüle ediyor. O da nezaketinden “benim söylediğimi çarpıttın” yerine “benim söylediğimi aşırı yorumladın” diyor.

Ne diyor aynı gazeteci Balyoz ile ilgili yazısında?

“Bir karar verilmişti. Uygulanacaktı. Çetin Doğan ve yakın silah arkadaşlarından Ankara’nın davetlerinde ‘İrtica geliyor’ diye ileri geri konuşmanın, 28 Şubat dönemindeki girişimlerinin ve tabii görüş ve düşüncelerinin rövanşı alınacaktı.”

Yani ne kedi girmiş, ne zarar etmiş! Yazısından öğreniyoruz ki Çetin Doğan da bir fikir suçlusuymuş. Onu yargılayanlar da “rövanşist” ve dahası bundan zevk alıyorlar. Öyle ki bunu sadece ordunun geri kalan muvazzaflarına ders olsun diye değil, “rövanş almanın zevki için” de yapıyorlar.

Roni Margulies harika yakalamış. Gerçekten Ertuğrul Özkök gurur duyabilir onunla. Ama onun sofistikasyonundan uzak, ürkütücü bir nefret bu ve sahiden sağlıklı bir bakış değil.

Ama bunun ortaya dökülmesi çok iyi.

Özellikle onun gibileri söylemlerine bakıp demokrat sanan okuyucular için.

**

 

Oligarşi medyası, Ergenekon Davası’nda ne yaptıysa, Malatya Davasında JİTEM’in üstünü nasıl örtmeye çalıştıysa, Balyoz’da da “davadaki çelişkiler”e “zoom”luyor.

 

Böylece o davaların özünü gözden kaçırmaya çalışıyor.

 

Aynı durum oligarşinin partisi için de geçerli. O da darbe sanıklarına kategorik destek veriyor, mahkemeyi, bütün bir yargı sürecini ve suçlamaları peşinen, onlar adına ret ediyor. Askerler bile her şeyi toptan reddetmezken, CHP adeta “hayır, siz yapmış olamazsınız” diyor.

 

Çok muhtemeldir ki, derin davalardaki sanıkların darbeye teşebbüs ettiğine inanmadığı için değil, tersine, inandığı için savunuyor onları.

 

Avrupa’da sürekli bu davaları eleştiriyor; Brüksel’e bu yönde “bilgi notları” gönderiyor.

 

“Yeni CHP”nin mümkün olabileceğine umut bağlayanlara duyurulur.

 

**

 

Elbette onların motivasyonu veya çifte standardı bizim için ölçü olmamalı.

Ergenekon, Zirve, Balyoz ve diğerleri…

Ben bu davaları özü bakımından son derece ciddi ve önemli buluyorum.

Bu davaları yakından izleyen, görüşlerine değer verdiğim tek bir insan hakları hukukçusunun da bugüne kadar bu davalara esastan karşı olduğuna rastlamadım. Bu davalarda hiçbir sorun yoktur diyene de. Hiç kuşkusuz Türkiye’deki diğer davalar gibi bu davalar da bir takım sorunlar içeriyor.

Bu davaların önemini kabul etmek, onların sekteye uğramasına karşı durmak, sanıklara ilişkin kanaatlerimiz ne olursa olsun, adil yargılanma hakkını onlar için de savunabilmek ve bu davaların hukuka uygun biçimde sürmesi için onları her an, milyonlarca gözle izlemek gerek.

Çünkü bunlar sadece Türkiye demokrasisi için kader davaları değil, aynı zamanda hepimiz için hayat memat meselesi.

Benzetme yapmıyorum, birileri İstanbul’un üstüne çökmekten bahsediyor, yani kelimenin gerçek anlamıyla hayat memat meselesi!..

Star, 27.09.2012

İyi hal indirimi

Elbette esasa ilişkin bir konu değil ama Balyoz kararı ardından gündeme gelen tartışmalardan biri de mahkeme heyetinin cezayı 1/6 oranında indiren “iyi hal” indirimini sanıkların büyük çoğunluğu için neden kullanmadığı konusu oldu.

Bilindiği gibi bu indirimi uygulayıp uygulamamak mahkemenin takdirine bağlı bir mesele. Ancak heyet gerekçeli kararında neden uyguladığını ya da uygulamadığını gerekçeleriyle açıklamak zorunda.

Henüz gerekçeli karar yazılmamış olsa da bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. En yaygın olanı da avukatların duruşmayı engelleyen tutumunun sanıkları “yaktığı” yönünde.

(Oysa iyi hal indiriminin uygulanıp uygulanmamasında avukatın değil, sanığın davranışı esas alınıyor.) Başka bir görüşe göre ise sanıkların birçok defa mahkeme düzenini bozan davranışlarda bulunması, bir ağızdan marş söylemesi, heyete yönelik ağır ithamlarda bulunması nedeniyle iyi hal indiriminin uygulanmaması normal.
Ben bu yazıda, iyi hal indirimini düzenleyen TCK’nın 62’nci maddesine Balyoz davası açısından değil, genel olarak bakmak istiyorum.

62. madde ne diyor?

TCK’nın takdiri indirim nedenlerini düzenleyen 62. maddesine göre hakim “failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri” gibi hususları göz önünde bulundurarak verdiği cezayı 1/6 oranında indirme yetkisine sahip. Sanığın duruşma düzenini bozmaması, suçunu itiraf etmesi, ifadeleriyle mahkemeye yardımcı olması, giyimi kuşamı gibi etkenler “iyi halli” sayılmasını sağlayabiliyor. Aslında bu indirim, istisnai bazı haller dışında genel olarak (neredeyse otomatik olarak) uygulandığı için indirimin uygulanmaması ekstra bir ceza gibi algılanıyor. O yüzden de genellikle mahkemelerden gerekçeli kararlarında iyi hal indirimini neden uyguladıklarını değil, neden uygulamadıklarını izah etmeleri bekleniyor.

Teoride tartışmalı bir konu

Ne var ki, iyi hal indirimi maddesinin kendisi hem teoride hem de pratikte oldukça tartışmalı bir konu. Ben kendi payıma, bu maddenin baştan sakat olduğunu düşünüyorum. Zira mahkeme, suç olan fiili yargılamalıdır; sanığın mahkemedeki hal ve tavrını değil…

Sanık mahkemede heyete hakaret ederse ya da duruşmanın sağlıklı bir biçimde yapılmasını engelleyen davranışlarda bulunursa, bu fiiller zaten TCK’da karşılığı bulunan fiillerdir, mahkeme heyeti bu fiiller için ayrı davalar açılmasını isteyebilir.

Ama sanıktan saygı beklemek de neyin nesi oluyor?
Neden sanık mahkemeye saygılı olmak zorunda olsun?
Diyelim, dünya görüşü nedeniyle devletin bütün kurumlarına karşı olan bir anarşist neden karşısına çıkarıldığı mahkeme heyetine saygı göstermeye mecbur olsun? Bu onu kendi dünya görüşüne aykırı davranmaya zorlamak değil midir? Ya da mahkemeyi “sınıf düşmanı” olarak telakki eden bir komünist neden karşısına çıkarıldığı heyete saygı duysun?

Mahkeme sanığa saygı gösteriyor mu?

Aynı suçu işleyen iki sanıktan mahkemeye saygısız olan saygılı olandan daha fazla ceza alıyorsa, apaçık ki, iki ceza arasındaki fark, düşünceye verilen cezadır. Çünkü mahkemenin saygıyı hak etmediğini düşünmek bir fikirdir, ideolojik ya da siyasi görüşlerden kaynaklanan bir tutumdur ve fikir cezalandırılamaz, daha doğrusu cezalandırılmaması gerekir. Devletin, vatandaştan yargıya karşı zoraki saygı bekleme hakkı yoktur.

Mahkeme yargıçları karşılarına gelen sanığa ya da tanığa “sen” diye hitap ederek, boyuna azarlayarak saygısızlık ederken, vatandaşı o heyete karşı “iyi hal” göstermeye zorlamak, devletle vatandaş arasındaki ast-üst ilişkisinin tipik bir tezahüründen başka bir şey değil. Bu ast-üst ilişkisini düzeltmek, devleti vatandaş için varolan bir hizmet örgütü haline getirmek için 62. madde benzeri bütün maddelerin tek tek ayıklanması ve hukuk sistemimizden temizlenmesi gerekiyor.

Bugün, 26.09.2012

Demokratikleşme ve PKK (2)

Uslu’nun tezi kadar, tezini haklılaştırmak için öne sürdüğü örnekler ve argümanlar da sorunlu. Uslu, demokratikleşmenin PKK’yi güçlendirmesine kanıt olarak, “örgütün en güçlü olduğu yerin demokrasinin en yaygın olduğu Avrupa ülkeleri olmasını” gösteriyor. Uslu’ya göre PKK “algıları maniple eden güçlü bir network” a sahip ve bu network demokrasinin sunduğu avantajlarla PKK’nin büyümesini sağlıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğünün PKK’ye rahat hareket etme olanağı verdiği doğru; ama burada önemli olan PKK’nin propagandasını güçlü kılan etkenlerin varlığıdır. Uslu, bu noktayı atlıyor; Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi karnesinin kötü olduğunu ve PKK’nin sürekli bu konuda çalışarak etkinlik sağladığını gözardı ediyor. Kendini Kürtlerin haklarının temsilcisi olarak sunmaya gayret eden PKK, bu konuda en büyük yardımı, devletin hak ihlallerinden ve Kürtlerin haklarını tanımamakta direnen tutumundan alıyor. Aksi bir durum sözkonusu olsaydı, PKK’nin tabanını genişletmesi ve propagandasının kabul görmesi zorlaşırdı.

İspanya ve ETA

Uslu, ETA’nın etkinliğinin demokrasiyle kırıldığı iddiasının da yanlış olduğunu söylüyor. Ona göre ETA’yı çökerten üç unsur var: 1992’de Fransa’da ETA’nın lider kadrosunun yakalanması, 11 Eylül süreci ve Hâkim Garzon’un 1998’de ETA’ya karşı başlattığı geniş kapsamlı operasyon. Belirtilenlerin ETA’yı olumsuz etkilediği muhakkak; ama ETA’nın zayıflamasını tamamen güvenlik operasyonlarıyla irtibatlı göstermek yanlış. Uslu, 1978 Anayasası’nın ve 1988 Paktı’nın sağladığı demokratik ortamın ETA’nın üzerindeki bozucu etkiyi görmezden geliyor. Bağımsızlık dâhil her türlü talebin rahatlıkla dile getirilebildiği ve örgütlenebildiği bir demokratik vasat, ETA’nın tabanında siyasetle yol alınabileceği düşüncesini güçlendirdi ve şiddette ısrar eden ETA’nın tabanında aşınmaya neden oldu. ETA’yı kan kaybına uğratan asıl faktör buydu, yoksa operasyonlar değil. Özipek’in de belirttiği gibi, “Franco döneminde polis operasyonlarının âlâsı yapıldı, ama bu operasyonların etkili sonuç doğurması demokrasi döneminde oldu. Demokratikleşme süreci, İspanya içinde ve dışında, Bask sorunu nedeniyle kan dökmenin kötülüğünü çok net biçimde görünür kıldı.”

Yeni Talepler / Talep Üretimi

Uslu, PKK’nin sürekli yeni argümanlar ürettiğini, bu argümanları Kürt toplumuna dikte ettirdiğini, bu nedenle PKK’nin elinden argümanları almakla PKK’yi zayıflamayı düşünenlerin yanıldığını söylüyor:

“Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argüman yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabii ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli.”

Yani Uslu, PKK’nin taleplerinin bitmeyeceğini, her bir talep karşılandığında PKK’nin yeni bir talep geliştireceğini ve dolayısıyla bunun sonunun gelmeyeceğini belirtiyor.

