Ana Sayfa Blog Sayfa 419

Kendi devletinizi seçmek ister misiniz?

Herkes vatandaşı olacağı devleti kendi seçebilseydi ne olurdu? Kuşkusuz vatandaşlar daha özgür, devletler de kimin ‘patron’ olduğunun bilincinde olurdu.

Ve de emin olun bazı devletler kendilerine vatandaş bulamazlardı. ‘Devletler piyasası’nda devletler birbirleriyle rekabet eder, her biri vatandaşlarına ne kadar iyi hizmetler sunduklarını, temel hak ve özgürlüklerine ne kadar riayet ettiklerini, hukuk devleti ilkesine nasıl uyduklarını, ne kadar şeffaf olduklarını vs. anlatırlardı. Böyle bir ‘rüya’da biz vatandaşlar neye göre seçerdik devletimizi? Devleti yönetenlerin bizim dilimizi konuşup konuşmadıklarına göre mi yapardık seçimimizi, yoksa başka kriterlere mi bakardık? Özgürlüğü mü tercih ederdik, ‘bizimkilerin’ despotizmini mi?

Bu ‘fantazi’yi bir yana bırakıp başka bir ‘düş’ kuralım şimdi de, daha ‘mekanik’ bir şey olsun bu. Mesela biz devletlerin vatandaşları değil de ‘müşterileri’ olsaydık nasıl bir devlet-toplum ilişkisi oluşurdu acaba? Vatandaşın devlete ‘sahip’ olması, yönetimine katılması, yöneticilerden hesap sorması gibi bütün ‘normal’ taleplerimizi de bir kenara bıraktığımızı varsayalım. Yönetsel anlamda ‘profesyonel’ bir devlet örgütü var, hizmet sunuyor, biz de hizmetleri satın alıyoruz. Üstelik fazladan da ekonomik faaliyetlerimizden ve kazancımızdan ‘devlet şirketi’ne vergi ödüyoruz. Sanırım böyle bir devlet bile vatandaşlarına hizmet sunmak noktasında mevcut birçok devletten daha ileri olurdu. Bu varsayıma bir de ‘devlet hizmeti’ sunanlar arasında ‘müşteriler’in istediğini tercih etme imkânını koyduğunuzda, yani devletler arasında daha çok ‘müşteri’ye ulaşma rekabeti kattığınızda hizmetlerin kalitesi herhalde daha da artardı. Müşterilerin istedikleri ‘devlet şirketi’ni seçerken ülke değiştirmediklerini, aynı ülkenin yönetimi için birden fazla ‘şirket’in, yani hizmet sunucusunun bulunduğu rekabetçi bir rejimde ise hizmet kalitesi tavan yapabilirdi.

Tamam bunlar fantazi. Devleti sadece bir ‘hizmet sunucusu’ veya şirket olarak tahayyül etmek bu ülkede bid’atların en büyüğü sayılabilir. Ama bakın dünyada neler oluyor? Ünlü Fransız aktör Gerard Depardieu, önceki gün ‘Rus vatandaşı’ oldu. Pasaportunu da Rus Devlet Başkanı Putin’in elinden aldı. Depardieu’yi 65 yaşında ‘Rus’ yapan Fransız hükümetinin yüksek gelirlilerden almayı planladıkları çok yüksek vergiler. Sosyalist Hollande yıllık gelirleri 1 milyon Euro’nun üstünde olanlardan % 75 oranında vergi alacak. Depardieu, bunu ‘başarının ve kazancın cezalandırılması’ olarak niteliyor. Zenginler, bu arada ünlü oyuncu ‘çıkış hakkı’nı kullanıyor. Benzer durumdaki bazı Fransızların da Belçika vatandaşlığına geçtiği biliniyor.

‘Çıkış hakkı’ devletin müdahaleci eğilimlerine karşı bir imkân. Çıkış hakkını kullananlar devletlerinden kaçarlar. Devlet olmayan bir alana değil, ama en azından kaçtığı konuda ‘daha iyi’ bir performansı olan devlete yönelirler. Dolayısıyla ‘çıkış hakkı’nın ve imkânlarının varlığı devleti terbiye edici bir işlev görür. Vergi politikası vatandaşın devletle ‘akti’ni gözden geçirmeye neden olabilir. Ne de olsa ‘mülkiyet’ temel ve kadim bir hak. Ama onun kadar kadim başka haklar da var; mesela yaşama hakkı, özgürlük hakkı…

Suriyeli 500 bin kişi göçmen. Yaklaşık 2 milyon kişi de ‘iç göçmen’. Nedir bu insanların derdi de evlerini terk edip bu kadar çileye katlanıyorlar? Nedeni basit; devletleri onlara en temel hakları olan yaşam haklarını vermiyor. Bir kısmı kaçıyor, çıkış hakkını kullanıyor, bir kısmı da savaşıyor, direniş hakkını… Kısaca devlet işlevini yerine getirmez, temel hak ve özgürlükleri tehdit eder hale gelirse ‘gönüllü’ vatandaş bulamaz. ‘Zorunlu’ vatandaşlar da isyan eder. ‘Devletini kendi seçen vatandaş’ aşamasına gelmedik, ama bildik ulus-devletler çağı da çoktan geçti.

Zaman, 08.01.2013

Yeni Yükseköğretim yasası çalışmalarına yönelik öneriler

Yeni Yükseköğretim Yasası yapım süreciyle Türkiye’nin, akademik/sivil/siyasi güçleri önemli bir sınavdan geçmektedirler. 12 Eylülden bu yana tartışılan, eleştirilen ve değişmesi gerektiği üzerinde anlaşılan, Yükseköğretim yasasının yapım süreciyle karşı karşıya bulunmaktayız. Olağan yönetim durumların dışında sivil iradenin öncülüğünde bir “Yasa” yapılmaya çalışılmaktadır. Daha önce YÖK yasasında kısmi değişiklikler ile gündeme gelen tartışma/tepkiler düşünüldüğünde bu sürecin sıkıntısız atlatılması beklenemez. Yükseköğretim Yasası’nı yapma deneyimi demokrasinin geldiği aşamayı bizlere gösterecektir.

Paydaşların katılımları ile yapılan “ortak akıl platformu” toplantıları ve kamuoyundaki tartışmalarla şekillenen yasa taslağı; çeşitlilik, kurumsal özerklik, hesap verebilirlik, rekabet edebilirlik, performans ve kalite güvencesi gibi yönlere vurgu yapması ve öncelemesi otuz yıllık paradigmanın da değiştiğini göstermesi açısından önemlidir.

Yeni yasa ve değişenler

Yükseköğretim Yasa tasarısında üniversiteler, devlet, vakıf ve özel olarak çeşitlendirilmekte, ayrıca yabancı üniversitelerin ülkemizde eğitim kurumu açmaları yasada yer almaktadır. Özel ve yabancı üniversitelerin faaliyet göstermesi rekabeti de beraberinde getirecektir. Yerli üniversitelerimizin, eğitim niteliği, materyali ve fiziki yapılarıyla yerelden evrensele evrilmesi ve dünya üniversiteleriyle yarışması bakımından itici güç olacaktır.

Üniversite Konseylerinin kurulması, akademik ve idari olarak üst kurul olması, yapısal anlamda üniversitelerin özerk kuruma geçiş açısından ilk adım olarak algılanabilir. Ama ‘Üniversite Konsey’in de görev alacak olan üyelerinden bazılarının hali hazırda görev yapanlar içerisinden seçilmesi yönetişim açısından sıkıntı doğuracaktır. Bakanlar Kurulunun üye vermesinin özerklik ve ademi merkeziyetçilik bakımından sakıncalı yanları olabilir. Üniversite konseylerinin görev tanımları ile Rektör, Senato ve Üniversite Kurulu’nun görev tanımları yeniden ayrıştırılarak yapılmalı, ilerde doğacak yetki sorumluluğu ve görev alanı çatışmaları önlenmelidir.

Rektör atanması/seçilmesi ile ilgili; seçim/atama yöntemleri ve atayacak/onaylayacak kurul/kurum/makam netleştirilmelidir. Rektör’ün beş yıl için göreve atanması/seçilmesi ve Rektör Yardımcıları’nın görev süresi, Rektör’ün görev süresine bağlı olması ekip çalışma mantığı acısından kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Aynı Devlet üniversitesinde iki defa rektörlük yapamaması verimlik açısından olumlu/olumsuz yanları yeniden gözden geçirilmelidir.

Yeni yasa ve vakıf üniversiteleri

Kamuoyunda, bütün olumlu/olumsuz önyargı ve tartışmalara rağmen vakıf üniversitelerinin eğitim sistemine katkısı tartışılmazdır. Vakıf üniversiteleri kar amacı gütmeyen yüksek eğitim kurumlarıdır. Yeni yasa tasarısında vakıf üniversitelerinin Bakanlar Kurulu kararı ile kurulması, kamu tüzel kişilikten, özel hukuk kişiliği statüsüne geçmeleri bazı haklardan mahrum kalabilecekleri şüphesini uyandırmaktadır. Özel üniversite’lerin açılmasının gündemde olduğu yasa tasarısı çerçevesin de, kuruluş amacı tamamen “sosyal sorumluluk” temelli olan vakıf üniversitelerinin mağdur edilmemelidirler.

Bir çok vakıf üniversitesi; kampuları, eğitim hizmetlerinin, öğrenci sosyal yaşam alanlarının çeşitliliği, sosyal sorumluluk projeleri ve çevreyle kurdukları iletişim, akademik çalışmalara verdikleri önem, öğrencilere ayni ve nakdi verdikleri burslar gibi, yaklaşımlarıyla bir çok başarılı akademisyen ve öğrenciyi yurt dışına gitmekten alıkoyarak “beyin göçü”nün engellemekte ve tersine çevrilmesine katkı sunmaktadır. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın açıkladığı “Üniversitelerarası Girişimcilik ve Yenilikçilik Endeksi’nde Sabancı, Bilkent, Özyeğin, Koç, TOBB Üniversitesi gibi ‘vakıf üniversite’lerinin ilk on’da yer alması bunu teyit etmektedir.

