Almanya’da akıl tutulması

 

Musevi kökenli Alman düşünür M.Horkheimer (1895-1973) hâlâ yaşıyor olsaydı, aslında başka bir konseptte ortaya koyduğu “Akıl Tutulması” kavramının ne kadar sıklıkla ve her anlamda kullanıldığını görüp şaşırabilirdi.
Özellikle de bağnazlığın, başka din, yaşam ve ırk biçimine sahip olanların yok edildiği, kendisi gibi ülkeden kaçırıldığı Almanya gibi bir ülkede. Duayen gazeteci A. Külahçı’nın “Alman Klasiği: Sorun Yaratmak Almanların İşidir” yazısında da dile getirdiği gibi, Almanya’yı, Alman politikacıları anlamak çok kolay değildir. Hiç kuşku yok: Alman politikacı, Almanya için ve Almanya’nın çıkarları, refahı, güvenliği ve geleceği için vardır. Aldıkları her kararın olumlu olumsuz yönleri olabilir. Özellikle de ülkelerinde yaşayan ve orada doğsalar bile hâlâ “yabancı” görülenlerin, her zaman politik kararlardan memnun olmaları da gerekmez. Ama bu kadar anlamsız kararlar alıp, daha başından kaybetmeyi garantilemek için gerçekten “akıl tutulması” gerekiyor.

Amerika’daki deli saçması provokasyon film ve devamında yaşananlar da, “akıl tutulmasının” nasıl kolay yayılabileceğinin kanıtı oldu. “Baharlar” “Kışa” dönerken, dünya hızla kutuplaşmaya gidiyor. Ama tam da bu noktada, Batılı toplumlarda sayısı sürekli artan Müslümanların varlığı, her konuyu daha dikkatlice ele almayı da gerekli kılıyor. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler yarım asrı geride bıraktılar. Yerleşik hale gelmeleri 80’li yıllarda gerçekleşti. 90’lı yıllar ise zor yıllar oldu. Soğuk Savaş bitince, Almanya’da birleşme heyecanı ve sevinci ile başta Türkler olmak üzere ülkedeki “yabancıları” reddetme refleksi birlikte gelişti. Bir anda ortaya çıkan Neo-Nazi çeteler, bilinçli bir biçimde “Almanya’yı Almanlaştırma, yabancılardan arındırma”ya giriştiler. Solingen ve Möln bunun en dramatik örnekleri oldu. Ne yazık ki sadece onlar da değil. Die Welt’in Amadeu-Antonio Vakfı verilerden hareketle açıkladığına göre, 1990 yılından bu yana aşırı sağcı şiddet sonucu ölenlerin sayısı 182’yi buluyor (16 Kasım 2011). Bunların içinde en büyük bölüm de Türkler oldu.