Uslu’nun bu yaklaşımına üç açıdan itiraz edilebilir: Birincisi, diğer dünya örneklerinden görülebileceği üzere, her örgüt değişen koşullara bağlı olarak politikasını ve istemlerini revize edebilir. Bazen radikal talepler öne çıkar, bazen talepler makul seviyeye çekilir. PKK’de olan budur. Kuruluş dönemlerinde gidildiğinde — bırakın OHAL’i veya anadilde eğitimi— PKK tamamen ayrılıkçı bir hareketti. PKK“bağımsız, birleşik, milli ve sosyalist bir Kürdistan” şiarını benimsemişti ve Türkiye ile birlikte yaşamayı ihanet olarak değerlendiriyordu. Mesela 1978 Program Taslağı’nda PKK’nin ana görevlerinden biri, devletle uzlaşmayı içerecek bir çözümün kesinlikle reddedilmesiydi:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgeci boyunduruğunu parçalamayı hedeflemeyen, bölgesel özerklik, otonomi, vs. gibi özünde sömürgecilikle uzlaşmayı getiren teslimiyetçi anlayışları teşhir etme; bunlara karşı kararlı bir mücadele vermek.” (İmset, s.56)

Ama 1990’lardan sonra bu söylemini değiştirdi; Türkiye’den ayrılma gibi bir niyet taşımadığını, demokratik bir Türkiye’de birlikte yaşamaya taraftar olduğunu dillendirmeye başladı. Daha önce ihanet olarak nitelediği “özerklik” ise PKK’nin benimsediği değere dönüştü. Bu açıdan bakıldığında PKK’deki değişimin azamiden asgariye giden bir çizgide seyrettiğini söylemek mümkün. Zamanla taleplerin değişmesi ve yeni durumlar karşısında yeni taleplerin üretilmesi normal; burada demokrasiden vazgeçmeyi gerektirecek bir durum yok. Bu talepleri demokratik tartışmaya açarsınız, talebin kalibresi de bu tartışmanın neticesinde ortaya çıkar.

İkincisi, Uslu, anadilde eğitime ilişkin bilgilerini gözden geçirmelidir. 80 öncesi PKK ve diğer Kürt siyasi hareketlerinin hepsi bağımsız Kürdistan’ı hedeflediklerinden, anadilde eğitim gibi bir konuyu sorun olarak görmüyorlardı. Bağımsız Kürdistan’da eğitim ve resmî dil elbette Kürtçe olacaktı. Bu dönemde Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe yayımlanan pek çok dergi vardı ve bu dergiler hatırı sayılır bir miktara ulaşmışlardı. 1990’dan sonra bağımsızlıkçı tezin terk edilmesi üzerine, anadilde eğitim talebi bütün Kürt siyasi hareketlerinin ortak talebine dönüştü. Sistemin dışında kalanlar bir yana sistem içinde kurulan Kürt siyasi partileri de her zaman anadilde eğitimi savunmuşlardı. HEP, daha 1992 yılında yaptığı kısmî anayasa değişikliği önerisinde anadilde eğitimi yasaklayan 42. Madde’nin değiştirilmesini önermiş ve Türkçe dışında herhangi bir dilde eğitim yapılmamasının hem uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu, hem de ülkede sıkıntılara yol açacağını belirtmişti. Yani Uslu’nun sandığı gibi anadilde eğitim talebi yeni bir talep değil. (Kaldı ki yeni olsa ne olur? Daha kıvamına gelmemiş diye bu hakkı tanımadan imtina mı edilecek?)

Üçüncüsü, Uslu da gayet iyi bilir ki, etnik bir içerik taşıyan çatışmalarda, sorun uzadıkça, bazı tedbirlerin tedbir olma niteliğini kaybetmesi ve onların yerini başka taleplerin doldurması kaçınılmaz. 1990’larda Kürtçe tv devrim etkisi yaratabilirdi, fakat 2009’da doğuracağı etki sınırlı olur. Çünkü o sırada Kürtlerin zaten uyduda yayın yapan onlarca kanalı vardır. Siyasette hamlenin zamanlaması hayatidir; zamanında yapılacak demokratik bir hamle birçok sorunu çözmeye muktedirken, vakti geçirdikten sonra yapılacak bir hamleden umulan fayda elde edilmeyebilir.

Müzakereciler hikayeleri

Uslu, bugün hepimizin yüreğini karartan tablodan sürekli “müzakerecileri” sorumlu tutuyor. Bu garip bir görüş; çünkü son bir yıldır ortada müzakerenin lafı bile edilmiyor. Bunun yerine tam da Uslu’nun istediği tarzda bir politika sürdürülüyor. Oslo sürecini sona erdiren Silvan saldırısından sonra hükümetin önünde iki yol vardı: Ya bu demokratikleşmeyi derinleştirerek süreci bitirmeye yönelik saldırıyı absorbe edecekti, ya da güvenlik politikalarına yönelecekti. Hükümet ikincisini tercih etti. Gerek dağda gerek ovada operasyonlara hız verdi, müzakereleri durdurdu, Öcalan’la görüşmeleri kesti, basına ayar verdi, BDP’yi baskı altına aldı. Hükümetin bu politikasını alkışla karşılayanlar, ordu ve polisin hükümetin emrine girdiğini, şike savaşlarının bittiğini ve PKK’nin kışı çıkaramayacağını yazıyorlardı. Uslu, daha iddialıydı; PKK’nin baharda işinin biteceğini müjdeliyordu. Ama sonuç Uslu’nun beklediği gibi olmadı: PKK bitmedi, geçmişe oranla daha fazla eylem yapmaya başladı. Bu itibarla Uslu, “müzakereciler hikâyelerinden” önce kendi güvenlik efsanelerini bir eleştiri süzgecinden geçirmelidir.

KCK Operasyonları

Tartışmamızın bir yerinde söz KCK operasyonlarına geldiğinde Uslu, “KCK operasyonları yapılmasıydı, bugün halk ayaklanmasını konuşuyor olacaktık” dedi. Zannederim Uslu ile aramızdaki temel fark burada; o, Türkiye’yi bir arada tutan gücün polis operasyonları olduğunu düşünüyor, ben ise Kürt halkının sağduyusu olduğunu. KCK yapılanması ile KCK operasyonlarını farklı düzlemlerde değerlendirmek lazım. KCK, hem siyaset ile şiddet uygulayanları iç içe geçiren, hem de totaliter ve faşizan bir zihniyeti yansıtan bir yapı. KCK Sözleşmesi, tek adam kültüne dayanan, bireyleri her daim denetim altında tutan, hakka sahip olmayı ve hakkın kullanımını KCK ideolojisine bağlayan bir düşüncenin ifadesi. Benim gözümde, zamanın ruhuna ve Kürt sosyolojisine ters düşen bu zihniyetin kabul edilebilir bir tarafı yok.

KCK operasyonlarına gelince; elbette KCK içinde suç teşkil eden eylemleri yapanlar olabilir ve bunların yargılanması doğaldır. Ama KCK operasyonları, bu tür bir operasyon değildir. Siyasi hesapla girişilen bu operasyonda amaç, Kürt siyasi hareketini kamuoyunun gözünde bir suç örgütlenmesi hâline getirmek, toplumla ilişkisini koparmak ve marjinalleştirerek etkinliğini kırmaktır. Uslu, bu operasyonlar sayesinde halk ayaklanmasının önlendiğini, bu operasyonların daha etkin bir şekilde yapılması hâlinde PKK network’unun dağılacağını söylüyor.

Tam tersini düşünüyorum: Halk ayaklanmasını önleyen, KCK operasyonları değil, Kürtlerin böyle bir tavra ayaklanmaya yüz vermemeleridir. Eğer PKK’nin devrimci halk savaşı stratejisini Kürt halkı destekleseydi, KCK operasyonları bu halk ayaklanmasını durdurmaz, aksine hızlandırırdı. Binlerce insanı içeri atan, Kürtçenin sürekli hakarete uğradığı davalara sahne olan ve siyaseti zehirleyen bu operasyon, ayaklanmak isteyen bir halk için bulunmaz bir fırsat olurdu. Ama Kürtler, ayaklanma stratejisini benimsemedi; onları böyle bir tercihe götüren KCK operasyonlarından duydukları korku değil, demokratik siyasete duydukları inançtı. Kürtler, Türkiye’nin bir Saddam Irak’ı veya Esad Suriye’si olmadığını gayet iyi biliyorlar. Evet, Türkiye siyaseti bünyesinde birçok açmazı, eksiği gediği barındırıyor ama bunun yanında parlamentoda oluşturulan bir grup, kazanılmış yüz belediye, canlı bir sivil toplum hayatı ve aktif bir medya yapılanması da var. Demokratik alanda mücadele ile elde edilen birçok kazanım nedeniyle Kürtler ayaklanmaya tevessül etmiyorlar.

Bunun değerini iyi bilmek gerekir; çözüm Kürtlerin yüzlerini daha fazla siyasete dönmesini sağlamak için demokratikleşmeyi ilerletme ve halka güvenmededir, demokrasi korkusunda değil.

Taraf, 25.09.2012

Sahi, mücadele ne içindi?

Balyoz darbe davasının sonucu dramatik. 325 kişi darbeye teşebbüsten suçlu bulundu. Karar açıklanınca sanık yakınları üzüldü, yıkıldı.

 

Bu üzüntüleri paylaşmamak elde değil elbette insanî olarak. Ama, ‘ya başarılı olsalardı?’ sorusu da boş bir soru değil. Bunun cevabını aynı gün Balyoz belgelerini savcılığa teslim eden gazeteci Mehmet Baransu verdi: ‘Onlar ağlamasalardı bütün Türkiye ağlayacaktı!’ Yani sonuç çok daha dramatik olabilirdi.

Öyle anlaşılıyor ki mahkûm olan askerler çok şaşırdılar. Bunun nedeni yapmayı planladıkları işi, vazifeleri sanmaları olabilir. Mahkemede böyle bir savunma yapmadılar, ama keşke inandıklarını söyleselerdi. Askerî liseden itibaren vatanın kurtarıcısı, rejimin bekçisi olarak yetiştirildiklerini, siyasetçilere ve topluma güvenmediklerini, yönetme hakkının nihai olarak kendilerinde olduğuna inandıklarını, kendilerinden önceki büyüklerinin de ‘rejim tehlikeye düştüğünde’ darbeler yoluyla rejimi kurtardıklarını, kendilerinin de ‘görevleri’ni yapmaya çalıştıklarını… Böyle bir savunma yapsaydılar onlara ‘sistemin kurbanları’ gözüyle bakılırdı; sistem tartışılır, sistemin değiştirilmesi, askerî eğitimin demokratikleştirilmesi vs. istenirdi. Bu şekilde dava sadece darbe planları yapanların cezalandırıldıkları bir süreç olmaktan çıkar, ordunun kurumsal kültürünün yenilenmesinin, zihniyet dönüşümünün de başlangıcı olabilirdi.

Aksini yaptılar; belgeleri, delilleri inkar ettiler, ‘demokrat’ olduklarını, demokrasiye inandıklarını, sivil iktidara itaatkar olduklarını iddia ettiler. Böyle olunca da mahkeme üyeleri dahil pek kimse inanmadı onlara. Onca askerî darbe, muhtıra, andıç, ıslak belge, nutuk, tehdit hafızalarımızdayken bu masallara nasıl inanabilirdik ki? Sonuçta Balyoz davası sağlam delilleri olan bir davaydı. Resmî belgeler, görev çizelgeleri, ses kayıtlarıyla somut deliller mahkemenin kararını şekillendirdi. Aslına bakarsanız sanıklar belgelerin çok büyük kısmını inkar da etmediler; itirazları, bunların darbe planı değil ‘plan semineri’ olduğuydu. Bu kadar detayla hazırlanan, her aşamasında gerçek isimlere yer verilen, heyecanlı nutuklarla ilerleyen bir çalışmanın darbe planı olduğundan çok az kişi kuşku duydu.