Bir yandan bütün desteğini ve kaynaklarını kamudan alan Devlet üniversiteleri diğer yandan kar amacı ile kurulacak olan özel üniversiteler ile rekabet açısından, vakıf üniversitelerin durumu daha titiz bir şekilde incelenmelidir. Vakıf üniversitelerinin bir diğer sorunu da boş kalan kontenjanlardır. Her yıl onlarca kontenjan boş kalmakta binlerce genç de üniversite yaşamının dışında kalmaktadır. Devlet burada hizmet alımı yaparak Vakıf üniversitelerin boş kalan kontenjanlarının doldurulmasına katkı sunarak daha çok gencin eğitim almasına sağlamalıdır.

Yeni yasa ve idari çalışanlar

Üniversitelerin, akademik personel üzerinden yapılandırılması, idari personelin dışlanmasına neden olacaktır. Böyle bir yapılanmanın çalışma barışı ve verimlilik, şeffaflık ve adalet konusunda soru işaretlerini de beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Üniversiteler; akademisyenler/öğrenciler/idar i çalışanları ile bir bütündür. Yasa çalışmasında idari personelin görev tanımı, sorumluluk alanları ve yetkileri netleştirilmelidir.

Üniversite idari teşkilat şemasında Rektör’den sonra gelen, Üniversite Genel Sekreteri’nin görev ve sorumluluk alanı yeniden yapılarak, Senato ve Üniversite Yönetim Kurulu toplantılarına katılıp sadece not tutan pozisyonundan çıkarılmalıdır. Genel Sekreter’in koordine ettiği; strateji geliştirme, kalite ve akreditasyon, araştırma ve geliştirme, insan kaynakları, gayrimenkul yönetimi ve geliştirme, destek hizmetleri, bilgi yönetimi gibi, birimlerin yaptığı çalışmaları ile Üniversite yönetim kurulunun alanları örtüşmektedir. Genel Sekreterin, üniversitenin idari konularda en üst karar organı olan ‘Üniversite yönetim kurulu’ toplantılarına, söz ve oy hakkı olarak katılması gerekmektedir. Genel Sekreterlik makamının idari süreç içerisinde etkin hale getirilmesi, aynı zamanda Rektör’ün akademik çalışmalara daha fazla zaman ayırması bakımından da katkı sunacaktır.

Yeni yasa çalışmaları sonucunda ortaya çıkacak Yükseköğretim kurumlarının yeni yapısının; devlet’i önceleyen, merkezi/bürokratik bir yapımı yoksa bireyi önceleyen, hak ve özgürlüklere saygılı, ademi merkeziyetçi liberal’mi olacağıdır.

Taraf, 07.01.2013

Otoriter eğitimden organik eğitime..

Türkiye’de eğitim 4+4+4 Eğitim Reformu, MEB Teşkilat kanununda yapılan değişiklikler, Milli Güvenlik Bilgisi derslerinin kaldırılması, resmigeçit törenlerinde yapılan düzenlemeler, seçmeli Kürtçe ve Kur’an dersleri, Aleviliğin müfredata girmesi ve son olarak da öğrencilere tanınan kıyafet serbestliği gibi bir takım yeniliklerle uzun süredir ülke gündeminden düşmüyor. Türkiye’de eğitimle sık oynadığına, eğitimin bir yapboza çevrildiğine dair üretilmiş yaygın bir ezber vardır. Oysa bu bir yanılsamadan ibarettir. Zaman zaman teknik birtakım değişiklikler yapılmış olsa da eğitimin yapısal sorunlarına dönük neredeyse 80 yıldır hiç oynanmamış bilakis muhafaza edilmiştir. Eğitimin yapısal sorunlarına dönük ancak son yıllarda birtakım reformlar yapılmaya başlanmıştır. Türkiye otoriter, tektip ve ideolojik eğitimden artık kurtulmak durumundadır. Ve çocukların doğal gelişimine uygun, özgürlükçü ailelere tercih imkânı sunan yeni ve farklı bir eğitim modelleriyle yola devam etmelidir.

Bilindiği gibi klasik/otiriter eğitim anlayışında öğrenme süreçleri hiyerarşik bir yapılanmada, planlı, programlı ve öğretmen kontrollü yapılır. Çocuklar ilgi, yetenek, beceri ve meraklarına göre değil yaşlarına göre sınıflandırılır. Bu tür ortamlarda “çocuklara da gelecek olarak” bakılır. Bu otokratik eğitim anlayışından kalma bir alışkanlıktır. Çünkü çocukları gelecek olarak bakmak onlar üzerinde bir hesabımız olduğunu açık eder. Bu bakımdan onları gelecek olarak bakmak yerine “çocuk” olarak değerlendirmek ve öğrenme süreçlerini ona göre dizayn etmek gerekir. Buda ancak “organik eğitim modeliyle” yani çocukların doğal gelişime zarar vermeyen öğrenme metotlarıyla mümkündür. Bilindiği gibi klasik eğitim anlayışında eğitim standart modellerle üsten alta kumanda edilerek yürütülür. Ken Robinson’un da ifadesiyle “ fast food” modeli gibidir. Oysa organik eğitim anlayışında çocuklara Russell’in de yaklaşımıyla tıpkı bir bahçıvanın bitkisine baktığı gibi bakılır. Yani çocuk  içsel bir doğaya sahip olan ve uygun hava, toprak ve ışık sağlandığında takdire değer bir biçim geliştirecek olan bir şey olarak değerlendirir. Bugün nasıl bir bahçıvan ürünü erken ya da geç yetiştirmek uğruna ona birtakım kimyasal ilaçlar aşılıyor ve bu yolla kamu sağlığına zarar veriyorsa aynı şekilde bir çocuğa da doğal gelişimine uygun düşmeyen birtakım militarist uygulamalar, öğrenme modelleri ve farklılıklara önyargılı olarak yetişmesine zemin hazırlayan teptip bir düşünce aşılandığında insanlığa zararlı bireylerin yetişmesine sebep olunur.

Klasik öğrenme metodunu tersyüz eden bir deney

Klasik eğitim anlayışı bireylere kendi yetenek ve ilgilerini keşfetme imkânı tanımak yerine belirli kurallar silsilesiyle onları otoriteye itaat etme eğilimi kazandırmaya çalışır. Dolayısıyla öğrenme yaklaşımları, modelleri, sınıf ortamları ve programlar vs. bireyin merakını tetiklemek yerine onları belirli bir kalıba sokmak uğruna tasarlanır. Bu yüzden öğrenci başarılarında ciddi düşüşler sergilenir. ABD’de klasik eğitim uygulamalarını tersyüz eden bir araştırma yapıldı. ABD’den MIT Media Lab‘ın kurucusu Prof. Nicholas Negroponte, Etiyopya’da yeni bir proje üzerinde çalıştılar. Negroponte ve arkadaşları bu proje için, hayatları boyunca hiç sözcük görmemiş, sokak tabelası ya da ürün paketi okumamış insanlarla dolu iki kasaba seçtiler. Kasabalardaki çocuklar adedince tablet bilgisayarı, kapalı kutular içinde bıraktılar. Tabletlerin yanına ne bir kullanma kılavuzu koydular, ne de açıklama yapması için bir görevli tayin ettiler. Kasabalarda elektrik olmadığı için, güneş enerjisi ile çalışan bu bilgisayarların içine, alt yazılı çizgi filmler, sesli kitaplar, oyunlar ve programlama dilleri içeren yaklaşık 1000 adet İngilizce uygulama önceden yüklendi. Negroponte ve ekibi, hiç kimsenin okumayı bilmediği bu coğrafyada, bilgisayarlar üzerinde yapılan tüm aktiviteleri uzaktan izleyebileceklerdi. Çocukların hangi uygulamaları ne kadar kullanacaklarını, daha da önemlisi kendi kendilerine okumayı öğrenip öğrenemeyeceklerini merak ediyorlardı.

Ayşe Kaya Akfırat’ın aktardığına göre Emerging Technologies 2012 konferansında, Prof. Negroponte, deneyin başında kutular kasabaya bırakılırken, çocukların kutularla bir süre oynayacağını düşündüğünü; oysa daha ilk 4 dakika geçmeden, çocuklardan birinin bir bilgisayarı kutudan çıkarıp çalıştırmayı başardığını anlatı. Çocuklar beşinci günün sonunda, günde ortalama 47 uygulama kullanıyor, iki haftanın sonunda İngilizce ABC (alfabe) şarkıları söylüyorlardı. Dahası çocuklar öğretmen gözetiminde öğrenen öğrencilerinden çok daha zengin bir uygulama kümesiyle çalışıyor, en az kendi tabletleri kadar arkadaşların tabletleriyle de ilgileniyorlardı. Aralarından biri, Paint programını açıp İngilizce arslan anlamına gelen “Lion” sözcüğünü yazmıştı. Dahası, Android işletim sistemini hack etmeyi başarmışlardı. Deney süresince tabletlerin masaüstünün değişmemesi için kurulan programı devre dışı bırakmışlar, araştırmacıların aktive etmeyi unuttukları laptop kamerasını ise çalışır hale getirmişlerdi. Deney; meraklarını doğru şekilde tetiklediğimizde çocukların kendi kendilerine öğrenme ve hatta çevrelerindeki yetişkinlere öğretme yetilerinin, tahmin edilenin çok ötesinde olduğunu bizlere göstermiştir.

Tamamen oyuna dayalı bir okul modeli

Dünyada çocukların merakını tetikleyen, geleneksel okul anlayışından tamamen farklı okul türlerine rastlamak mümkün. Örneğin New York’un Aşağı Batı yakasında “Quest to Learn” yani “Öğrenme Macerası adında bir devlet okulu var. Bu okulda Negroponte’nin deneyini ve ve önerdiğimiz organik eğitim modelini de olumlayacak farklı uygulamalar var. Her dersin, aktivitenin oyun merkezli tasarlandığı, karnelerde notlar yerine ‘acemi çaylak’, ‘çırak’, ‘kıdemli’ ya da ‘usta’ gibi uzmanlık derecelerinin yer aldığı; öğretmenler ve bilgisayar oyunu tasarımcılarından oluşan bir takımın müfredatı şekillendirildiği bir devlet okulu burası. Öğretmenler sadece kılavuzluk yapıyorlar. Çocuklar ise kendilerini derse aşırı kaptırıyor ve heyecanlarını bastırmakta güçlük çekiyorlar. Çünkü öğretmenler öğrencilerine ödev vermiyorlar, onlarla belli bir misyonu olan maceralara çıkıyorlar. Oyunları uzman bir ekip tarafından hazırlanıyor. Müfredattaki derslerin isimleri kadar, içerikleri de sıra dışı olan bu tür farklı okullar zamanla klasik eğitim kurumlarının pabucunu dama atacak gibi.