2000’li yılların başında Almanlar Suriye asıllı B.Tibi’nin liderliğinde “Leitkultur” (öncü kültür) kavramı ile çok önemsedikleri ama ne olduğunu da bir türlü anlatamadıkları “entegrasyon” sorununa yönelik bir hamle yaptılar, ama sonuçsuz kaldı. 11 Eylül sonrasında yaygın paranoya, hedef olarak Türklere kilitlenenlerin hem sayısını artırdı hem de “radikal İslam, terör” gibi ilave kavramlarla da alanı genişletti. Vatandaşlık, özellikle çifte vatandaşlık, anlamsız “güvenlik kaygıları ile” reddedildi. Bu da yetmedi, vatandaşlık için bir “vicdan testi” yaratıp (mesela “oğlunuz homoseksüel olmayı tercih ederse ne dersiniz” gibi soruları da sorarak) “sadece bizim gibi olanlar lütfen” demeye çalıştılar. “İslam da Almanya’nın bir parçasıdır” deme gafletinde bulunan Hıristiyan Demokrat parti kökenli Cumhurbaşkanı Wullf’a ödetilen bedel çok ağır oldu. Sonra sosyal demokrat T.Sarrazin’li günleri yaşadık. 2 milyon satan kitabında Türkleri aşağılayarak bir kez daha hedefe oturmayı başaran yazara gelen “örtülü destek” dehşet vericiydi. En son Alman medyasının “döner cinayetleri” gibi vahim bir kavramla tanımladığı 2000-2007 arasındaki seri cinayetler, Almanya gibi bir güvenlik devletinde ancak örgüt kendi içinde sorun yaşayıp polise teslim olunca ortaya çıkabildi. 8 Türk, 1 Türk sanılan Yunanlı ve bir Alman polisi öldüren çete, 8 yıla varan bir süre içinde bankalar soymuş, bombalamalar yapmış ve polisin, istihbaratın eline her nasılsa geçememişlerdi. Bu cinayetlerin en vahim tarafı masum insanların öldürülmeleriydi, ama bir başka vahim ve ne yazık ki “başarılı” tarafı ise, önce Türkleri öldürüp, sonra bu cinayetlerin Türkler arasında bir “hesaplaşma” olduğuna dair kamuoyunun yanıltılmasıydı. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) tarafından Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli 1.058 kişi ile Aralık 2011’de yapılan araştırmada (www.hugo.hacettepe.edu.tr), Türkler cinayetlerin devam edeceğine; olayın arkasında bir biçimde Alman devletinin bazı kurumlarının olduğuna inandıklarını söyledikten sonra çok önemli iki görüş daha bildirmişlerdi: 1. Bu cinayetler bütün Alman toplumuna mal edilemez, küçük radikal grupların işidir, 2. Ne olursa olsun biz burada kalıcıyız. Burada ortaya çıkan sonuçlarda Türklerin iyi niyeti, âkil tutumu, birlikte yaşam iradesi ve vicdanın altının mutlaka çizilmesi gerekiyor. Ama süreç yine akıl almaz skandallarla devam ediyor. Belgeler yakılıyor, yok ediliyor, istihbarat elemanlarının, bazı polislerin Neo-Nazi örgütleri ile ilişkileri açığa çıkıyor ve Almanya da suni gündemlerle sorunu aşmaya çalışıyor. Son günlerde Almanya’da nur topu gibi yararsız iki gündem maddesi var: “Sünnet yasağı” ve “Vermisst” kampanyası. Bir mahkemenin “sünnet”i “vücut yaralama” olarak kabul etmesi ve yasaklaması ile Alman mahkeme sadece kendi inançları için yaşam alanı olduğunu söylemiş oldu. Buradan hareketle özellikle yaz aylarında “oruç”, dizlere zarar veriyor diye “namaz”, hatta gözlere zararı var diye “Kur’an okuma” da yasaklanabilir! Tabii mesela küçücük kız çocuklarına küpe takmak nedir, yaralama değil mi ya da dövme yaptırmak, kimse sormuyor! “Akıl tutulması” ise kabul edelim ki Müslüman cemaatlerden daha çok Yahudilerin Almanya’daki gücü ile aşılabildi. İsrailli hahambaşı Y.Metzger, Berlin’de “Yahudilere çocuklarınızı sünnet ettirmeyin demek, dininizi değiştirin demektir.” dedi. Gerçekten de bu kadar açık bir durum vardı ortada. Doğrudan Şansölye A. Merkel devreye girdi ve yasak kaldırıldı. Daha bu tartışma bitmeden “Almanya Güvenlik İşbirliği İnisiyatifi” kapsamında “Kayıp”-“Özlüyoruz” kampanyası için hazırlıklara başlandı. Alman İçişleri Bakanlığı, “Müslüman gençlerin İslamcı terörist olmaması için ailelerinin desteğini almak ve toplumu uyarmak için” billboard ve gazete ilanlarıyla resimli bir kampanya başlatıyor. 21 Eylül’de başlaması planlanan kampanya için, Almanya’da gayet sıradan, her yerde her zaman görebileceğimiz türden ama tabii ki siyah saçlı, siyah gözlü, başı örtülü ve isimleri “Ahmed”, “Fatma” vb. olan, yani Müslüman olduğu belli olan gençlerin resimlerinin yanına “Bu kızımız Fatma. Onu özlüyoruz, çünkü artık tanımıyoruz. Bizden gittikçe uzaklaşıyor ve günden güne aşırı fikirler savunuyor. Onu kaybetmekten korkuyoruz. Fanatik dincilerin ve terör gruplarının ağına düşmesinden korkuyoruz!” ibaresi yazılıyor. Bu kampanya için Alman İçişleri Bakanlığı 300 bin Euro para harcamış. Başbakan Yardımcısı B.Bozdağ da haklı olarak kampanyayı eleştiriyor ve “İnisiyatif yürütülürse, bu Alman hükümetinin ülkedeki Müslümanları bir güvenlik meselesi, Alman toplumu için potansiyel tehlike olarak gördüğü anlamını taşır. Bu, din ve vicdan özgürlüğüne açık bir saldırıdır.” diyor.

 

Bu kampanyanın adı ancak “akıl tutulması” olabilir: (1) Bu tür bir kampanya ile asla teröre kayacak kişi engellenemez, hatta bu tür kampanyalar “yabancılık” vurgusunu kemikleştirip teşvik edici bile olabilir; (2) Sıradan Müslümanların resimleri ile kamuoyunda, özellikle de 11 Eylül sonrasında adeta paranoyak haline gelen Batılı toplumların gözünde bütün Müslümanları potansiyel terörist olarak gösterir; (3) Aynı dönemde ülkede gerçek bir terör-tehdit ortamı ırkçılardan, Neo-Nazilerden gelirken, bu kampanyayı yaparak öldürülenlerle ve aileleri ile alay edilmiş olur, inandırıcılık kalmaz.

Almanya’da yaşayan 3,8-4,3 milyon arasında tahmin edilen Müslümanlar içinde üç milyonluk Türkiye kökenlinin (yüzde 69-78 arası) varlığı dikkate alınırsa, kampanyaların hedefinin kim olduğu açıktır. Üstelik bu yarım asırda Türklerin kitlesel olarak neden olduğu hiçbir güvenlik sorunu olmamasına; hem Almanya’ya hem Türkiye’ye bu kadar katkı sağlamalarına rağmen yapılacak bu tür kampanyalar sadece Türklerin Alman devletinden, toplumundan soğumasına, Almanların da devlet eliyle paranoyaklaştırılmasına neden olur. Bu akıl tutulması değil de nedir?

Zaman, 22.09.2012

 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et