Dönemin havası da zaten o yöndeydi. 28 Şubat sürecinin iktidardan uzaklaştıramadığı kesimleri 12 Eylül benzeri bir darbeyle ‘temizlemek’ti istenen. İş yarım bırakılmıştı; 2003’ten itibaren defalarca tamamlamaya kalkıştılar. Ama olmadı, yapamadılar; daha doğrusu bir yandan AK Parti iktidarı, öte yandan da sivil toplum, aydınlar ve dünya koşulları darbenin gerçekleşmesini önledi. Başbakan’ın 1. Ordu’nun darbe planından 2003’te haberdar olduğu bugün biliniyor. Bu haber karşısında MİT’i, Emniyet’i ve diğer kamu kurumlarıyla Başbakan’ın gerekli gördüğü tedbirleri aldırmış olduğu kesin. Anlaşılan Başbakan, ordunun bir kesiminin darbe hazırlıklarını toplumla paylaşmak yerine örtülü bir mücadeleyi tercih etmiş. Buna karşılık ‘havayı koklayan’ sivil toplum ve aydınların uzun bir zamana yayılan ‘açık’ mücadelesi var. Genç Siviller’in gülümseten, gülümsetirken insanları bilinçlendiren yüzlerce eylemi, Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Platformu’nun “Darbelere Dur De” mitingleri, Hak-İş’in sivil toplumu bir araya toplayıcı işlevi her görüşten ‘demokrat bir blokaj’ oluşturdu darbe ihtimaline karşı.

Medya cephesinde ise Alper Görmüş’ün Nokta’sı ‘Özden Örnek günlükleri’ni yayımlayarak somut ‘bilgi ve belge’lerle darbecileri deşifre etti. Dergisi kapandı, kendisi hakkında dava açıldı ve mağdur edildi, ama Alper Görmüş darbelerle hesaplaşma tarihimizde adını unutulmazlar listesine yazdırdı. Aslında ‘Balyoz’u 2007’de yayımladığı belgelerle ilk o deşifre etti. Günlük sahibi amiralin mahkûm olması Nokta’yla başlayan sürecin sonucu. Sonra elbette unutulmayacak yayınlarıyla Taraf… Vicdanı, cesareti ve demokrat duruşuyla yerleşik düzeni, yerleşik düzenin ezberlerini, sinikliğini bozan Taraf olmasaydı bu iş başarılabilir miydi? Sanmam… Herkes Taraf’ın bu mücadelesinin hakkını vermeli. Bugün Taraf’a ve Ahmet Altan’a vurmayı rutin meşgaleleri haline getirenler Balyoz davası üzerinden ‘demokrasi destanları’ yazmadan önce son dönemde Taraf hakkında yazdıklarını bir okusunlar. Belki vicdanlarının sızladığını hissederler… Bugünlere kolay gelinmedi. Bütün bu mücadele bir parti veya kişi iktidar olsun, iktidarda kalsın diye de verilmedi; ortak amaç, memleketin demokrasi, insanların özgür olmasıydı. Hatırlayan var mı?

Zaman, 25.09.2012

Demokratikleşme ve PKK (2)

0

Uslu’nun tezi kadar, tezini haklılaştırmak için öne sürdüğü örnekler ve argümanlar da sorunlu. Uslu, demokratikleşmenin PKK’yi güçlendirmesine kanıt olarak, “örgütün en güçlü olduğu yerin demokrasinin en yaygın olduğu Avrupa ülkeleri olmasını” gösteriyor. Uslu’ya göre PKK “algıları maniple eden güçlü bir network” a sahip ve bu network demokrasinin sunduğu avantajlarla PKK’nin büyümesini sağlıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğünün PKK’ye rahat hareket etme olanağı verdiği doğru; ama burada önemli olan PKK’nin propagandasını güçlü kılan etkenlerin varlığıdır. Uslu, bu noktayı atlıyor; Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi karnesinin kötü olduğunu ve PKK’nin sürekli bu konuda çalışarak etkinlik sağladığını gözardı ediyor. Kendini Kürtlerin haklarının temsilcisi olarak sunmaya gayret eden PKK, bu konuda en büyük yardımı, devletin hak ihlallerinden ve Kürtlerin haklarını tanımamakta direnen tutumundan alıyor. Aksi bir durum sözkonusu olsaydı, PKK’nin tabanını genişletmesi ve propagandasının kabul görmesi zorlaşırdı.

İspanya ve ETA

Uslu, ETA’nın etkinliğinin demokrasiyle kırıldığı iddiasının da yanlış olduğunu söylüyor. Ona göre ETA’yı çökerten üç unsur var: 1992’de Fransa’da ETA’nın lider kadrosunun yakalanması, 11 Eylül süreci ve Hâkim Garzon’un 1998’de ETA’ya karşı başlattığı geniş kapsamlı operasyon. Belirtilenlerin ETA’yı olumsuz etkilediği muhakkak; ama ETA’nın zayıflamasını tamamen güvenlik operasyonlarıyla irtibatlı göstermek yanlış. Uslu, 1978 Anayasası’nın ve 1988 Paktı’nın sağladığı demokratik ortamın ETA’nın üzerindeki bozucu etkiyi görmezden geliyor. Bağımsızlık dâhil her türlü talebin rahatlıkla dile getirilebildiği ve örgütlenebildiği bir demokratik vasat, ETA’nın tabanında siyasetle yol alınabileceği düşüncesini güçlendirdi ve şiddette ısrar eden ETA’nın tabanında aşınmaya neden oldu. ETA’yı kan kaybına uğratan asıl faktör buydu, yoksa operasyonlar değil. Özipek’in de belirttiği gibi, “Franco döneminde polis operasyonlarının âlâsı yapıldı, ama bu operasyonların etkili sonuç doğurması demokrasi döneminde oldu. Demokratikleşme süreci, İspanya içinde ve dışında, Bask sorunu nedeniyle kan dökmenin kötülüğünü çok net biçimde görünür kıldı.”

Yeni Talepler / Talep Üretimi

Uslu, PKK’nin sürekli yeni argümanlar ürettiğini, bu argümanları Kürt toplumuna dikte ettirdiğini, bu nedenle PKK’nin elinden argümanları almakla PKK’yi zayıflamayı düşünenlerin yanıldığını söylüyor:

“Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argüman yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabii ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli.”

Yani Uslu, PKK’nin taleplerinin bitmeyeceğini, her bir talep karşılandığında PKK’nin yeni bir talep geliştireceğini ve dolayısıyla bunun sonunun gelmeyeceğini belirtiyor.

Uslu’nun bu yaklaşımına üç açıdan itiraz edilebilir: Birincisi, diğer dünya örneklerinden görülebileceği üzere, her örgüt değişen koşullara bağlı olarak politikasını ve istemlerini revize edebilir. Bazen radikal talepler öne çıkar, bazen talepler makul seviyeye çekilir. PKK’de olan budur. Kuruluş dönemlerinde gidildiğinde — bırakın OHAL’i veya anadilde eğitimi— PKK tamamen ayrılıkçı bir hareketti. PKK“bağımsız, birleşik, milli ve sosyalist bir Kürdistan” şiarını benimsemişti ve Türkiye ile birlikte yaşamayı ihanet olarak değerlendiriyordu. Mesela 1978 Program Taslağı’nda PKK’nin ana görevlerinden biri, devletle uzlaşmayı içerecek bir çözümün kesinlikle reddedilmesiydi:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgeci boyunduruğunu parçalamayı hedeflemeyen, bölgesel özerklik, otonomi, vs. gibi özünde sömürgecilikle uzlaşmayı getiren teslimiyetçi anlayışları teşhir etme; bunlara karşı kararlı bir mücadele vermek.” (İmset, s.56)

Ama 1990’lardan sonra bu söylemini değiştirdi; Türkiye’den ayrılma gibi bir niyet taşımadığını, demokratik bir Türkiye’de birlikte yaşamaya taraftar olduğunu dillendirmeye başladı. Daha önce ihanet olarak nitelediği “özerklik” ise PKK’nin benimsediği değere dönüştü. Bu açıdan bakıldığında PKK’deki değişimin azamiden asgariye giden bir çizgide seyrettiğini söylemek mümkün. Zamanla taleplerin değişmesi ve yeni durumlar karşısında yeni taleplerin üretilmesi normal; burada demokrasiden vazgeçmeyi gerektirecek bir durum yok. Bu talepleri demokratik tartışmaya açarsınız, talebin kalibresi de bu tartışmanın neticesinde ortaya çıkar.

İkincisi, Uslu, anadilde eğitime ilişkin bilgilerini gözden geçirmelidir. 80 öncesi PKK ve diğer Kürt siyasi hareketlerinin hepsi bağımsız Kürdistan’ı hedeflediklerinden, anadilde eğitim gibi bir konuyu sorun olarak görmüyorlardı. Bağımsız Kürdistan’da eğitim ve resmî dil elbette Kürtçe olacaktı. Bu dönemde Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe yayımlanan pek çok dergi vardı ve bu dergiler hatırı sayılır bir miktara ulaşmışlardı. 1990’dan sonra bağımsızlıkçı tezin terk edilmesi üzerine, anadilde eğitim talebi bütün Kürt siyasi hareketlerinin ortak talebine dönüştü. Sistemin dışında kalanlar bir yana sistem içinde kurulan Kürt siyasi partileri de her zaman anadilde eğitimi savunmuşlardı. HEP, daha 1992 yılında yaptığı kısmî anayasa değişikliği önerisinde anadilde eğitimi yasaklayan 42. Madde’nin değiştirilmesini önermiş ve Türkçe dışında herhangi bir dilde eğitim yapılmamasının hem uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu, hem de ülkede sıkıntılara yol açacağını belirtmişti. Yani Uslu’nun sandığı gibi anadilde eğitim talebi yeni bir talep değil. (Kaldı ki yeni olsa ne olur? Daha kıvamına gelmemiş diye bu hakkı tanımadan imtina mı edilecek?)

Üçüncüsü, Uslu da gayet iyi bilir ki, etnik bir içerik taşıyan çatışmalarda, sorun uzadıkça, bazı tedbirlerin tedbir olma niteliğini kaybetmesi ve onların yerini başka taleplerin doldurması kaçınılmaz. 1990’larda Kürtçe tv devrim etkisi yaratabilirdi, fakat 2009’da doğuracağı etki sınırlı olur. Çünkü o sırada Kürtlerin zaten uyduda yayın yapan onlarca kanalı vardır. Siyasette hamlenin zamanlaması hayatidir; zamanında yapılacak demokratik bir hamle birçok sorunu çözmeye muktedirken, vakti geçirdikten sonra yapılacak bir hamleden umulan fayda elde edilmeyebilir.