Türkiye’de yapabilir ancak;

Türkiye’de de zamanla farklı modeller oluşabilir. Ancak bunun için evvela eğitim ve okul anlayışımızı gözden geçirmek durumundayız. Ne yazık ki hala Türkiye’de eğitimin sadece devlet tekelinde bir hizmet olarak sunulmasını en iyi yöntem olarak gören ve farklı alternatif okul türlerine şans vermeyen bir algı mevcut. Bu yüzden bizde eğitim alanında farklı sektörler baş gösteremiyor. Örneğin alternatif okul türleri, farklı müfredat sağlayıcıları ve program yapıcılar piyasada etkin değiller. Bırakın bunları MEB’in attığı her yeni adımın karşısında bile ciddi bir direnç sergileyen kesimler var. Bu yüzden eğitim kurumlarında başarımız düşüyor ve öğrenciler yeteneklerini keşfetmeden büyüyorlar ve hayatlarında mutsuz oluyorlar. Diğer taraftan farklı okul türlerini mümkün kılmayacak yasal engeller bulunmaktadır. Ne yazık ki eğitimin büyük ölçüde topluma bırakılmasının/özelleştirilmesinin dolayısıyla serbest eğitim piyasasında rekabet ortamına açılmasının eğitime ne denli zenginlik katacağı daha henüz idrak edilemiyor.

Taraf, 07.01.2013

Vergi yüzünden ülke terk edilir mi?

Duymuşsunuzdur, ünlü Fransız aktör Gerard Depardieu Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın zenginlerden alınan vergileri yüzde 75 arttırma kararı üzerine Fransa vatandaşlığından çıkma kararı aldı.

İlk bakışta inanılmaz görünen bir tepki. Bir insan, hele hele zengin bir insan, sırf daha fazla vergi vermemek için yerini yurdunu terk edip gider mi? Gider… Eğer çok büyük haksızlığa uğradığını ve bu haksızlığın vatandaşlarının büyük bir çoğunluğu tarafından da desteklendiğini; yani kendisine yapılanın kolektif bir adaletsizlik olduğunu düşünürse, küser ve gider…

Depardieu’nün kendisine yeni vatan olarak Rusya’yı seçmesini anlamasam da, Fransa’dan gitmek istemesini anlıyorum.

Mesele para meselesi değil; daha çok vergi ödemek değil; zengin olmanın, daha çok kazanmanın cezalandırılması meselesi… Ve belki daha da can acıtıcı olanı, adına müterakki vergi (artan oranlı vergi) denen bu cezalandırmanın, geniş kamuoyu tarafından da “sosyal adaletin gereği olarak” doğru ve haklı olarak görülüp hararetle onaylanması.

Müterakki vergi adaletsizdir 

Lafa Fransa’dan girsem de konuyu asıl getirmeye çalıştığım yerin Türkiye olduğunu anlamışsınızdır sanırım. Zira Maliye Bakanımız, yeni yılla birlikte “zenginden daha fazla vergi” diye özetlenen müterakki vergi uygulamasının Türkiye’de de azgınlaşacağını; bir başka deyişle üst gelir dilimlerinde oranların daha da yükseltileceğini duyurdu.

Bilindiği gibi devlet, kendi finansmanı için dolaylı ve dolaysız olmak üzere iki tür vergi toplar. Dolaylı vergi -devletin kendi ürettiği hizmetleri tüketenlerden aldığı vergi- az tüketenlerden (dar gelirlilerden) az, çok tüketenlerden (yüksek gelirlilerden) çok toplandığı için bu konuda adalet de sağlanmış olur.

Peki ya dolaysız vergi? Yani, kazançlarımızdan belli bir oranda kesilen vergi? Dolaysız verginin az kazanandan -diyelim- yüzde 10, çok kazanandan yüzde 70 oranında kesilmesinde adalet nerededir? Çok kazanan da az kazanan da devletin verdiği temel hizmetlerden aynı ölçüde yararlanıyorsa; örneğin, adalet aramak için aynı mahkemelere gidiyorsa, ülkenin savunması için kurulan orduya zenginin de yoksulun da aynı derece ihtiyacı varsa, eğitim- sağlık gibi hizmetlerden zengin de yoksul da aynı şekilde faydalanıyorsa, çok kazananın az kazanandan misliyle fazla para ödemesinin mantığı var mıdır?

Çokça kullanılan bir benzetmeyle devleti bir site yönetimine benzetecek olursak, sitede oturan her ailenin gelirini beyan etmesi ve gelirlere göre artan oranda aidat tespit edilmesi gibi bir kural getirilmeye kalkışılsaydı çıkacak meydan savaşlarını düşünebiliyor musunuz? Sitenin hali vakti yerinde olanları “Size ne benim gelirimden, ben de havuzu herkes kadar kullanıyorum. Site güvenliği bana da herkes kadar hizmet veriyor. Çimenlerim de herkes gibi on beş günde bir biçiliyor” demeyecek miydi?

Ama nedense, aynı mantıksızlık ülke çapında vergi politikası olarak uygulanınca makul karşılanıyor. Ehh, tabii bu durum da zenginlerin ağırına gidiyor. Çoğunluk Depardieu gibi ülkesini terk edecek kadar sert tepki vermese de, birçok insanın resmen soyulduğunu düşünmesi ve sırf bu sebepten çalışma ve daha çok kazanma azmini kaybettiği bir gerçek.

Ne kadar çok çalışır ve kazanırsan devletin o kadar büyük bir dilime el koyacağını bile bile çalışmak kolay olmasa gerek…

Bugün, 07.01.2013

Özgürlüğün peşinde 20 yıl

0

 

Türkiye, ne yazık ki fikir hayatının yeterince canlı olmadığı bir ülke. Bunun çeşitli sebepleri var.

Alfabe değiştirmenin fikir ve kültür hayatında bir tür soykırıma ulaşan sonuçlara yol açması en başta gelenlerden biri. Bu yüzden Türkiye insanları yüzlerce yıla dayanan bir birikimi pek kullanamaz hâlde. Oysa, fikir ve düşünce hayatı sürekliliğe ve adım adım inşaya dayanır. Yeni nesiller eski ustalardan ve öncülerden feyzalarak yola çıkar ve ilerler. Eskiyi yok ederseniz yeniyi de öldürmüş veya sakatlamış olursunuz. Bir diğer sebep ülkemizde genelde siyaset yapmanın fikir faaliyetleriyle uğraşmaya tercih edilmesi. Şüphesiz, böyle olmasının benimsenen fikirle de bağlantısı var. Bazı görüşler kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak aktif siyasetle iştigal etmeyi gerektiriyor; özellikle devletçi ve ütopyacı olanları. Nitekim, yakın tarihimize göz attığımızda düzinelerle siyasî hareket görürken nadiren istikrarlı fikir akımlarıyla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin fikir hayatının bir diğer özelliği bir kolektif “varlığı” odağına oturtan, devlet gücü ve araçları yoluyla insanı ve toplumu dönüştürmeyi hedef alan, ekonomik devletçiliği standart olarak benimseyen fikirlerin revaçta olması. Bu tür fikirler birbirlerinin kopyaları olmalarına rağmen aralarında uzlaşmaz zıtlıklara dayanan kavgalar varmış görüntüsü vermeyi başardılar. İnsanların tercih yelpazesini neredeyse bütünüyle kapladılar. Böylece her nesil, önünde izleyebileceği yollar olarak bu devletçi çizgileri buldu. Başka bir deyişle, doğuştan gelen, devredilmez, vazgeçilemez haklara sahip temel özne olarak bireyi odağına alan; devleti toplumun efendisi ve velinimeti değil aracı ve hizmetkârı olarak gören; özgürlük ve refahı aynı anda aynı yerde barındırabilen; çatışmayı ve savaşı değil barışı ve dayanışmayı teşvik eden ve yaşatan, Ortega y Gasset’in deyişiyle, “asil” bir fikir on yıllarca Türkiye’nin fikir sahnesinde boy gösteremedi.

1990’ların başında bu değişti. Aralık 1992’de Liberal Düşünce Topluluğu kuruldu. Bu oluşumun öncüleri hatalı şekilde “burjuva” olduğu söylenen İstanbul zenginleri çevrelerinden, babalardan çocuklara profesörlük titrinin nakledildiği ailelerden, kendilerine beyaz Türk adını takan ve toplumun çeşitli kesimleriyle savaşa tutuşan yerli kolonyalistlerden, imtiyazlı okullardan çıkmadı. Anadolu’nun orta hâlli ailelerine mensup, binbir zorlukla tahsil hayatına devam eden, emsallerine nispetle kat kat çaba sarf ederek yollarında ilerleyebilen gençler arasından geldi. Ve iyi ki böyle oldu. Aksi takdirde bu asil fikir geleneği ne bugünkü kadar aslına sadık biçimde yeniden sahiplenilmiş ve yeniden üretilmiş, ne sınıfsal bir konuma oturtularak Tandoğan zihniyetine esir düşmekten kurtarılmış, ne de onun kaynaklarından istifade etmeden onun temsilciliğini taslamanın önüne geçilmiş olabilirdi. Liberal Düşünce Topluluğu gerek maddî gerekse manevî anlamda bütünüyle sahiplenebileceği bir mirası devralarak yola koyulmadı. Her alanda çok büyük zorluklar ve engellerle mücadele etmek mecburiyetinde kaldı. Alaylarla da karşılaştı, hakaretler ve tehditlerle de. Devlet baskısıyla da uğraştı sivil baskılarla da. Her şeye rağmen ilerlemeyi sürdürdü ve Türkiye’nin fikir tarihine ismini altın harflerle yazdırdı.