Müzakereciler hikayeleri

Uslu, bugün hepimizin yüreğini karartan tablodan sürekli “müzakerecileri” sorumlu tutuyor. Bu garip bir görüş; çünkü son bir yıldır ortada müzakerenin lafı bile edilmiyor. Bunun yerine tam da Uslu’nun istediği tarzda bir politika sürdürülüyor. Oslo sürecini sona erdiren Silvan saldırısından sonra hükümetin önünde iki yol vardı: Ya bu demokratikleşmeyi derinleştirerek süreci bitirmeye yönelik saldırıyı absorbe edecekti, ya da güvenlik politikalarına yönelecekti. Hükümet ikincisini tercih etti. Gerek dağda gerek ovada operasyonlara hız verdi, müzakereleri durdurdu, Öcalan’la görüşmeleri kesti, basına ayar verdi, BDP’yi baskı altına aldı. Hükümetin bu politikasını alkışla karşılayanlar, ordu ve polisin hükümetin emrine girdiğini, şike savaşlarının bittiğini ve PKK’nin kışı çıkaramayacağını yazıyorlardı. Uslu, daha iddialıydı; PKK’nin baharda işinin biteceğini müjdeliyordu. Ama sonuç Uslu’nun beklediği gibi olmadı: PKK bitmedi, geçmişe oranla daha fazla eylem yapmaya başladı. Bu itibarla Uslu, “müzakereciler hikâyelerinden” önce kendi güvenlik efsanelerini bir eleştiri süzgecinden geçirmelidir.

KCK Operasyonları

Tartışmamızın bir yerinde söz KCK operasyonlarına geldiğinde Uslu, “KCK operasyonları yapılmasıydı, bugün halk ayaklanmasını konuşuyor olacaktık” dedi. Zannederim Uslu ile aramızdaki temel fark burada; o, Türkiye’yi bir arada tutan gücün polis operasyonları olduğunu düşünüyor, ben ise Kürt halkının sağduyusu olduğunu. KCK yapılanması ile KCK operasyonlarını farklı düzlemlerde değerlendirmek lazım. KCK, hem siyaset ile şiddet uygulayanları iç içe geçiren, hem de totaliter ve faşizan bir zihniyeti yansıtan bir yapı. KCK Sözleşmesi, tek adam kültüne dayanan, bireyleri her daim denetim altında tutan, hakka sahip olmayı ve hakkın kullanımını KCK ideolojisine bağlayan bir düşüncenin ifadesi. Benim gözümde, zamanın ruhuna ve Kürt sosyolojisine ters düşen bu zihniyetin kabul edilebilir bir tarafı yok.

KCK operasyonlarına gelince; elbette KCK içinde suç teşkil eden eylemleri yapanlar olabilir ve bunların yargılanması doğaldır. Ama KCK operasyonları, bu tür bir operasyon değildir. Siyasi hesapla girişilen bu operasyonda amaç, Kürt siyasi hareketini kamuoyunun gözünde bir suç örgütlenmesi hâline getirmek, toplumla ilişkisini koparmak ve marjinalleştirerek etkinliğini kırmaktır. Uslu, bu operasyonlar sayesinde halk ayaklanmasının önlendiğini, bu operasyonların daha etkin bir şekilde yapılması hâlinde PKK network’unun dağılacağını söylüyor.

Tam tersini düşünüyorum: Halk ayaklanmasını önleyen, KCK operasyonları değil, Kürtlerin böyle bir tavra ayaklanmaya yüz vermemeleridir. Eğer PKK’nin devrimci halk savaşı stratejisini Kürt halkı destekleseydi, KCK operasyonları bu halk ayaklanmasını durdurmaz, aksine hızlandırırdı. Binlerce insanı içeri atan, Kürtçenin sürekli hakarete uğradığı davalara sahne olan ve siyaseti zehirleyen bu operasyon, ayaklanmak isteyen bir halk için bulunmaz bir fırsat olurdu. Ama Kürtler, ayaklanma stratejisini benimsemedi; onları böyle bir tercihe götüren KCK operasyonlarından duydukları korku değil, demokratik siyasete duydukları inançtı. Kürtler, Türkiye’nin bir Saddam Irak’ı veya Esad Suriye’si olmadığını gayet iyi biliyorlar. Evet, Türkiye siyaseti bünyesinde birçok açmazı, eksiği gediği barındırıyor ama bunun yanında parlamentoda oluşturulan bir grup, kazanılmış yüz belediye, canlı bir sivil toplum hayatı ve aktif bir medya yapılanması da var. Demokratik alanda mücadele ile elde edilen birçok kazanım nedeniyle Kürtler ayaklanmaya tevessül etmiyorlar.

Bunun değerini iyi bilmek gerekir; çözüm Kürtlerin yüzlerini daha fazla siyasete dönmesini sağlamak için demokratikleşmeyi ilerletme ve halka güvenmededir, demokrasi korkusunda değil.

Taraf, 25.09.2012

Demokratikleşme ve PKK (1)

 

Emre Uslu, PKK ile demokratikleşme arasındaki ilişkiyi irdeleyen dört yazı yazdı. (1, 5, 12 ve 15 Eylül 2012, Taraf) İlk yazısından sonra kendisiyle sosyal medyada bu konuyu tartıştık. Ardından Akın Özçer (04. 09. 2012, Taraf), Murat Aksoy (11. 09. 2012, Yeni Şafak) ve Bekir Berat Özipek de (6 ve 13 Eylül 2012, Star) tartışmaya dâhil oldu. Konu önemli; tartışmayı sürdürmekte fayda var.

Uslu, iki temel görüşü savunuyor: Bir, Kürt meselesinin çözülmesi ve demokratikleşme PKK’yi bitirmez, aksine güçlendirir. İki, PKK’yi güçlendirse de güçlendirmese de Türkiye demokratikleşmek için gerekli adımları atmalıdır.

İkinci görüşte mutabıkız. Gerçekten de Türkiye, sonuçlarından bağımsız olarak demokratik hak ve özgürlükleri tanıyan bir toplumsal düzeni tesis etmelidir. Kadim devlet anlayışı, bu yönde takip edilecek bir politikanın olumsuz birtakım neticeler doğuracağından korkar. Oysa Türkiye’de toplumsal barış ve istikrar ancak daha fazla demokrasi ile mümkün olabilir.

Uslu’nun ilk görüşünü ise sorunlu buluyorum. Uslu, “Demokratikleşme, PKK’yi bitirmez” diyor, zaten bu tartışmaya katılan hiç kimsenin böyle bir iddiası olmadı. Türkiye kararlı bir şekilde demokratikleşme standartlarını yükseltse de PKK şiddetten vazgeçmeyebilir. Önemli bir kurumsallaşma ve kitlesel güce sahip olan PKK, Kürt meselesi demokratik bir çözüme kavuşsa da bir siyasi yapı olarak varlığını devam ettirebilir. Herkes bunun farkında; bu nedenle tartışma PKK’nin bitip bitmeyeceği değildir.

Tartışmanın düğüm noktası, PKK’nin nasıl olup da bu kadar büyük bir toplumsal güce kavuştuğudur. Acaba neden Kürtlerin önemli bir kısmı amacına ulaşmak için şiddete başvuran PKK’yi desteklemektedir? Ve acaba hangi enstrümanlara müracaat edilirse PKK’nin yanında saf tutan Kürtler PKK’yi ve kendi duruşlarını sorgulayabilir ve bundan vazgeçebilirler? Tartışmayı bu minval üzerinden yürütmek gerekir.

Türkiye’de devlet politikaları ile PKK’ye verilen destek arasında çok yakın bir ilişki bulunuyor. Daha açık bir deyimle, Türkiye demokrasiden uzaklaştığında PKK güç kazanıyor, demokrasiye yaklaştığında ise PKK güç kaybediyor. Bu düşünceyi iki tarihsel kesit (1990-1995 ve 2002- 2004) üzerinden açıklamaya çalışacağım.

Türkiye, hak ve özgürlüklerin PKK’ye alan açtığı ve salt silahın gücüyle PKK’ye boyun eğdirilmesi halinde PKK’ye verilen desteğin azalacağı fikrinden hareketle 1989’dan itibaren PKK’ye karşı bir “özel savaş” yöntemine başvurdu. Buna uygun olarak da halk üzerinde baskılar yoğunlaştı, bütün demokratik haklar fiili olarak ortadan kaldırıldı. Ardı ardına faili meçhul cinayetler işlendi. Köyler boşaltıldı, milyonlarca insan zorla göçe tabi tutuldu. Peşi sıra siyasi partiler kapatıldı, Kürt vekiller hakaret edilerek Meclis’ten alınıp hapishanelere kondu. Sokak ortasında vekil öldürüldü. Gazeteler bombalandı, Kürt işadamları PKK’ye yardım ettikleri gerekçesiyle katledildiler. Güvenlik güçlerinin eli çok rahattı; istedikleri gibi davranıyorlardı; işkence sistematik bir sorgu ve cezalandırma metodu olmuştu.

Devlet terörü

Adını koymakta mahsur yok; bu dönemde devletin Kürtlere uyguladığı tam manasıyla bir “devlet terörü” idi. Peki bu terörün ve tüm anti-demokratik tedbirlerin (!) nasıl bir sonucu oldu?

Sonuç şu: PKK, çok güçlendi ve tam anlamıyla kitlesel bir güç haline geldi. PKK’ye katılımlar arttı; öyle ki PKK düşündüğünden ve yönetebileceğinden çok daha fazla bir katılımla karşı karşıya kaldı. Bugün PKK’den kopan, ama o dönemler PKK’nin en önemli isimlerinden olan Osman Öcalan, 1991’de bir gazeteciyle yaptığı görüşmede, Türkiye’ye uyguladığı bu politikasından dolayı teşekkür etmişti. Öcalan’a göre, Cizre’nin bir “PKK Kalesi” olmasında, devletin takındığı tavrın büyük bir etkisi vardı: “Cizre’nin yarısını biz kazandık, diğer yarısını ise TC bize gümüş bir tepside sundu” der Öcalan. (İsmet İmset, PKK, s. 140)

Demokrasi sıkıntısı

 

2002-2004’de ise durum farklıydı. 2002 seçimleri merkez sağ partileri tasfiye etti, 28 Şubat’ın gadrine uğramış bir kadro tek başına iktidar oldu. AKP, devlet içi derin odakların kendisini alaşağı etmesini önlemek için demokrasi ipine sarıldı ve AB reformlarına büyük bir hız verdi. Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK’nin güçlerini sınır-dışına çekmesiyle oluşan çatışmasızlık durumu da olumlu bir ortam sağlamıştı. Türkiye, bu dönemde yasal ve anayasal birçok değişikliğe imza attı, demokrasisini tahkim etti. Bu durum, Kürt meselesinin de demokrasi içinde çözülebileceğine dair umutların artmasına neden oldu. Söz konusu dönemde yapılan bütün kamuoyu araştırmaları, AB’ye en fazla desteği Kürtlerin verdiğini gösteriyordu. Kürtler AB’ye, hem yaşam koşullarını iyileştirecek, hem de Kürt meselesinin çözümü için uygun zemini sağlayacak bir manivela olarak bakıyordu.

Demokratikleşme sürecine Kürtlerin verdiği tepki PKK’yi de etkiledi. Gelinen aşamada PKK içerisinde iki eğilim vardı: Biri, sorunun siyasi yollardan çözümü için çalışmanın daha doğru olacağını belirtiyordu; diğeri ise silahlı mücadeleye devam edilmesi gerektiğini savunuyordu. Nitekim 2004’te yapılan Kongre’ye bu görüş ayrılığı damga vurdu. PKK’nin eski üst düzey yöneticilerden Nizamettin Taş, kendi grubunun savaşa karşı çıktığını ama Abdullah Öcalan’ın avukatlarından birinin “Başkan’ın kararıdır” diyerek Kongre’ye savaş kararını dayattıklarını belirtiyor. Taş’a göre, PKK’nin tekrar silaha sarılması, derin devletle bağlantılıydı ve amaç AKP’nin tasfiyesi için PKK’nin devreye sokulmasıydı. “PKK’nın savaş kararı alması otomatik olarak PKK’yı, AK Parti’ye karşı Ergenekon’un darbe girişiminin aracısı haline getirdi.” (www.rizgari.com/modules.php?na me=News&file=print&sid=27472)

Silahlı mücadeleye devam kararı alanlar demokratikleşme adımlarından rahatsızdılar. 12 Ekim 2004’te Gündem’deki “Komplo ve Öcalan’a yaklaşım” başlıklı yazı, görmek isteyenler için, bu rahatsızlığın nedenini gözler önüne seriyordu. Yazıda Öcalan’ın yakalandığı günü protesto eylemlerinin gittikçe heyecanını kaybetmesinden duyulan rahatsızlık dile getiriliyor ve bunun nedenleri sorgulanıyordu:

“6. yıldönümünde Kürtler, çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özellikle Avrupa’da yaygın geçti. Ancak Türkiye’de aynı yoğunlukta geçmedi. Hatta belli alanlar dışında ciddi bir tepki, eylemlilik söz konusu olmadı… Çok sınırlı bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Kürt demokrasi güçleri, özellikle kurumsal yapılar ve kadrolar, yıldönümünde komployu derinden hissetmedi… Bunun, Güney eksenli gelişme ve özellikle de AB süreciyle ilişkisi var mı? Bizce tartışılır. Bu iki olgunun, genelde Kürtler, özelde Kürt demokratik yapılarında sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar yaratıp yaratmadığı, soruna ve sürece bakış açılarını etkileyip etkilemediği önemli tartışma konusudur ve bizce tartışılmalıdır…”

Bu tablo, Uslu’nun savunduğunun aksine, demokratikleşmenin PKK’nin gücüne güç kattığına değil, aksine PKK’nin demokratikleşmeden rahatsızlık duyduğuna işaret eder. Gerçek bir demokrasinin tesis edilmesi durumunda olması muhtemel iki şey vardı: Birincisi, PKK’nin bizzat kendi içinde silahlı mücadele yöntemi daha fazla sorgulanabilir hale gelebilirdi. İkincisi, demokratikleşmeyle birlikte kendilerini devletin özgür ve eşit vatandaşı olarak görecek olan Kürtler PKK’ye daha fazla itiraz edebilir ve ondan uzaklaşabilirlerdi. Demokratikleşme, PKK’yi destekleyen Kürtlerdeki “parti” ve “Öcalan” bilincini zayıflatma potansiyeli taşıyordu.

PKK’nin demokratikleşmeden paniklemesinin arkasında bu vardı. Alper Görmüş’ün sözleriyle “Aslında denklem basit”ti: “Türk ulus-devleti baskıyı ne kadar arttırırsa (ve dolayısıyla Kürtleri ne kadar çok korkutursa) Kürtler PKK’ya o kadar yaklaşır. Tersine, devlet ne kadar demokratikleşir, Kürtleri eşit vatandaşları olarak görüp gereğini yapmaya başlar, dolayısıyla da Kürtler için bir “korku nesnesi”olmaktan çıkarsa, Kürtler PKK’dan o kadar uzaklaşır.”
(Taraf, 13.12.2012)

Taraf, 24.09.2012

Almanya’da akıl tutulması

 

Musevi kökenli Alman düşünür M.Horkheimer (1895-1973) hâlâ yaşıyor olsaydı, aslında başka bir konseptte ortaya koyduğu “Akıl Tutulması” kavramının ne kadar sıklıkla ve her anlamda kullanıldığını görüp şaşırabilirdi.
Özellikle de bağnazlığın, başka din, yaşam ve ırk biçimine sahip olanların yok edildiği, kendisi gibi ülkeden kaçırıldığı Almanya gibi bir ülkede. Duayen gazeteci A. Külahçı’nın “Alman Klasiği: Sorun Yaratmak Almanların İşidir” yazısında da dile getirdiği gibi, Almanya’yı, Alman politikacıları anlamak çok kolay değildir. Hiç kuşku yok: Alman politikacı, Almanya için ve Almanya’nın çıkarları, refahı, güvenliği ve geleceği için vardır. Aldıkları her kararın olumlu olumsuz yönleri olabilir. Özellikle de ülkelerinde yaşayan ve orada doğsalar bile hâlâ “yabancı” görülenlerin, her zaman politik kararlardan memnun olmaları da gerekmez. Ama bu kadar anlamsız kararlar alıp, daha başından kaybetmeyi garantilemek için gerçekten “akıl tutulması” gerekiyor.

Amerika’daki deli saçması provokasyon film ve devamında yaşananlar da, “akıl tutulmasının” nasıl kolay yayılabileceğinin kanıtı oldu. “Baharlar” “Kışa” dönerken, dünya hızla kutuplaşmaya gidiyor. Ama tam da bu noktada, Batılı toplumlarda sayısı sürekli artan Müslümanların varlığı, her konuyu daha dikkatlice ele almayı da gerekli kılıyor. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler yarım asrı geride bıraktılar. Yerleşik hale gelmeleri 80’li yıllarda gerçekleşti. 90’lı yıllar ise zor yıllar oldu. Soğuk Savaş bitince, Almanya’da birleşme heyecanı ve sevinci ile başta Türkler olmak üzere ülkedeki “yabancıları” reddetme refleksi birlikte gelişti. Bir anda ortaya çıkan Neo-Nazi çeteler, bilinçli bir biçimde “Almanya’yı Almanlaştırma, yabancılardan arındırma”ya giriştiler. Solingen ve Möln bunun en dramatik örnekleri oldu. Ne yazık ki sadece onlar da değil. Die Welt’in Amadeu-Antonio Vakfı verilerden hareketle açıkladığına göre, 1990 yılından bu yana aşırı sağcı şiddet sonucu ölenlerin sayısı 182’yi buluyor (16 Kasım 2011). Bunların içinde en büyük bölüm de Türkler oldu.

2000’li yılların başında Almanlar Suriye asıllı B.Tibi’nin liderliğinde “Leitkultur” (öncü kültür) kavramı ile çok önemsedikleri ama ne olduğunu da bir türlü anlatamadıkları “entegrasyon” sorununa yönelik bir hamle yaptılar, ama sonuçsuz kaldı. 11 Eylül sonrasında yaygın paranoya, hedef olarak Türklere kilitlenenlerin hem sayısını artırdı hem de “radikal İslam, terör” gibi ilave kavramlarla da alanı genişletti. Vatandaşlık, özellikle çifte vatandaşlık, anlamsız “güvenlik kaygıları ile” reddedildi. Bu da yetmedi, vatandaşlık için bir “vicdan testi” yaratıp (mesela “oğlunuz homoseksüel olmayı tercih ederse ne dersiniz” gibi soruları da sorarak) “sadece bizim gibi olanlar lütfen” demeye çalıştılar. “İslam da Almanya’nın bir parçasıdır” deme gafletinde bulunan Hıristiyan Demokrat parti kökenli Cumhurbaşkanı Wullf’a ödetilen bedel çok ağır oldu. Sonra sosyal demokrat T.Sarrazin’li günleri yaşadık. 2 milyon satan kitabında Türkleri aşağılayarak bir kez daha hedefe oturmayı başaran yazara gelen “örtülü destek” dehşet vericiydi. En son Alman medyasının “döner cinayetleri” gibi vahim bir kavramla tanımladığı 2000-2007 arasındaki seri cinayetler, Almanya gibi bir güvenlik devletinde ancak örgüt kendi içinde sorun yaşayıp polise teslim olunca ortaya çıkabildi. 8 Türk, 1 Türk sanılan Yunanlı ve bir Alman polisi öldüren çete, 8 yıla varan bir süre içinde bankalar soymuş, bombalamalar yapmış ve polisin, istihbaratın eline her nasılsa geçememişlerdi. Bu cinayetlerin en vahim tarafı masum insanların öldürülmeleriydi, ama bir başka vahim ve ne yazık ki “başarılı” tarafı ise, önce Türkleri öldürüp, sonra bu cinayetlerin Türkler arasında bir “hesaplaşma” olduğuna dair kamuoyunun yanıltılmasıydı. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) tarafından Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli 1.058 kişi ile Aralık 2011’de yapılan araştırmada (www.hugo.hacettepe.edu.tr), Türkler cinayetlerin devam edeceğine; olayın arkasında bir biçimde Alman devletinin bazı kurumlarının olduğuna inandıklarını söyledikten sonra çok önemli iki görüş daha bildirmişlerdi: 1. Bu cinayetler bütün Alman toplumuna mal edilemez, küçük radikal grupların işidir, 2. Ne olursa olsun biz burada kalıcıyız. Burada ortaya çıkan sonuçlarda Türklerin iyi niyeti, âkil tutumu, birlikte yaşam iradesi ve vicdanın altının mutlaka çizilmesi gerekiyor. Ama süreç yine akıl almaz skandallarla devam ediyor. Belgeler yakılıyor, yok ediliyor, istihbarat elemanlarının, bazı polislerin Neo-Nazi örgütleri ile ilişkileri açığa çıkıyor ve Almanya da suni gündemlerle sorunu aşmaya çalışıyor. Son günlerde Almanya’da nur topu gibi yararsız iki gündem maddesi var: “Sünnet yasağı” ve “Vermisst” kampanyası. Bir mahkemenin “sünnet”i “vücut yaralama” olarak kabul etmesi ve yasaklaması ile Alman mahkeme sadece kendi inançları için yaşam alanı olduğunu söylemiş oldu. Buradan hareketle özellikle yaz aylarında “oruç”, dizlere zarar veriyor diye “namaz”, hatta gözlere zararı var diye “Kur’an okuma” da yasaklanabilir! Tabii mesela küçücük kız çocuklarına küpe takmak nedir, yaralama değil mi ya da dövme yaptırmak, kimse sormuyor! “Akıl tutulması” ise kabul edelim ki Müslüman cemaatlerden daha çok Yahudilerin Almanya’daki gücü ile aşılabildi. İsrailli hahambaşı Y.Metzger, Berlin’de “Yahudilere çocuklarınızı sünnet ettirmeyin demek, dininizi değiştirin demektir.” dedi. Gerçekten de bu kadar açık bir durum vardı ortada. Doğrudan Şansölye A. Merkel devreye girdi ve yasak kaldırıldı. Daha bu tartışma bitmeden “Almanya Güvenlik İşbirliği İnisiyatifi” kapsamında “Kayıp”-“Özlüyoruz” kampanyası için hazırlıklara başlandı. Alman İçişleri Bakanlığı, “Müslüman gençlerin İslamcı terörist olmaması için ailelerinin desteğini almak ve toplumu uyarmak için” billboard ve gazete ilanlarıyla resimli bir kampanya başlatıyor. 21 Eylül’de başlaması planlanan kampanya için, Almanya’da gayet sıradan, her yerde her zaman görebileceğimiz türden ama tabii ki siyah saçlı, siyah gözlü, başı örtülü ve isimleri “Ahmed”, “Fatma” vb. olan, yani Müslüman olduğu belli olan gençlerin resimlerinin yanına “Bu kızımız Fatma. Onu özlüyoruz, çünkü artık tanımıyoruz. Bizden gittikçe uzaklaşıyor ve günden güne aşırı fikirler savunuyor. Onu kaybetmekten korkuyoruz. Fanatik dincilerin ve terör gruplarının ağına düşmesinden korkuyoruz!” ibaresi yazılıyor. Bu kampanya için Alman İçişleri Bakanlığı 300 bin Euro para harcamış. Başbakan Yardımcısı B.Bozdağ da haklı olarak kampanyayı eleştiriyor ve “İnisiyatif yürütülürse, bu Alman hükümetinin ülkedeki Müslümanları bir güvenlik meselesi, Alman toplumu için potansiyel tehlike olarak gördüğü anlamını taşır. Bu, din ve vicdan özgürlüğüne açık bir saldırıdır.” diyor.