LDT öncüleri kendilerini “liberal” diye adlandırdığında bu etiket bazılarının gözünde şeytanî bir sıfattı. Liberal olmak otomatik olarak suçlanmaya ve dışlanmaya yeteriydi. Nerede mi? Üniversitelerde, devlet dairelerinde, yayın organlarında, sözüm ona sivil entelektüel muhitlerde. Zamanla köprülerin altından çok su aktı. Şimdi liberallik itibarlı bir etiket. Artık tartışma kavramın kendisi üzerinde değil, kimin liberal olduğu kimin olmadığı üzerinde yapılıyor. LDT mevcudiyetini ilk ilan ettiğinde ve bütün kolektivist devletçi fikirlere meydan okuduğunda üniversite kütüphanelerinde ve kitabevlerinde genel olarak liberalizm özel olarak liberal temalar üzerinde bir kitap bulmak neredeyse samanlıkta iğne aramak gibiydi. Bugün, kolektivist yayınlarla karşılaştırıldığında hâlâ yetersiz olsa da, ısrarlı olan herkes yüzlerce kitaba, binlerce makaleye ulaşabilir. LDT sahneye çıktığında liberal fikirlerin siyasette esamesi okunmazdı. Şimdi liberalizm Türkiye’nin en güçlü fikir akımı ve liberal fikirler iktisadî, siyasî ve hukukî reform çabalarının ana istikamet tayin edicisi ve esas itici gücü. Oysa, LDT mensupları LDT’nin ilk yıllarında bütün engellere rağmen “liberalizm uygarlığın özüdür” diye haykırırken, İstanbul’da aynı seyahatin yalnız yolcusu Gülay Göktürk dışında medyada hiç kimse liberallikten söz etmemekteydi. Bugün birçok yayın organında liberal kalemler yer almakta. Sadece bu kadar da değil. Kendine liberal demese de birçok medya mensubu, köşe yazarı, araştırmacı,  liberal fikirlerden ciddî biçimde etkilenmiş vaziyette. Liberal fikirler artık hem demokrat solcular, hem demokrat dindar muhafazakârlar hem de makul milliyetçiler arasında itibar görmekte.

Bütün bunların ne anlama geldiğini en iyi yola ilk çıkanlar, yalnızlığın ve baskının en ağırlarıyla karşılaşanlar bilir. Elbette bunların tarihi yazılacak ve yeni nesillere aktarılacaktır. Ancak liberallerin mücadelesi bitmedi ve muhtemelen asla bitmeyecek. Zira, fikir mücadelesi bir tarafın diğer tarafı veya tarafları kesin olarak “yok edebileceği”, etmesi gereken bir “cephe savaşı” değildi, bir “satıh mücadelesi”. Kanatlar iç içe geçmiş vaziyette. Bir liberal için önemli olan siyasal, hukukî ve ekonomik yapıda nerede bir liberalleşme imkânı varsa orayı liberalleştirmeye çalışmaktır. Liberallerin başarısı sadece kendileri için değil herkes için barışa, adâlete, özgürlüğe ve refaha giden yoldur. Zira, liberaller insanlara bir hayat tarzı, düşünce ve inanç empoze etmeyecek çerçeve değerleri savunmakta ve herkesin kendi hayatının “iplerini” kendi eline almasının mümkün olmasını savunmaktadır. Bastiat’nın dediği gibi liberallerin reçetesi özgürlüktür ve özgürlük toplumsal problemlerin en etkili ve en düşük maliyetli çözüm yoludur. LDT’nin geride kalan 20 yılının hikâyesi de, kısaca, bunu bıkıp usanmadan anlatmaktan ve savunmaktan ibarettir. Muhtemeldir ki, gelecek 20 yılı da böyle olacaktır.

04.01.2013

 

Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali/3

 

Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından 28 Şubat soruşturması kapsamında eski Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ifadeye çağrılması, sorgulamanın ardından tutuklanma talebiyle mahkemeye sevkedilmesi, 28 Şubat Süreciyle yüzleşme girişiminde bir dönüm noktası oldu. 28 Şubatı dava konusu yapma ve bu süreçle hukuk önünde hesaplaşma çalışmalarının ciddi olduğu anlaşılıyor. 28 Şubat’la yüzleşmek Türkiye’nin darbeler ve darbecilerden hesap sorulması ve hukukun üstünlüğüne dayalı tam demokratik bir ülke haline gelmesi sürecinde hayati bir önem taşıyor. Umuyoruz ki sürecin bundan sonraki aşamaları da ciddiyetle takip edilir; davaya gereken siyasi ve toplumsal destek verilir; adil bir yargılama sonunda adalet yerini bulur; böylece Türkiye’ye birçok bakımdan ağır bedeller ödetmiş bu “ekonomik ve siyasi karabasan” süreci bir daha tekrarlanmamak üzere sona erdirilmiş olur.

Önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, 28 Şubat Süreci özgürlüklerin askıya alındığı, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin her türlüsünün yaşandığı; insanların haksız yere işlerinden atıldığı; psikolojik eziyet dâhil pek çok baskı ve sindirmelerin sözkonusu olduğu; bankaların içinin boşaltıldığı; hırsızlık ve nitelikli dolandırıcılıkların yapıldığı; sermayenin renklere ayrılıp bir bölümünün boğulmaya çalışıldığı; kişilerin ideolojik, dini veya siyasi görüşlerinden dolayı fişlendiği; düşünce ve ifade hürriyetinin ortadan kaldırıldığı; insanların çift kişilikli davranmaya mecbur edildiği; insan kaynaklarımızın hoyratça harcandığı,.. karanlık bir süreçtir. Bu karanlık sürecin asker ayağı vardır; medya ayağı vardır; İstanbul merkezli büyük sermaye ayağı vardır; üniversite ayağı vardır; siyaset ve bürokrasi ayağı vardır. Kapsamlı bir yüzleşme bütün bu ayakların hukuk önünde hesap vermesinin sağlanmasıyla mümkündür. Bu satırlar, bir dönem üniversiteleri de “silindir gibi ezip geçmiş” bu karanlık sürecin üniversitelerde yaptığı tahribat konusunda bir fikir vermek üzere, tarihe düşülmüş notlar olarak okunabilir.

Bu çerçevede daha önce iki yazıyla anlatmaya çalıştığım, kendi kişisel tecrübelerime dayanarak yaptığım 28 Şubat değerlendirmesine devam ediyorum. Daha önce değindiklerime ilave olarak yaşadığım bazı mağduriyetler arasında şunları sıralamak mümkündür: Dört buçuk yıl boyunca doçentlik kadrosunun verilmemesi; Bakan Danışmanı olmama izin verilmemesi; başka bir üniversitede “part-time” ders vermeme izin verilmemesi; başka bir üniversiteye geçmeme muvafakat verilmemesi; yardımcı doçentliğe yeniden atanırken -gerekmediği halde- jüri raporları istenmesi.

Bu mağduriyetler içinde bir akademisyen için hem maddi, hem psikolojik açıdan en ağır olanı, hiç kuşkusuz, tam dört buçuk yıl boyunca, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin doçentlik kadromuzun verilmemesiydi. Yurtdışına öğretim üyesi olmak için gönderildiğim halde, yurtdışında kariyer yapma fırsatlarını bir kenara bırakarak ülkeme döndüğüm halde, üç yıl içinde çok sayıda yayın yaparak ilk girişimde doçentlik sınavını kazanarak doçent ünvanı aldığım halde, izleyen yıllarda da kimi ulusal, kimi uluslararası yılda ortalama 8-10 yayın çıkardığım halde, bölümde bırakın profesörü bir tek doçent bile olmadığı halde, tam dört buçuk yıl boyunca doçentlik kadrosu verilmedi. Üçüncü dereceden bir yardımcı doçent ile birinci dereceden bir doçent maaşı arasındaki aylık yaklaşık bin liralık fark dikkate alındığında, bu, dört buçuk yılda yaklaşık 50 bin liralık maddi kayıp demektir. Yayınları ve öteki akademik yeterlilikleri bizimle kıyas kabul etmez derecede daha zayıf olan bazı insanlara kadro verilirken bizim kadrosuz bekletilmemizin verdiği psikolojik rahatsızlık ise parayla ölçülebilir bir şey değildir…

Kadro konusunda kendileriyle görüşmek istediğimizde randevu vermiyorlar, uzun denemelerden sonra nihayet randevu verdiklerinde de Dekan topu Rektöre, Rektör ise tekrar Dekana atarak oyalıyorlardı. Neden kadro vermediklerini sorduğumuzda, “varsa bir suçumuz, söyleyin bilelim” dediğimizde, lafı epey eveleyip geveledikten sonra “devletin bir bildiği vardır herhalde” diyorlardı. Bir gün asker kökenli Dekana çıkıp dedim ki, “Hocam beni sevmek zorunda değilsiniz; bana kadro vermek zorunda da değilsiniz; o halde izin verin, başımın çaresine bakayım, başka bir üniversiteye geçeyim.” Dekan bey mecburi hizmetimi gerekçe göstererek buna izin veremeyeceklerini söyledi. Aslında isteseler, muvafakat verebilirler, mecburi hizmet de öteki üniversiteye devredilebilirdi, buna yanaşmadılar. Ankara’daki üniversitelerden biri uzmanlık konularımla ilgili olarak yüksek lisans programlarında part-time ders vermemi teklif etti. Ücret ödeyebilmeleri için kadromun bulunduğu üniversitenin iznine ihtiyaç vardı. Dekanlık ve Rektörlükten bu amaçla izin istedim, vermediler. Ben de gidip ücretsiz ders verdim…