 

Bu kampanyanın adı ancak “akıl tutulması” olabilir: (1) Bu tür bir kampanya ile asla teröre kayacak kişi engellenemez, hatta bu tür kampanyalar “yabancılık” vurgusunu kemikleştirip teşvik edici bile olabilir; (2) Sıradan Müslümanların resimleri ile kamuoyunda, özellikle de 11 Eylül sonrasında adeta paranoyak haline gelen Batılı toplumların gözünde bütün Müslümanları potansiyel terörist olarak gösterir; (3) Aynı dönemde ülkede gerçek bir terör-tehdit ortamı ırkçılardan, Neo-Nazilerden gelirken, bu kampanyayı yaparak öldürülenlerle ve aileleri ile alay edilmiş olur, inandırıcılık kalmaz.

Almanya’da yaşayan 3,8-4,3 milyon arasında tahmin edilen Müslümanlar içinde üç milyonluk Türkiye kökenlinin (yüzde 69-78 arası) varlığı dikkate alınırsa, kampanyaların hedefinin kim olduğu açıktır. Üstelik bu yarım asırda Türklerin kitlesel olarak neden olduğu hiçbir güvenlik sorunu olmamasına; hem Almanya’ya hem Türkiye’ye bu kadar katkı sağlamalarına rağmen yapılacak bu tür kampanyalar sadece Türklerin Alman devletinden, toplumundan soğumasına, Almanların da devlet eliyle paranoyaklaştırılmasına neden olur. Bu akıl tutulması değil de nedir?

Zaman, 22.09.2012

 

 

Yıldıray Oğur – Dinleyin, Balyoz konuşuyor

 

(Bu yazı Balyoz Darbe Planı ile ilgili sadece sahihliği üzerinde herhangi bir tartışma olmayan belgeler ve veriler kullanılarak 22 Eylül 2012 günü Microsoft Word 2003 programında 12 punto Times New Roman karakteriyle yazılmıştır.)

Balyoz CD’leri gazeteye geldiğinde işbölümünde bana 5-7 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu’da düzenlenen plan seminerinin ses kayıtlarını dinlemek düşmüştü. Tamamını dinleyen ilk kişi ben olabilirim. Çünkü eminim o seminerin hazirunu bile bu kadar sıkıcı konuşmanın tamamını dinleme sabrını gösterememiştir.

Yazılan çizilenlere bakınca daha sonra da kimsenin o ses kayıtlarının tamamını dinleme sabrını göstermediğini anlıyorum. İddianameye bakılırsa buna savcılar da dâhil.

Hâlbuki o ses kayıtlarında dinlediğimiz şeyin suç olduğunu anlamak için ne ABD’de kriminal laboratuara, ne Microsoft’tan bilirkişi raporuna, ne de Harvard’dan profesörlüğe ihtiyaç vardı. Bir çift kulağa sahip olmak yeterliydi.

Zaten sahte belge üretmeye ne hacet, 2003 yılında adeta bir siyasi parti, rejimin bodyguard’ı gibi çalışmakta olan TSK’nın arşivinden gözü kapalı çekilecek herhangi bir belgenin normal bir demokraside ve hukuk devletinde sonu müebbet hapis cezasıyla bitecek bir davaya dönüşme olasılığı yüzde elliden aşağı değildir.

İddianameden ıslak imzalı, Microsoft onaylı, tartışma dışı bir belge çekelim.

Ocak-Şubat 2003 tarihli iki adet Kara Kuvvetleri Komutanlığı “Durum Değerlendirmesi” raporu. Bu iki rapor seminerden bir gün önce 4 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu İstihbarat Başkanı Kurmay Albay İzzet Ocak imzasıyla gizli ve kişiye özel olarak Harekât Başkanlığı’na şu ön yazıyla gönderiliyor. “Kara Kuvvetleri Komutanının yaptığı değerlendirmenin öncelikle plan seminerine katılacaklar olmak üzere Başkan, Pl./Pl.Eğt.Ş.Md seviyesindekilerce okumasına.”

Yani savaş oyunu oynandığı iddia edilen o plan seminerine gelenlerin zorunlu okuma parçası bu rapor. “Erdoğan’ın siyasi yasağını kaldırmaya çalışıyorlar” ile başlayan rapor, AKP’nin irticai kadrolaşmasıyla devam edip, memleketten türbanla derse giren kız haberleri ve havaalanındaki bikini reklamlarını indiren hacılar ile bitiyor. En kritik paragraflardan birini okuyalım:

“AKP’nin, TBMM’de yapılan oylamayla, halkı Müslüman olan Irak’a karşı muhtemel bir harekâtta kullanılmak üzere Türkiye’deki üslerin modernizasyonu için ABD’ye izin vermesi ile; ABD ve müttefiklerinin desteğini alacağı, partinin buna ihtiyacının olduğu çünkü Refahyol deneyiminden sonra kendilerini güvende hissetmediği, iç politikada TSK engelini aşmada Batı ile işbirliğinin gerektiğine inandığı.” 

Bunu yazan, okuyan askerler darbe planlamazsa ne olur? Bunun kendisini yazmak, dağıtmak, okumak bir muvazzaf asker için müebbetlik suç değil midir zaten?

Değildir diyenler için Çetin Doğan’ın seminer açış konuşmasına kulak verelim:

“Bu plan çalışmasında yalnız şimdiye kadar olan plan çalışmalarının dışında belki de Türkiye’de ilk defa ordu çapında bizim planlarımız içerisinde yer almakla beraber ikinci plana ittiğimiz aslında günümüzdeki gelişmeleri dikkate aldığımız zaman birinci öncelikli ele almamız gereken iç tehdidi bu seminerde öne alıyoruz.”

Bu iç tehdit nedir, onu da Çetin Doğan’ın kapanış konuşmasından öğrenelim:

“Arkadaşlar bu plan seminerini, 1. konjonktürel gelişmelere göre dikkatlerimizi nerelerde yoğunlaştırmamız gerektiğini ortaya koymak için yaptığımı herhalde hepiniz anlamışsınızdır. Yani buradaki Yunanistan meselesi tali bir meseledir… Söylediğimiz her söz, atacağımız her adım evvela laik demokratik cumhuriyetin korunması ve kollanılması, kollanması için olmalıdır. Laik demokratik cumhuriyetten daha üstün, bundan daha büyük tehlikemiz yok mevcut durum içerisinde…” 

Peki, ne yapılacak bu büyük tehdide karşı? Yine Çetin Doğan’ın seminerdeki sesinden dinleyelim:

“Evet, içteki birlik bütünlüğü nasıl sağlayacağız arkadaşlarımız bu konuyu işte gündeme getirdiler milli birliğin ve beraberliğin oluşmasında evvela inandırıcı milli birliğin sağlayıcı bir hükümetin varlığı ile olur. Dini öne çıkartan ümmet anlayışını öne çıkartan bir anlayışla milli birliğimiz hiçbir zaman sağlanmaz. İnsanların dini inançları farklı farklıdır. Bu eski ümmet Osmanlı döneminde din adına, gaza yapma adına savaşlar vardı eski dönemlerde bütün ulusları işte 7 yıl 40 yıl 100 yıl savaşlarına falan soktular ama şimdiki dönemde ulusal çıkarlarımız ulus-devlet olmanın özelliğinden dolayı ulusal birliğimizde ilk Atatürk’ün o sözü ulusal birliğimizi öne çıkartır. Bunun içinde her şeyden önce evet hükümetin ve meclisin kendisine çekidüzen verdirici ben onu söyleyeceğim şeyde Genelkurmay Başkanına, Kuvvet komutanına diyeceğim ki siz meclisi ve hükümeti uyarıcı bu gidişe dur deyici bir ültimatom verin gerekirse. Gerekirse çağırın bu işin sonu b..ktur işte sonunuz böyledir. Bu konuda gerekli tertip ve tedbirleri alın. Evvela ulusal birliğimizin evvela inandırıcı bir milli mutabakat, buraya öyle yazmışım. Milli Mutabakat Hükümeti kurulması sureti ile halkın tasvip edeceği tarafsız bağımsız daha tek. Edeceği bu kadar gaile içinde ülkeyi daha sonra bütün bu gailelerden sonra seçime götürecek bir hükümetin kurulması en önemli birinci …… (anlaşılmıyor) bu tabi, bu öngördüğümüz senaryonun içerisinde öngördüğüm bir çözüm tarzı hani bugün de gidip onu şu anda yapın diye gideceğim yok yanlışta anlamayın. Bizim yaptığımız tekliflerimiz vardır. O teklifleri de şimdi sizlerle paylaşmak istemem…”

Bu plan seminerinin neden yapıldığını hepiniz anlamış olmalısınız.

Hâlâ ikna olmayanlar için seminerden yükselen bugüne kadar pek de gündeme gelmeyen seslere biraz daha yakından kulak verelim. Savcıların nedense iddianameye bile almadığı şu diyaloga bakın:

Çetin Doğan: “Şimdi toplumsal olaylarda polisin kontrol edilmesi gerekiyor tabi bu durumda. Onlarda yeni silah araç ve gereçler var. Bunları kontrol etme yahut polisi bu bölünmüş olan polisi ya etkisiz bırakma bir bölümüyle ya bir bölümünü etkimiz altına almak için bir tertip ve tedbiriniz var mı?”

Komutan (Adı belirsiz): “Komutanım biz de bunların jandarma nezaretinde kullanılmasını ve çok sıkı kontrol altında tutulmasını düşünüyoruz.” 

Komutan 2 (Adı belirsiz): “4000 polisi böyle bir durumda kontrol altına alma imkânımız var komutanım. Ama polisin özellikle istihbarat, narkotik vb. şubelerinde faaliyette bulunanlarının ne yapacağı konusunda ben şahsen tereddütteyim.” 

Komutan 3 (Adı belirsiz): “Bizim yanlımız olmayan bir tutum içindeler. Bunu kullanırken sizin sorunuz sıkıyönetim şemsiyesi altında polisi kullanırken EMASYA görevlerindeki hiyerarşik diziyi kullanamayacağız.”

Çetin Doğan: “Mesela ben şimdi görüyorum şimdi Ankara şey İstanbul içerisinde bazen resmi fors çekerek ender olmakla beraber dolaştığım oluyor. Bir kısım polisler afedersiniz k…ı dönüyor. Böyle belli ki silahllı kuvvetlere po…suyla bağlı tamam mı öyle bir yakınlık gösteriyorlar bize.”

Komutan4 (Adı belirsiz): “Ben Ankara’da seneler önce görev yaparken Mehmet Aydın, Fehim Adak, Hasan Aksay, Necmettin Erbakan ile aynı apartmanda oturdum. Bu kişiler bu ekip işbaşına geldiği zaman bunların koruması için apartmana polisler geliyordu. Bunların hepsi masa üzerlerinde namaz kılan, takunyayla gezen apartman içinden kişilerdi. Komutanım seçimlerden sonra gazetelerde şöyle bir haber geçti kırıntı gibi bilmiyorum arkadaşlardan da okuyan var mı ben okudum Tayyibi tebriğe gidenlerin arasında çok sayıda emniyet mensubunun olduğuna dair şöyle bir iki haber vardı.”

Devam edelim. Başka bir diyalog:

Albay Memiş (23. Piyade Alay Komutanı): “37. Yansı. Komutanım harekâtın 3. Safhasında geçmişte irticai yıkıcı bölücü faaliyetlere karıştıklar tespit edilen şahıslar gözaltına alınacaktır. Gözaltına alınan ve tutuklananlar başlangıçta Üsküdar bölgesinde Burhan Felek Spor Tesisleri’nde, Ümraniye’de Netaş Misafirhanesi’nde, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyumu’nda toplanacak bilahere sorgulanmak üzere Ümraniye Cezaevi’ne götürülecek jandarma ve polis sorgulama timleri vasıtasıyla sorgulanacaktır.”

Çetin Doğan: “Kadıköy İmam hatip Lisesi Müdürü ….. şey yok mu onları falan almıyorsun yani?”

Albay: “Komutanım Kadıköy’ün sorumluluğu bana sonradan verildi, ben onu ismini tam olarak alamadığım için buraya yazmadım komutanım. Normalde o da alınacak komutanım, Üsküdar ve Ümraniye’de olduğu gibi.”

Seminer sırasında yapılan sunumlardan birine kulak kabartalım:

Tuğgeneral Varol (2. Zırhlı Tugay Komutanı): “Tugayın sorumluluk bölgesi Maltepe, Kartal Pendik Tuzla ve Sultanbeyli ilçelerini kapsamaktadır. Tuzla Belediye Başkanı idris Güllüce ve Sultanbeyli Belediye Başkanı Yahya Karakaya yerine tespit edilen personelle değiştirilecek.”

Plan seminerinde herkes biraz sinirlenmiş anlaşılan. Daha sonra MGK Genel Sekreterliği de yapmış dönemin 5. Kolordu Komutanı Korgeneral Şükrü Sarıışık da oyun oynadıklarını unutmuş gibi:

“Bu konudaki bir başarısızlık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin pasifize olmasına, bunun sonucu olarak da Atatürk ilke ve inkılâplarının temeli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaçağ taassubuna bürünmüş bir yapıya dönmesine sebep olacaktır. Aldığımız istihbarat ve yaptığımız değerlendirmelere göre İstanbul’da yaklaşık 200-210 bin, İzmit’te 21 bin, Adapazarı’nda 12 bin olmak üzere toplam 240-250 bin kişinin irticai ve bölücü unsurlara destek verebileceği değerlendirilmektedir. Özellikle İstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki olaylara İsrail örneğinde olduğu gibi kesin süratli ve sert tedbirler alınmadığı takdirde bilhassa irticai olayların ülke geneline yayılma ihtimali mevcuttur. Kurtuluş savaşından sonra olduğu gibi gerekli tedbirler alınmalı ve irtica sempatizanları da asimile edilmelidir.”

En açık sözlü olan komutanın adı bilinmiyor. Ama “bunu demek istemezdim ama anlamadınız bir türlü” diye ağzındaki baklayı çıkarmış:

“Şimdi bu ülkede gerçek vatanseverler ne yapacak yani şimdi onların karşısında bir kitle de yani onlar nasıl silahlanmışsa buna karşı bundan evvelki olduğu gibi onlara karşı bir harekât icra edilince yeni bir oluşum ortaya çıkacak yani. Buna silahlı kuvvetler müdahale mi edecek yoksa teşvik mi edecek yani bu oluşum içinde ülkenin yüzde oy potansiyeline baktığımızda ortaya çıkan irticai tablonun karşısında da yüzde 80’e yakın bir rakam var. Yani bunların da örgütlenmesi halinde, organize olması halinde, irticai unsurlara karşı yapılabilecek karşı bir harekâtın da olabileceğini göz ardı etmemek lazım. 1. Tugay komutanımızın söylediği konu aslında 12 Eylül öncesinde ülke yangın yerine dönmüş her gün 50 tane insan ölüyordu. Sağ sol birbirine girmişti. Ama bir 12 Eylül darbesi bütün bunların hepsini ortadan kaldırdı. O ülke sütliman haline geldi. E şimdi böyle bir tehdidin ortadan kaldırılması için fazla uğraşa gerek yok. Yani kuvvetleri sağa sola göndermenin bana göre yapılacak en kolay harekât tarzı bir 12 Eylül gibi harekâtın baştan itibaren organize edilmek suretiyle bir anda söndürülmesi imkân sağlar diye düşünüyorum. Burada tabii, burada söylemek istemedik ama sonunda bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Bundan sonraki konuşmalarda da dikkate alın…

2003 yılında AKP’nin iktidara gelmesinden aylar sonra 1. Ordu’da irticai kalkışmaya karşı plan seminerinde adıyla bahsedilecek kadar samimi olunan “Tayyib” herhalde komutanların devre arkadaşlarından biri olmalı.

Ama Balyoz konusunda ekspert ilan edilen Sedat Ergin için tüm bunlar sadece “sevimli değil, bir dizi problemli ifade”den ibaret. Harvardlı damat ve Çetin Doğan’ın ABD’de akademisyenlik yapan kızı için de bunlar “liberal-demokrat düşünce kalıplarını zorlayan rahatsız edici ifadeler” ama suç değil.

Bu konuşmaların Türkiye’nin askerî vesayet yıllarının ünlü bir Ankara temsilcisinin kulaklarını tırmalamaması sürpriz değil. Ama 2008’de Obama’nın seçilmesinden aylar sonra Pentagon’daki bir plan seminerinde “rejim düşmanı” 200 bin Demokrat’ı Yankee Stadyumu’na doldurmaktan, Beyaz Saray’a solcu ve siyahî olmayanlardan oluşan bir milli mutabakat hükümeti kurmaktan bahseden bir grup general bir de üstüne “FBI’ya güven olmaz, onlar Barack’ı tebrik için ziyaret etmişlerdi” diye konuşsa başlarına ne geleceğini tahmin etmek için Harvard’da profesör olmaya gerek yok herhalde.

Bu arada iyi ki Kenan Evren’in Harvard’da profesörlük yapan damadı yoktu. Yoksa 12 Eylül’ü de “O işkence aleti 1985’ten sonra keşfedildi” diye tartışırdık..

Balyoz haberinin altında imzası olan üç kişiden biri olarak bütün bu sahihlik tartışmalarını, sahtelik iddialarını değersiz bulduğumdan demiyorum tüm bunları. Yargıtay aşamasında bu iddialar daha titizlikle incelenmeli, kafalardaki soru işaretleri mutlaka giderilmelidir. Özellikle seminerde bile bulunmayan, adı sadece bir kâğıda yazıldığı için suçlanan insanlarla ilgili hakkaniyetli bir değerlendirme yapılmalıdır. (Emir kulu olmanın masumiyete yetmediğiyle ilgili içtihat içinse, bakınız Nazilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri.)

Ama tüm bunlar kulaklarımızın duyduğu gerçeğini değiştirmiyor. Velev ki hepimiz kandırılmış olalım, iddia edilen belgeler sahte, sonradan iPad’le falan üretilmiş olsun. Sadece bu plan semineri bile delil kabul edilse yapılan baştan aşağı suçtur hem de Çetin Doğan ve arkadaşlarına bu cezanın verilmesine yetecek kadar büyük bir suçtur bu.

Bir kadına beş kez tecavüz etmiş bir adam, altıncı kez aynı kadının kapısında kemerini çözerken yakalanınca “Ama hayır bu kez tecavüze yeltenmedi, çünkü o kemer o yıl üretilmedi” diye bu kadar kendinden emin en öne atlayıp hararetle savunmaların hangi vicdana ve adalet anlayışına sığdığını herkes bir düşünsün.

Bana bu çiğ tavuk, bırakın eski Kemalist asker dostlar için ya da kayınpeder için baba hatırına bile yenmez geliyor.

Taraf, 23.09.2012

 

Darbecilik mahkûm oldu

Türkiye’de darbeciler benim hatırladığım kadarıyla bundan önce iki kere “darbeye teşebbüs” suçuyla yakayı ele verdiler ve yargılandılar.

Bunlardan birincisi Talat Aydemir cuntasıydı. 27 Mayıs’ın muzaffer darbecileri, başarısız darbecileri affetmediler. Aydemir ve Fethi Gürcan, 27 Mayıs cuntası tarafından yargılandı ve idam edildi.

İkincisi de Madanoğlu cuntasıydı. 12 Mart’ta “sağcı faşist” Tağmaç-Türün cuntası, “solcu-faşist” Madanoğlu cuntasını etkisiz hale getirdi ve yargıladı. Ama cuntanın ucu kuvvet komutanlarına kadar uzandığı için, galip cunta, olayı işi büyütmeden örtbas etmeyi tercih etti. Madanoğlu ve arkadaşları yargılandılar ama beraat ettiler.

Her iki olay da cuntacıların birbirini yargılamasıydı. Yargılayanla yargılanan aynı suçu işlemişti. Aralarındaki tek fark birinin başarılı, diğerinin başarısız darbeci oluşuydu.

Darbe sevicilik yeni bir kılıkla karşımızda

Darbecileri suçüstü yakalayıp yargılamak sivillere ilk kez nasip oldu. Balyoz davası, sivil siyasetin yargıya verdiği cesaretle, bağımsız yargının bir darbe teşebbüsünü yargılayıp cezalandırdığı ilk örnektir.

Balyoz davası kararı bu bakımdan, Türk demokrasi tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir. Sadece yargının değil, siyasetin de toplumun da rüştünü ispat etmesidir.

Peki böyle bir ülkede, yani toplumun kendi iradesini hiçe sayıp onun seçtiklerine karşı darbe yapan suçluları hiçbir zaman yargılayamadığı bir ülkede; böyle bir ilkin gerçekleşmesinin bütün toplum tarafından bayram sevinciyle kutlanması gerekirken bu tablo neyin nesi?

İki büyük muhalefet partisi; basının, STK’ların, kanaat önderlerinin neredeyse yarısı; büyük baroların (evet, baroların bile) bir kısmı ve toplumun bir kesimi mahkeme kararı karşısında yas tutuyor. Darbecilerin ardından kahramanlık menkıbeleri yazıyor, marşlar söylüyor, ağıt yakıyor. Ve bizim, tuttukları yasın sebebinin, davada savunma haklarının ihlal edilmesi, hukuka uygun bir yargılama yapılmaması olduğuna inanmamızı bekliyor. Darbeciler için değil, hukuk devleti için üzüldüklerini iddia ediyor!

Hayret! Madanoğlu cuntasının alenen ve resmen suç işlediği apaçık ortada olduğu halde, onların beraat etmesine hiç üzülmemişlerdi. Adaletin tecelli etmemesine hiç mi hiç aldırmamışlardı o zaman. Şimdi ne oldu da böyle hassaslaştılar? Çünkü darbeciyi alenen savunmak artık çok zor bir ülkede. O yüzden de darbe sevicilik, ancak “hukuk sevicilik” kılığına bürünmüş bir halde çıkabiliyor karşımıza. Ama doğrusu kostüm üzerlerinden dökülüyor.

Davanın özü 

Dava dosyasında yer alan kimi delillerin sahte olup olmadığı, mahkeme heyetinin sanıkların savunma haklarını ihlal edip etmediği, cezanın azami haddinin uygulanmasının ya da birçok sanık için 59. maddenin uygulanmamasının hukuka uygun olup olmadığı, hem Yargıtay tarafından hem Anayasa Mahkemesi ve belki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından incelenecek. Belki karar bazı sanıklar açısından bozulacak.
Ama bütün bunlar, bu kararın özünü değiştirmeyecek.

Bu kararın özü, 2003 yılında 1. Ordu Komutanlığı’nda gerçekleştirilen seminerin bir savaş oyunu olmayıp dört başı mamur bir darbe hazırlığı olduğudur. Sanıklardan hangilerinin bu suça ne kadar katıldığı, ne kadar sorumlu olduğu davanın özünü ilgilendirmeyen, ayrı bir meseledir. Bu konuda değerlendirme hataları varsa tek tek sanıkların durumunun yeniden incelenmesiyle Yargıtay’da düzeltilebilir.

Bütün bunlar, bu kararın özünü değiştirmez. Savunmanın sahte olduğunu iddia ettiği CD’ler delil olarak kabul edilmese bile, bir bavul dolusu orijinal belge, ses kaydı ve bizzat zamanın Genelkurmay başkanının ve bazı üst düzey komutanlarının tanık ifadeleriyle ortaya çıkan bu gerçek gölgelenemez.