Türkiye’nin AB ile müzakere sürecine hazırlandığı, bu konuda kamu kurumlarında heyecanlı çalışmalar yapıldığı günlerdeydi. Bir Bakanlık bu konudaki hazırlıklara ışık tutmak üzere istişare toplantıları yapıyordu, beni de davet etmişlerdi. Birçok kurumdan temsilcilerin yanısıra üniversite hocaları da vardı. Ben de söz sırası bana geldikçe bu konudaki çalışmalarımdan bahsedip, düşüncelerimi paylaştım. Bakan beyin dikkatini çekmiş, toplantıdan sonra ayrıca görüşmek istedi, görüştük. Müzakere sürecine hazırlık çalışmalarını yürütmek üzere bir ekip kuracağını, çalışmalarımın kendilerinin çok işine yarayacağını, beni danışman yaparak birikimimden ve fikirlerimden yararlanmak istediklerini söyledi. Çok sevindim, yaptığımız çalışmaların ve tecrübemizin devletimizin hizmetine sunulacak olması heyecan vericiydi. Ama bir sorun vardı; görevlendirme yapılabilmesi için YÖK ve Rektörlüğün izni gerekiyordu. Bu konuda yapılan temaslardan maalesef bir sonuç çıkmadı, “biz görevlendirme yapmayız; izinsiz giderseniz gidin” dediler. Devletin Bakanı danışman yapmak istiyor; üniversite gurur duyarak memnuniyetle kabul etmesi gereken bir görevlendirmeyi yapmıyordu. Bunu normal çalışan bir akıl ve mantıkla izah etmek biraz zor görünüyor. Bu olsa olsa hükümeti kendisine düşman gören bir zihniyetle açıklanabilir. O yıllarda hükümet, YÖK ve Üniversitelerarası Kurul arasındaki gergin ilişkiler hatırlanırsa, bu tür gerginlikler ve kafa tutmaların, siyasetin akademiye ilgisizliğinde belirleyici bir rol oynamıştır diye düşünüyorum.

YÖK Genel Kurulu’nun 1999 tarihli bir kararı var, doçentlik ünvanı almış olan birinin yardımcı doçentliğe yeniden atanmasında (sözleşmesinin uzatılmasında) jüri raporuna gerek olmadığını, üniversite yönetim kurulu kararıyla bu işlemin yapılabileceğini söylüyor. Benim 3 yıllık sözleşmem sona erince, Dekan Yardımcısı aracılığıyla “Rektörlüğün yeniden atama için jüri raporu istediği”ni ilettiler. Psikolojik eziyetin bir başka yolu da buydu. Doçent olmuşuz, bölümde tek bir doçent yok, yayınlarımız ve akademik puanlarımız kadro verdikleri herkesten daha fazla, buna rağmen kadro vermedikleri gibi, yıllardır doçent olan birini inatla yardımcı doçent olarak yeniden atıyorlar, eziyet olsun diye bir de, YÖK’ün aksine kararına rağmen, jüri raporu istiyorlar..

28 Şubatçıların, bu sürecin önemli aktörlerinden biri olarak da Demirel’in iki dönem atadığı Rektör görev süresinin dolmasının ardından, arkasından çok beddua ve ah alarak ayrıldı; yerine kendisinin veliaht olarak işaret ettiği kişi Rektör olunca, ilişkilerimiz belki normalleşir umuduyla kendisini ziyaret ettim. Durumumuzu zaten biliyordu. Söz kadro konusuna gelince “önceki Rektör döneminde neden kadro verilmediğine bir bakmak lazım” diyerek, aynı çizgide devam edeceğini belli etmiş oldu. (Rivayete göre kendisine bir liste halinde verilen “üniversitede asla kadro verilmemesi gereken üç kişi”den biri benmişim.) Günahlarımız arasında askeri vesayet rejimine karşı olmak vardı; korumacılığa karşı serbest ticareti, içe kapanmaya karşı dışa açılmayı, kumandacılık ve rantiyeciliğe karşı piyasa ekonomisini savunmak vardı; namaz kılmak vardı; eşimizin başörtülü olması vardı. Bunlar zaten 28 Şubatçıların gazabına uğramak için yeterince büyük günahlardı. Bunlara iki yenisi de (üniversitelerde başörtüsü yasağına karşı başlatılan imza kampanyasına destek vermek, Atilla Yayla’ya karşı başlatılan linç girişimine karşı çıkmak) eklenince, adımızın iyice kara listeye alındığı konuşuluyordu.

Dekanlık tarafından bir gün hiçbir gerekçe gösterilmeden, odamızın değiştirilerek daha küçük, daha konforsuz bir odaya taşınmaya zorlanmamız gibi, zaman zaman dersin ortasında birilerinin kapıyı çalmadan “destursuz bağa girer gibi” kapıdan başını uzatarak “içerde neler oluyor?” edasıyla bakıp sonra da bir açıklama yapmadan çekip gitmesi, asker kökenli dekanın yanında fedai gibi dolaşan sözümona “ülkücü” asistanların selam vermeden ve çirkin bakışlarla yanımızdan geçmeleri, asker kökenli bir dekan yardımcısının odasına çağırıp kışlada askere tekmil verir bir edayla birtakım şeyler söylemesi, dekanlık sekreteri aracılığıyla Anıtkabir yürüyüşüne katılmamızın istenmesi, yapılacak araştırma görevliliği sınavında sorulacak soruların bir gün önceden dekanlığa teslim edilmesinin istenmesi,.. gibi daha pek çok eziyet ve usulsüzlük de yapıldı, ayrıntılarına girmiyorum.

Yargıya başvurup hak aramak beyhude bir çabaydı. Bunu deneyen arkadaşlarımız hiçbir sonuç alamıyorlardı. Bu koşullarda bu yöneticilerle uğraşmanın zaman ve enerji israfından başka bir işe yaramayacağını anladığım için bütün gücümle yayınlara, makalelere, çevirilere ve bildirilere yüklendim. Bir de derslerime büyük önem veriyordum. Öğrencilerimle çok iyi diyaloğum vardı; üzerimizdeki bütün baskılara rağmen, derslerimiz çok eğlenceli geçiyordu. Baskıların yarattığı moral bozukluğu ve bunalıma karşı derslerde öğrencilerle yaptığımız sohbet ve tartışmalar “ilaç” gibi geliyordu. Her sömestir her girdiğim derste mutlaka yaptığım “adınızı yazmanıza gerek yok; dersle ve hoca ile ilgili düşünce ve eleştirilerinizi serbestçe yazın” dediğim yoklamalarda derslerin öğrenciler açısından oldukça verimli, hareketli, eğlenceli geçtiği, “biraz hızlı gidiyoruz” dışında kayda değer bir şikayetin olmadığı anlaşılıyordu. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın bütün baskılarına rağmen yaşama sevincimizi kaybetmedik; uğruna bankacılık kariyerinden vazgeçtiğim (bankaya beraber girdiğimiz iki arkadaşımdan biri bugün aynı bankanın, diğeri de başka bir bankanın genel müdürü konumundalar) akademisyenlik mesleğini severek icra ediyor, yaptığım işten zevk alıyordum… Baskılara direnmenin ve baskıcıların karşısında mahcup olmamanın en etkili yolu olarak gördüğüm, Bilkent’ten değerli hocam Erinç Yeldan’ın deyişiyle “agresif bir şekilde” yayınlara yüklenmenin çok faydası oldu. Yılda ortalama 8-10 yayın çıkarıyordum. Kaderin cilvesi, kadro vermeyip cüppe giydirme törenlerinden dışladıkları Mustafa hocaya uluslararası yayın birinciliği ödülü vermek durumunda kaldılar. Törenden sonra olan bitenin farkında olan bir hocamın yanıma gelerek “Mustafa hocam seni tebrik ediyorum; bunlara yaranmak için Nesrin Topkapı gibi kıvırmadın, istemeseler de hakkın olan ödülü vermek zorunda kaldılar” deyişini hiç unutmam…

**

Yıllar yılları kovaladı, köprülerin altından çok sular aktı. Gün döndü devran döndü, 367 hokkabazlığına rağmen Cumhurbaşkanı değişti, bir süre sonra YÖK Başkanı da değişti. Türkiye’nin kaderiyle birlikte üniversitelerin kaderi de değişmeye başlamıştı. Artık Türkiye eski Türkiye değildi, üniversiteler de eski “açık hava hapishaneleri” olmayacaktı. Yeni YÖK Başkanını tebrik ziyaretine gittiğimizde elimizde yıllardır kadrosu verilmeyen, mağdur olmuş 55 kişilik bir liste olduğunu hatırlıyorum.. Pek çoğunun hikayesi benimkinden de çilelidir, eminim. Çok geçmedi, artık geri dönüşü olmayan bir biçimde devrin değiştiğini anlayanlar, kadrolarımızı vermeye başladılar. Bu noktadan sonra benim için enteresan bir macera daha başlıyordu…

**

Pek bilinmez, ama iktisadın evrensel yasalarından biri şudur: Piyasaya müdahalenin görünmeyen, niyetlenilmemiş sonuçları vardır. Fiyatları arz ve talebin belirlemesine razı olmaz da, kendinize göre belirlemeye çalışırsanız bunun bedelini günün birinde kriz olarak ödersiniz; piyasa koşullarıyla uyumlu olmayan asgari ücret yasaları çıkarır, bu yolla niteliksiz işgücünü korumak isterken, bunun bedelini korumak istediğiniz insanların işsiz kalmasıyla ödersiniz; tavan fiyatla fakir fukarayı koruyalım derken fakir fukarayı kıtlığın ve karaborsanın kucağına atarak ödersiniz, vs. Bu sadece ekonomiye müdahale bağlamında geçerli değil; siyaset ve akademi piyasasına müdahale bağlamında da geçerli bir yasadır. Nitekim 12 Eylül darbecilerinin önünü kesme çabaları merhum Özal’ın tek başına iktidara gelmesine yardımcı olmuş, 1980’li yıllara Özal damgasını vurmuştur; “şiir okudu” diye siyasi ömrü bitirilmek istenen Erdoğan, siyaset piyasasına müdahale edenlerin hiç de niyetlenmediği biçimde hızla yükselmiş, son on yıldır Türkiye’nin kaderine damgasını vurmuştur. 28 Şubat’ın olağanüstü baskıları muhafazakâr kesime demokrasi ve özgürlüklerin değerini öğretmiş; izleyen dönemde onları Türkiye’de siyasetin ve değişimin ana toplumsal aktörü haline getirmiştir. Bugün “28 Şubat kime yaradı? Erdoğan’a..” diyerek komplo teorileri üreten siyasetçilerin bilmedikleri, gözden kaçırdıkları olgu, işte bu evrensel iktisat yasasıdır.