Yargı rüştünü ispat etti

İşin aslı şu ki, biz bu gerçeği, taa suç belgeleri ordu içindeki bazı yurtsever subaylar tarafından ordu dışına çıkarılıp basına verildiği andan beri biliyorduk. Mesele, yargının elindeki o belgeleri değerlendirmeye ve hukuku uygulamaya cesaret edip edemeyeceğiydi. Türkiye’de şimdiye kadar hiç olmayanı yapmaya, kuvvet komutanlarına kadar uzanan bir suç zincirini açığa çıkarıp cezalandırmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini kestiremiyorduk.

Şükürler olsun ki, bunu başardılar.
Bu mahkeme heyeti, dava boyunca üzerlerinde kurulan ağır siyasi baskıya, Meclis’teki ana muhalefet partisi ve üçüncü büyük partinin doğrudan savunma safında yer almasına; savunmanın engelleme girişimlerine, medyanın karartmalarına, ordudan gelen “rahatsızlık” sinyallerine ve AK Parti düşmanlıklarını bu dava üzerinden yürütmeye çalışan geniş bir sözde demokrat kesimin siyasi kampanyasına rağmen dik durmayı başardı.
Türkiye onlara çok şey borçlu.

Bugün, 24.09.2012

Demokratikleşme ve PKK (1)

0

 

Emre Uslu, PKK ile demokratikleşme arasındaki ilişkiyi irdeleyen dört yazı yazdı. (1, 5, 12 ve 15 Eylül 2012, Taraf) İlk yazısından sonra kendisiyle sosyal medyada bu konuyu tartıştık. Ardından Akın Özçer (04. 09. 2012, Taraf), Murat Aksoy (11. 09. 2012, Yeni Şafak) ve Bekir Berat Özipek de (6 ve 13 Eylül 2012, Star) tartışmaya dâhil oldu. Konu önemli; tartışmayı sürdürmekte fayda var.

Uslu, iki temel görüşü savunuyor: Bir, Kürt meselesinin çözülmesi ve demokratikleşme PKK’yi bitirmez, aksine güçlendirir. İki, PKK’yi güçlendirse de güçlendirmese de Türkiye demokratikleşmek için gerekli adımları atmalıdır.

İkinci görüşte mutabıkız. Gerçekten de Türkiye, sonuçlarından bağımsız olarak demokratik hak ve özgürlükleri tanıyan bir toplumsal düzeni tesis etmelidir. Kadim devlet anlayışı, bu yönde takip edilecek bir politikanın olumsuz birtakım neticeler doğuracağından korkar. Oysa Türkiye’de toplumsal barış ve istikrar ancak daha fazla demokrasi ile mümkün olabilir.

Uslu’nun ilk görüşünü ise sorunlu buluyorum. Uslu, “Demokratikleşme, PKK’yi bitirmez” diyor, zaten bu tartışmaya katılan hiç kimsenin böyle bir iddiası olmadı. Türkiye kararlı bir şekilde demokratikleşme standartlarını yükseltse de PKK şiddetten vazgeçmeyebilir. Önemli bir kurumsallaşma ve kitlesel güce sahip olan PKK, Kürt meselesi demokratik bir çözüme kavuşsa da bir siyasi yapı olarak varlığını devam ettirebilir. Herkes bunun farkında; bu nedenle tartışma PKK’nin bitip bitmeyeceği değildir.

Tartışmanın düğüm noktası, PKK’nin nasıl olup da bu kadar büyük bir toplumsal güce kavuştuğudur. Acaba neden Kürtlerin önemli bir kısmı amacına ulaşmak için şiddete başvuran PKK’yi desteklemektedir? Ve acaba hangi enstrümanlara müracaat edilirse PKK’nin yanında saf tutan Kürtler PKK’yi ve kendi duruşlarını sorgulayabilir ve bundan vazgeçebilirler? Tartışmayı bu minval üzerinden yürütmek gerekir.

Türkiye’de devlet politikaları ile PKK’ye verilen destek arasında çok yakın bir ilişki bulunuyor. Daha açık bir deyimle, Türkiye demokrasiden uzaklaştığında PKK güç kazanıyor, demokrasiye yaklaştığında ise PKK güç kaybediyor. Bu düşünceyi iki tarihsel kesit (1990-1995 ve 2002- 2004) üzerinden açıklamaya çalışacağım.

Türkiye, hak ve özgürlüklerin PKK’ye alan açtığı ve salt silahın gücüyle PKK’ye boyun eğdirilmesi halinde PKK’ye verilen desteğin azalacağı fikrinden hareketle 1989’dan itibaren PKK’ye karşı bir “özel savaş” yöntemine başvurdu. Buna uygun olarak da halk üzerinde baskılar yoğunlaştı, bütün demokratik haklar fiili olarak ortadan kaldırıldı. Ardı ardına faili meçhul cinayetler işlendi. Köyler boşaltıldı, milyonlarca insan zorla göçe tabi tutuldu. Peşi sıra siyasi partiler kapatıldı, Kürt vekiller hakaret edilerek Meclis’ten alınıp hapishanelere kondu. Sokak ortasında vekil öldürüldü. Gazeteler bombalandı, Kürt işadamları PKK’ye yardım ettikleri gerekçesiyle katledildiler. Güvenlik güçlerinin eli çok rahattı; istedikleri gibi davranıyorlardı; işkence sistematik bir sorgu ve cezalandırma metodu olmuştu.

Devlet terörü

Adını koymakta mahsur yok; bu dönemde devletin Kürtlere uyguladığı tam manasıyla bir “devlet terörü” idi. Peki bu terörün ve tüm anti-demokratik tedbirlerin (!) nasıl bir sonucu oldu?

Sonuç şu: PKK, çok güçlendi ve tam anlamıyla kitlesel bir güç haline geldi. PKK’ye katılımlar arttı; öyle ki PKK düşündüğünden ve yönetebileceğinden çok daha fazla bir katılımla karşı karşıya kaldı. Bugün PKK’den kopan, ama o dönemler PKK’nin en önemli isimlerinden olan Osman Öcalan, 1991’de bir gazeteciyle yaptığı görüşmede, Türkiye’ye uyguladığı bu politikasından dolayı teşekkür etmişti. Öcalan’a göre, Cizre’nin bir “PKK Kalesi” olmasında, devletin takındığı tavrın büyük bir etkisi vardı: “Cizre’nin yarısını biz kazandık, diğer yarısını ise TC bize gümüş bir tepside sundu” der Öcalan. (İsmet İmset, PKK, s. 140)

Demokrasi sıkıntısı

 

2002-2004’de ise durum farklıydı. 2002 seçimleri merkez sağ partileri tasfiye etti, 28 Şubat’ın gadrine uğramış bir kadro tek başına iktidar oldu. AKP, devlet içi derin odakların kendisini alaşağı etmesini önlemek için demokrasi ipine sarıldı ve AB reformlarına büyük bir hız verdi. Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK’nin güçlerini sınır-dışına çekmesiyle oluşan çatışmasızlık durumu da olumlu bir ortam sağlamıştı. Türkiye, bu dönemde yasal ve anayasal birçok değişikliğe imza attı, demokrasisini tahkim etti. Bu durum, Kürt meselesinin de demokrasi içinde çözülebileceğine dair umutların artmasına neden oldu. Söz konusu dönemde yapılan bütün kamuoyu araştırmaları, AB’ye en fazla desteği Kürtlerin verdiğini gösteriyordu. Kürtler AB’ye, hem yaşam koşullarını iyileştirecek, hem de Kürt meselesinin çözümü için uygun zemini sağlayacak bir manivela olarak bakıyordu.

Demokratikleşme sürecine Kürtlerin verdiği tepki PKK’yi de etkiledi. Gelinen aşamada PKK içerisinde iki eğilim vardı: Biri, sorunun siyasi yollardan çözümü için çalışmanın daha doğru olacağını belirtiyordu; diğeri ise silahlı mücadeleye devam edilmesi gerektiğini savunuyordu. Nitekim 2004’te yapılan Kongre’ye bu görüş ayrılığı damga vurdu. PKK’nin eski üst düzey yöneticilerden Nizamettin Taş, kendi grubunun savaşa karşı çıktığını ama Abdullah Öcalan’ın avukatlarından birinin “Başkan’ın kararıdır” diyerek Kongre’ye savaş kararını dayattıklarını belirtiyor. Taş’a göre, PKK’nin tekrar silaha sarılması, derin devletle bağlantılıydı ve amaç AKP’nin tasfiyesi için PKK’nin devreye sokulmasıydı. “PKK’nın savaş kararı alması otomatik olarak PKK’yı, AK Parti’ye karşı Ergenekon’un darbe girişiminin aracısı haline getirdi.” (www.rizgari.com/modules.php?na me=News&file=print&sid=27472)

Silahlı mücadeleye devam kararı alanlar demokratikleşme adımlarından rahatsızdılar. 12 Ekim 2004’te Gündem’deki “Komplo ve Öcalan’a yaklaşım” başlıklı yazı, görmek isteyenler için, bu rahatsızlığın nedenini gözler önüne seriyordu. Yazıda Öcalan’ın yakalandığı günü protesto eylemlerinin gittikçe heyecanını kaybetmesinden duyulan rahatsızlık dile getiriliyor ve bunun nedenleri sorgulanıyordu:

“6. yıldönümünde Kürtler, çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özellikle Avrupa’da yaygın geçti. Ancak Türkiye’de aynı yoğunlukta geçmedi. Hatta belli alanlar dışında ciddi bir tepki, eylemlilik söz konusu olmadı… Çok sınırlı bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Kürt demokrasi güçleri, özellikle kurumsal yapılar ve kadrolar, yıldönümünde komployu derinden hissetmedi… Bunun, Güney eksenli gelişme ve özellikle de AB süreciyle ilişkisi var mı? Bizce tartışılır. Bu iki olgunun, genelde Kürtler, özelde Kürt demokratik yapılarında sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar yaratıp yaratmadığı, soruna ve sürece bakış açılarını etkileyip etkilemediği önemli tartışma konusudur ve bizce tartışılmalıdır…”

Bu tablo, Uslu’nun savunduğunun aksine, demokratikleşmenin PKK’nin gücüne güç kattığına değil, aksine PKK’nin demokratikleşmeden rahatsızlık duyduğuna işaret eder. Gerçek bir demokrasinin tesis edilmesi durumunda olması muhtemel iki şey vardı: Birincisi, PKK’nin bizzat kendi içinde silahlı mücadele yöntemi daha fazla sorgulanabilir hale gelebilirdi. İkincisi, demokratikleşmeyle birlikte kendilerini devletin özgür ve eşit vatandaşı olarak görecek olan Kürtler PKK’ye daha fazla itiraz edebilir ve ondan uzaklaşabilirlerdi. Demokratikleşme, PKK’yi destekleyen Kürtlerdeki “parti” ve “Öcalan” bilincini zayıflatma potansiyeli taşıyordu.

PKK’nin demokratikleşmeden paniklemesinin arkasında bu vardı. Alper Görmüş’ün sözleriyle “Aslında denklem basit”ti: “Türk ulus-devleti baskıyı ne kadar arttırırsa (ve dolayısıyla Kürtleri ne kadar çok korkutursa) Kürtler PKK’ya o kadar yaklaşır. Tersine, devlet ne kadar demokratikleşir, Kürtleri eşit vatandaşları olarak görüp gereğini yapmaya başlar, dolayısıyla da Kürtler için bir “korku nesnesi”olmaktan çıkarsa, Kürtler PKK’dan o kadar uzaklaşır.”
(Taraf, 13.12.2012)

Taraf, 24.09.2012