Bireysel olarak, bu kural benim hayatımda da hükmünü icra etmiş, 28 Şubat bittikten sonraki iki buçuk yılda hayatımda mucizevi denebilecek gelişmeler olmuştur… Bir dönem bizim yaşama sevincimizi yoketmek, bizi her bakımdan hiçliğe mahkûm etmek isteyenlerin hiç niyetlenmedikleri bir manzara ortaya çıkmıştır. Kısa zamanda ortaya çıkan kabarık yayın listesi karşısında mahcup olmuşlar, cüppe giydirmekten kaçınırken uluslararası yayın birincisi ödülü vermek durumunda kalmışlardır. Doçentlikten sonra profesörlük için bekleme süresi olan 5 yılın dolmasına 6 ay kala doçentlik kadrosu vermek zorunda kalmışlar, 6 ay sonra da profesörlük kadrosu verilince, bendenize 6-7 ay içinde yardımcı doçent, doçent ve profesör olmak üzere 3 değişik akademik kadroda bulunma rekoru kırdırmışlardır. Bitmedi! Doçentlik kadrosu verilince, mevzuat hazretlerinin gereği olarak, -bölümdeki tek doçent olduğumdan- Bölüm Başkanlığı bendenize geçmiştir. Aradan 1 yıl 3 ay geçtikten sonra Rektörün görev süresi dolmuş, onun yerine adaylardan biri olan İİBF Dekanımız Rektör olarak atanmıştır. Yeni Rektörümüz boşalan dekanlığa bendenizi birinci sıradan aday göstermiş, YÖK’ün onay vermesiyle bu defa İİBF Dekanlığı görevim başlamıştır. Bitmedi! Aradan yaklaşık 1 yıl geçtikten sonra bu defa başka bir üniversiteden gelen rektör adaylığı teklifini, epey bir direnişten sonra, -dostlarımın hatırı ve işin vebalini düşünerek- kabul ettim; önce Allah’ın, sonra sayın Cumhurbaşkanımızın takdiriyle Rektör olarak atandım… İki buçuk yılda nereden nereye geldiğimiz ancak mucizelerle, büyüklerimizin hayır dualarıyla, “çilemizin dolması”yla, kaderin cilvesiyle, “karanlığın sonunun bir ulu şafak” olmasıyla, piyasaya müdahalenin görünmeyen ve niyetlenilmemiş sonuçlarıyla açıklanabilir. Evet, Allah’a şükür çantamız boş sayılmaz; ama 28 Şubatçıların envai çeşit eziyetine maruz kalırken de çantamız boş sayılmazdı; demek ki çekilecek çilemiz varmış… Bugün vaktiyle bana çektirilenleri kimseye çektirmemeye, yönetimim altındakilere hayatı zorlaştırmaya değil, kolaylaştırmaya çalışıyorum. Adaletle hükmetmenin, farklılıklara saygılı olmanın, çeşitliliği zenginlik bilmenin, özgürlüğün önemine inanıyorum. Üniversitelerimizin de, ülkemizin de önünün açılmasının yolunun özgürlük, demokrasi, sivilleşme, fırsat eşitliği ve çok çalışmaktan geçtiğini düşünüyorum.

**

Ben “kol kırılır yen içinde” diyenlerden değilim; zulüm ve haksızlıkları “unutalım gitsin” diyenlerden de değilim. Aksine haksızlık karşısında susulmasının “dilsiz Şeytanlık” olduğuna inananlardanım. Martin Luther King’in “dünyada kötülüklerin baskın olmasında kötülerin kötülüğü kadar iyilerin sessiz kalmasının da payı olduğu” uyarısını çok önemserim. Bu nedenle, bir dönem ellerine güç geçince düşüncesinden ve inancından dolayı, kıyafetinden dolayı, ibadetinden ya da bireysel tercihlerinden dolayı insanları ayrımcılığa tabi tutan, onlara zulmeden, özlük haklarını gasbeden, psikolojik işkenceye tabi tutan ceberrutlara hakkımı helal etmiyorum. Bireysel olarak, dünyada kimseye karşı intikam peşinde olmayacağım, ama ilahi adaletin tecelli edeceği Büyük Mahkemeyi de sabırla bekleyeceğim. Toplumsal anlamda, 28 Şubat davasını önemsiyorum; hukuk önünde bu süreçle hesaplaşmanın benzer acıların bir daha yaşanmaması açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

İlahi adaletin şaşmaz ölçüsü kimsenin ettiğinin yanına kalmayacağıdır. “Kurban olduğum Mevlâm” öbür tarafa da bırakmamış, bir kısmının cezasını burada, daha biz hayattayken, gözümüzün önünde vermiştir. Bir dönem esip gürledikleri, üst yöneticilik yaptıkları mekânlara bir daha ayak basamamak, kimsenin yüzüne bakamamak.. o diyarları terketmek zorunda kalmak.. iktidardan düştükleri gün insanların gözünde itibarlarının sıfırlandığını görmek.. Bunlar, anlayana, dünyadayken verilmiş cezalardır; bir de tabii öbür tarafı var bu işin.

Demek ki neymiş? Zulüm ile âbâd olunmazmış; iktidar geçiciymiş, Yunus Emre’nin deyişiyle, “Mal sahibi, mülk sahibi; Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan; Var biraz da sen oyalan” imiş; “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” imiş; “Her zorluktan sonra bir kolaylık var”mış; Gecenin en karanlık olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu an”mış; sabrın sonu selametmiş; zalimle kör dövüşüne girmektense başını eğip işini iyi yapmak en iyisi imiş. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler imiş…

 

28 Şubat ve postal kardeşliği

‘Ben 27 Mayıs’a iştirak ettim” diyor, “12 Eylül’de vardım. Planlama grubundaydım” diyor. 28 Şubat Muhtırasındaki rolünü anlatıyor.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı konuşuyor.

Hürriyet’in dahi “tevil” edemeyeceği, büyültme-küçültme yoluyla içeriğini gizleyemeyeceği kadar açık konuşuyor. “İyi darbe – kötü darbe” hurafesini yerle bir edecek kadar somut bir süreklilikten söz ediyor. Üstelik bu sürekliliği, doğrudan kendi hayatıyla, bizzat içinde yer aldığı darbelerle anlatıyor. Onun biyografisi, bütün darbelerin aynı kökten geldiğini görmemekte direnen en dar kafalı vatandaşın dahi reddedemeyeceği kadar somut bir kanıta dönüşüyor.

Darbeler arasında ayrım yapmanın ahlaka aykırı olduğunu kabul edenler için bu ses kaydı şaşırtıcı değil ve yeni bir ufuk falan da açmıyor. Ama bu ses kaydı, “27 Mayıs ilericiydi, devrimdi” diye onu 12 Eylül’den ayıranları veya “12 Eylül ötekiler gibi değildi, o kardeş kavgasını önledi” oltasına gelenleri gerçekle yüz yüze getiriyor. Onlara darbenin iyisi-kötüsü, ilerisi-gerisi olamayacağını, ikisinin de pekala aynı darbeci kadro tarafından yapılabildiğini, bu yüzden on yıl önce “sol” gösteren kadronun, on yıl sonra “sağ” gösterebileceğini, dolayısıyla darbelerin ideolojik meşrulaştırma gerekçelerine inanmamak gerektiğini birinci elden ilan ediyor.

Bu sözler, darbelerin ekonomi politiğini anlamayan, bu yüzden darbecinin suyuna giderse veya onu ne kadar vatansever olduğuna ikna ederse, darbeyi engelleyebileceğini sananlar için uyarıcı olsun.

Yine bu sözler, aynı şekilde darbelerin ekonomi politiğini anlamayan ve 28 Şubat’ta “tarafsızlık” adı altında zalimliğe göz yumarak bu ülkede siyasi bir alternatif olma iddiasını kaybeden Türk solunun kendi ahlaki ve ideolojik zaafıyla yüzleşmesine katkıda bulunsun.

Darbelerin ve muhtıraların ekonomi politiğini anlamayanlar, onlar arasında fark görebilirler. Bazı darbelerin elebaşlarını “bizden” sanabilirler. Müdahale öncesi sahne düzenlemesindeki becerisine bağlı olarak bazıları için “ama mecbur kalmışlar” diye düşünebilirler.

28 Şubat’ta Aczimendi hikayeleriyle korkutulanlar veya ganimeti paylaşmak için korkmuş gibi yapmayı tercih edenler de “laik cumhuriyeti koruma” adına yapılan bütün hukuksuzluğa göz yummuşlardı. Sonra bu ülkedeki en büyük talan hareketlerinden biri yaşandığında ise şaşırmış veya şaşırmış gibi yapmışlardı.

Oysa şaşıracak hiçbir şey yoktu. 28 Şubat’ta laikliği “kurtaranların” ekonomiyi ihmal etmeleri beklenemezdi. 28 Şubat’ı gereği gibi anlamayanlar, muhtıra kararlarını uygulamayı taahhüt ederek iktidara gelen hükümet döneminde yaşanan iki büyük ekonomik krizi, örneğin 2001 Krizi’ni (daha doğrusu “Çöküş”ünü ve IMF’den medet umulur hale gelinmesini) Ecevit-Bahçeli Koalisyonu’nun beceriksizliğiyle açıklamaya çalışırlar.

Onların anlamadıkları şudur: O hükümet elbette çok başarısızdı; ama öyle olmaya mahkumdu. Böyle baktığımızda, “hortumculuk” kavramının o dönemde literatüre girmesi tesadüf değildi. Büyük holdinglere “danışman” olan 28 Şubatçı generallerin, içi boşaltılan bankaların ve sınırsız mevduat güvencesi yoluyla halka çıkarılan milyarlarca dolarlık faturanın elbette bir izahı ve siyasi bir maliyeti vardı.

“Postmodern Darbe”nin yıldönümünde asıl sözüm Karadayı’ya değil. Çünkü biliyorum ki, ekonomik ve siyasi iktidar hırsını “ikna” yoluyla dizginlemek mümkün değildir. Bu ancak hukukla, hukukun üstünlüğünün sağlanmasıyla olur. Bugün Batılı demokrasilerde bile darbe hayali kuran asker bürokratlar olabilir, ama hukuk onlara bu hazzı tattırmaz.

Eğer bu ülkede zerre kadar hukuk varsa, açık açık anayasal düzeni yıkma suçunun içinde defalarca yer aldığını söyleyen bir kişinin yargılanması gerekir. Her sivil hükümet için kaçınılmaz bir sorumluluktur bu. Çünkü tarih yargılayamayanların yargılandıklarını söyler bize.

Karadayı daha ne desin? Onun biyografisi, bizlere aslında bütün darbelerin kardeş olduğunu söylüyor.

Ekonomi politik de darbelerin “idealist” sloganlarına, yani bahanelerine itibar etmememizi öğütlüyor. “Ekonomik, sınıfsal ve zümrevi çıkarları analize dahil etmeden darbeleri anlayamazsınız” diyor; “atanmışlar-seçilmişler, bürokrasi-siyaset, kapıkulu-reaya, merkez-çevre, oligarşi-demokrasi çelişkisine bakın” diyor; “28 Şubat’ı, 12 Eylül’den, 27 Mayıs’ı 12 Marttan veya 27 Nisan’dan ayrı göremezsiniz, bunları ayırmak hayatı anlamamaktır” diyor.

Ama bunu görmek için sadece akıl değil vicdan da gerek.

Neyse ki, artık bu ülkede Genç Siviller gibi bizim kuşağın ahlaki zaaflarıyla enfekte olmamış, darbeler ve kurbanlar arasında ayrım yapmadan hepsini aynı anda mahkum etmeyi başaranlar var.

Bir daha sağdan veya soldan darbe yememek ve soyulmamak için bu sese kulak vermek gerek.

Hem Karadayı’nın yapmadığı ayrımı biz niye yapalım ki?

Star, 3.3.2009

‘Yeni anayasa’ için ihtiyaç devam ediyor

Liberal anayasacılık felsefesi açısından anayasa yapmak demek, kısaca, devlet iktidarını sınırlayan ve onun kötüye kullanılmasını önleyecek güvenceleri içeren yazılı bir belge üretmek demektir. Yoksa, sadece devlet teşkilâtını gösteren bir belge sahici anlamda anayasa sayılamaz. Bu gelenek içinde devlet iktidarını sınırlamanın ilkeleri ile kurumsal araç ve mekanizmaları da üç aşağı beş yukarı bellidir. Bunlar insan haklarının, yatay ve dikey kuvvetler ayrılığı ile diğer denetim ve denge araçlarının, yargı bağımsızlığı öncelikli olmak üzere hukukun üstünlüğünün anayasallaştırılması olarak özetlenebilir.

Devletin yazılı bir anayasayla sınırlanmasında gözetilmesi gereken en temel ilke, hiç şüphe yok ki, insan haklarıyla ilgili başlıca hukuki güvencelerin anayasallaştırılmasıdır. Bu nedenle, “anayasa” olmak iddiasındaki bir metnin bu adı sahiden hak edebilmesi için, onun en başta insan haklarını devlet iktidarının kötüye kullanılmasına karşı güvence altına alması gerekir.

Sahici bir anayasa insan haklarını tanır ve onların korunması için elzem olan teknik-hukuki güvenceleri resmileştirir.

Toplumun iradesi

Anayasa yapmak, öte yandan, toplumun kendisini siyasi bir özne olarak inşa etmesi ve tanımlanmış bir alan dahilinde faaliyet gösterecek bir koruma ve hizmet örgütü olarak devleti kurması anlamına gelir. Bu da anayasanın, toplumun kendisini siyasi olarak teşkilâtlama kararından, kısaca “toplumun iradesi”nden türemesini gerektirir.

Böylece anayasa devletin statüsünü belirleyen bir belge olarak da ortaya çıkar. Anayasa bu yanıyla bir “yetki beratı”dır; böylece toplum anayasayla devleti yetkilendirir. Kısaca, anayasa-yapımı aynı zamanda demokratik bir işlevdir.

Demokratik görev

Anayasanın bu şekilde hem “liberal” hem de “demokratik” bir başarı olarak ortaya çıkması işin özü olmakla beraber, elbette her toplumun içinde bulunduğu özel şartlar o toplumun anayasa-yapımına daha başka işlevler veya roller de yüklemesini gerektirebilir.

Toplumsal-kültürel çeşitliliğin barışçı bir şekilde idamesinin gereklerine, bu arada ulusal azınlıklar ve/veya etnik-kültürel grupların kimlik ve hak taleplerine cevap verme arayışının bunlar arasında şüphesiz öncelikli bir yeri vardır. Bu işlevsel açıdan “liberal”, öznesinin topumun kendisi olması açısından ise “demokratik” bir görevdir.

Türkiye toplumu Cumhuriyet’in başından bu yana kendi özgür iradesiyle bir anayasa yapma şansına ne yazık ki hiç sahip olmadı.

Cumhuriyetin anayasaları ya darbe ürünü olarak ya da bir şekilde olağandışı şartların eseri olarak ortaya çıktılar. İlk defa 2011 genel seçimleri sonrasında Türkiye sivil-demokratik yöntemle anayasa yapma fırsatını ele geçirdi, ama öyle görünüyor ki bu fırsat da iktidarı ve muhalefetiyle parlamentodaki siyasi partilerin el birliğiyle heba edilmek üzere. Oysa, 2010 Anayasa referandumu sonrasında baştanbaşa yeni bir anayasa yapabileceğimiz konusunda ne kadar da ümitlenmiştik!

İstediğini almıştı

Aslına bakılırsa, Ekim 2011’de çalışmaya başlayan partiler arası Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun oybirliğiyle karar alma usulü izleyeceği belli olduktan sonra bugünkü sonucu öngörmek hiç de zor değildi. 

“Yeni anayasa” hedefine ulaşmanın önündeki bunun kadar önemli başka bir engel ise gerek iktidar partisinin gerekse muhalefet partilerinin gerçekten “yeni” bir anayasa istediklerinin veya bunu toplumun geneli için istediklerinin baştan beri kuşkulu olması idi.

Esasen iktidar partisi AKP 2010 Anayasa değişiklikleriyle büyük ölçüde “istediğini almış”tı. Onun için, yeni anayasa sürecinden bir sonuç çıkmaması halinde iktidar partisinin pek fazla kaybedeceği bir şey yoktu.

Şu an itibariyle görünen o ki, AKP liderliğinin asıl istediği belki yargı hariç- bütün devlet iktidarını sayın Tayyip Erdoğan’da toplayacak “Başkancı” bir hükümet sistemini anayasallaştırmaktır. Muhalefet partilerine gelince: CHP ve MHP’nin ise statükoda ciddi bir değişmeye ve genel olarak da anayasal liberalleşmeye yanaşmayacakları belliydi. BDP’nin ise “Kürtlerin hakları” dışında pek bir şeyle ilgilendiği yok gibi.

Böyle devam etmez

Şu var ki, bütün bunlar can alıcı bir gerçeği değiştirmiyor: Bugün gelinen aşamada Türkiye’nin yeni bir anayasaya olan ihtiyacı devam ediyor.  Türkiye toplumu temelinde 12 Eylül zihniyetinin yattığı halihazırdaki anayasal-hukuki statükoyla daha uzun süre devam edemez.

Sadece Kürt sorunundan kaynaklanan toplumsal barışı tesis etme ihtiyacı değil, genel olarak daha hür ve müreffeh bir toplum haline gelme özlemi de Türkiye toplumunun ayaklarındaki zincirden, yani anayasası başta olmak üzere bütün bir “12 Eylül hukuku”ndan kurtulmasını gerektirmektedir.

Ancak bu tasfiye işleminden sonradır ki, anayasadan başlayarak hukukumuzu sahiden yenileyebiliriz.

Milliyet, 04.01.2013

Bu kez final barış olsun

2012, hem PKK hem de devlet için bir önemli bir sınav yılıydı.

PKK, Ortadoğu’daki gelişmelerin elini güçlendirdiği kanaatindeydi ve biraz silkelerse devleti düşürebileceğini düşünüyordu. PKK’nin AKP’yi silahla yenemeyeceğini söyleyenler avuçlarını yalasınlar” diyen Duran Kalkan siyasi çözüm arayışlarını “PKK’yi pasifleştirme çabaları” olarak niteliyordu. Kalkan’a göre, içinde bulunulan dönem “silahlı çözüm süreci”ydi ve PKK saldırılarını arttırarak hedefe varacaktı.

“Devrimci halk savaşı” adını verdiği bir stratejiyi uygulamaya koyan PKK, Şemdinli’yi kuşatarak alana hâkim olmaya çalıştı. Amaç, çatışmaların sokağa yayılmasını sağlayarak güvenlik güçleri ile sivil halkı karşı karşıya getirmek ve bir kitle hareketini ateşlemekti. Suriye’de yaşananların bir benzerinin meydana gelmesi, PKK’ye güç katacaktı.

Devlet için final ise, PKK’yi bitirmek veya en azından PKK’nin gücünü tehdit teşkil etmeyecek bir seviyeye düşürmekti. Hükümet Öcalan ile görüşmeleri kesti, basını hizaya çekti, BDP’yi baskıladı. Hükümete göre asker ve polis tamamıyla kendi emri altındaydı, artık “şike savaşları”yaşanmayacaktı. Keza, yargı da bu konuda kendisine güçlük çıkarmayacaktı. O hâlde bütüncül bir güvenlik politikasıyla PKK’nin hakkından gelinebilirdi.

Uygulanan politika iki yönlüydü: Dağda askerî operasyonları arttırarak PKK’ye ağır kayıplar verdirdi. Ovada ise yargısal operasyonlarla Kürt siyasetini etkisizleştirmeye, onun bir suç örgütü olduğu algılamasını yaratarak marjinalleştirmeye ve toplumla olan bağını kesmeye çabaladı. Ovada ve dağda art arda vurulan darbelerle PKK’nin belinin kırılacağı, “kışı veya baharı çıkaramayacağı” hesap ediliyordu.

Sonuçta her iki taraf da 2012 finalinden sınıfta kaldı. PKK, alanı kontrol ettiği fotoğrafını vermek için yüzlerce Kürt gencini ölüme gönderdi, saldırılarını yoğunlaştırdı, halkta bir savaş ruhunu yaratmaya çalıştı ama Kürtleri devrimci halk savaşına ikna edemedi. Devlet ise, tüm gücünü seferber etmesine karşın PKK’yi bitiremedi, etkisiz bir eleman hâline getiremedi. İki taraf da istediğine ulaşamadı, fakat bunun maliyeti ağır oldu: Son 13 yılın en çatışmalı süreci yaşandı ve 700’den fazla insan hayatını yitirdi.

Demokratik usullere dayanmayan ve barışı hedeflemeyen finaller, bu çağda başarısızlığa mahkûmdu ve öyle de oldu. Çatışmayla bu meselenin hâl yoluna girmeyeceği bir kez daha tecrübe edildikten sonra tekrar görüşmelere dönüldü. Öcalan ile direkt ve muhtemelen Kandil ile endirekt yürütülen görüşmelerde amacın PKK’ye silah bıraktırmak olduğu belirtiliyor.

Süreç doğası gereği zorlu olacak; bu nedenle demokratik kamuoyunun bu görüşmeleri desteklemesi son derece mühim. Süreci savunanlar AKP’nin oltasına takılanlar olarak nitelenebilir, “safdil demokrat” diye küçümsenebilir. Zararı yok; bunlara aldırmadan ama temkini de elden bırakmadan sürece katkı sunulmalı.

Görüşmelerin çözümle neticelenmesi için iki hayati noktaya dikkat etmeli: İlki, taraflar arasındaki güvensizliğin aşılması. Bu noktada ilk adım, çatışmaların durması ve KCK davaları için hukuki düzenlemelerin yapılması olabilir. Arzulanan sonuçlara varılabilmesi için tarafların daha önceki yanlışlarından sakınması gerekiyor.

İkincisi, görüşmelerin rayından çıkmamasını ve kamuoyunun görüşmelerin sonuca hazır hale gelmesini sağlayacak dikkatli bir politik dilin kullanılması. Taraflar, birbirlerini şeytanlaştırmaktan kaçınmalı.

AKP, sorunu salt silah bırakmaya endekslememeli, demokratik adımları atmayı ertelememeli, görüşmeleri kritik dönemlerin atlatılmasına yarayan bir araç olarak ele almamalı, bir sabotaj karşısında hemen görüşmelerden vazgeçip güvenlik politikalarına yönelmemeli.

PKK/BDP, sorunun çözümünün ancak AKP ile olabileceğini kabullenmeli. PKK/BDP, kendi düşünce dünyasına ve ruh iklimine uygun partilerle/odaklarla bu sorunu çözmeyi isteyebilir. Ama gerçek olan, iktidarın AKP olduğudur ve bu sorunun da AKP ile çözüleceğidir. Dolayısıyla PKK/BDP, AKP’yi bütün kötülüklerin anası hâline getirmekten ve AKP iktidarını yıkmayı ana-misyon haline getirmekten vazgeçmeli, muhafazakâr-mütedeyyin kitleleri çözüme ikna etme noktasında AKP’nin önemli bir fırsatı içerdiğini görmeli.

Başarısızlığa uğrayan bir görüşme sürecini sert bir şiddet dalgası takip ediyor ve bu, çok sayıda insanın hayatına mal oluyor. Taraflar bunu akılda tutmalı, bu kez toplumu sukutuhayale uğratmamalı ve finali barış ile yapma iradesini göstermeli.

Taraf, 04.01.2013

Özgürlüğün peşinde 20 yıl

 

Türkiye, ne yazık ki fikir hayatının yeterince canlı olmadığı bir ülke. Bunun çeşitli sebepleri var.

Alfabe değiştirmenin fikir ve kültür hayatında bir tür soykırıma ulaşan sonuçlara yol açması en başta gelenlerden biri. Bu yüzden Türkiye insanları yüzlerce yıla dayanan bir birikimi pek kullanamaz hâlde. Oysa, fikir ve düşünce hayatı sürekliliğe ve adım adım inşaya dayanır. Yeni nesiller eski ustalardan ve öncülerden feyzalarak yola çıkar ve ilerler. Eskiyi yok ederseniz yeniyi de öldürmüş veya sakatlamış olursunuz. Bir diğer sebep ülkemizde genelde siyaset yapmanın fikir faaliyetleriyle uğraşmaya tercih edilmesi. Şüphesiz, böyle olmasının benimsenen fikirle de bağlantısı var. Bazı görüşler kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak aktif siyasetle iştigal etmeyi gerektiriyor; özellikle devletçi ve ütopyacı olanları. Nitekim, yakın tarihimize göz attığımızda düzinelerle siyasî hareket görürken nadiren istikrarlı fikir akımlarıyla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin fikir hayatının bir diğer özelliği bir kolektif “varlığı” odağına oturtan, devlet gücü ve araçları yoluyla insanı ve toplumu dönüştürmeyi hedef alan, ekonomik devletçiliği standart olarak benimseyen fikirlerin revaçta olması. Bu tür fikirler birbirlerinin kopyaları olmalarına rağmen aralarında uzlaşmaz zıtlıklara dayanan kavgalar varmış görüntüsü vermeyi başardılar. İnsanların tercih yelpazesini neredeyse bütünüyle kapladılar. Böylece her nesil, önünde izleyebileceği yollar olarak bu devletçi çizgileri buldu. Başka bir deyişle, doğuştan gelen, devredilmez, vazgeçilemez haklara sahip temel özne olarak bireyi odağına alan; devleti toplumun efendisi ve velinimeti değil aracı ve hizmetkârı olarak gören; özgürlük ve refahı aynı anda aynı yerde barındırabilen; çatışmayı ve savaşı değil barışı ve dayanışmayı teşvik eden ve yaşatan, Ortega y Gasset’in deyişiyle, “asil” bir fikir on yıllarca Türkiye’nin fikir sahnesinde boy gösteremedi.

1990’ların başında bu değişti. Aralık 1992’de Liberal Düşünce Topluluğu kuruldu. Bu oluşumun öncüleri hatalı şekilde “burjuva” olduğu söylenen İstanbul zenginleri çevrelerinden, babalardan çocuklara profesörlük titrinin nakledildiği ailelerden, kendilerine beyaz Türk adını takan ve toplumun çeşitli kesimleriyle savaşa tutuşan yerli kolonyalistlerden, imtiyazlı okullardan çıkmadı. Anadolu’nun orta hâlli ailelerine mensup, binbir zorlukla tahsil hayatına devam eden, emsallerine nispetle kat kat çaba sarf ederek yollarında ilerleyebilen gençler arasından geldi. Ve iyi ki böyle oldu. Aksi takdirde bu asil fikir geleneği ne bugünkü kadar aslına sadık biçimde yeniden sahiplenilmiş ve yeniden üretilmiş, ne sınıfsal bir konuma oturtularak Tandoğan zihniyetine esir düşmekten kurtarılmış, ne de onun kaynaklarından istifade etmeden onun temsilciliğini taslamanın önüne geçilmiş olabilirdi. Liberal Düşünce Topluluğu gerek maddî gerekse manevî anlamda bütünüyle sahiplenebileceği bir mirası devralarak yola koyulmadı. Her alanda çok büyük zorluklar ve engellerle mücadele etmek mecburiyetinde kaldı. Alaylarla da karşılaştı, hakaretler ve tehditlerle de. Devlet baskısıyla da uğraştı sivil baskılarla da. Her şeye rağmen ilerlemeyi sürdürdü ve Türkiye’nin fikir tarihine ismini altın harflerle yazdırdı.

LDT öncüleri kendilerini “liberal” diye adlandırdığında bu etiket bazılarının gözünde şeytanî bir sıfattı. Liberal olmak otomatik olarak suçlanmaya ve dışlanmaya yeteriydi. Nerede mi? Üniversitelerde, devlet dairelerinde, yayın organlarında, sözüm ona sivil entelektüel muhitlerde. Zamanla köprülerin altından çok su aktı. Şimdi liberallik itibarlı bir etiket. Artık tartışma kavramın kendisi üzerinde değil, kimin liberal olduğu kimin olmadığı üzerinde yapılıyor. LDT mevcudiyetini ilk ilan ettiğinde ve bütün kolektivist devletçi fikirlere meydan okuduğunda üniversite kütüphanelerinde ve kitabevlerinde genel olarak liberalizm özel olarak liberal temalar üzerinde bir kitap bulmak neredeyse samanlıkta iğne aramak gibiydi. Bugün, kolektivist yayınlarla karşılaştırıldığında hâlâ yetersiz olsa da, ısrarlı olan herkes yüzlerce kitaba, binlerce makaleye ulaşabilir. LDT sahneye çıktığında liberal fikirlerin siyasette esamesi okunmazdı. Şimdi liberalizm Türkiye’nin en güçlü fikir akımı ve liberal fikirler iktisadî, siyasî ve hukukî reform çabalarının ana istikamet tayin edicisi ve esas itici gücü. Oysa, LDT mensupları LDT’nin ilk yıllarında bütün engellere rağmen “liberalizm uygarlığın özüdür” diye haykırırken, İstanbul’da aynı seyahatin yalnız yolcusu Gülay Göktürk dışında medyada hiç kimse liberallikten söz etmemekteydi. Bugün birçok yayın organında liberal kalemler yer almakta. Sadece bu kadar da değil. Kendine liberal demese de birçok medya mensubu, köşe yazarı, araştırmacı,  liberal fikirlerden ciddî biçimde etkilenmiş vaziyette. Liberal fikirler artık hem demokrat solcular, hem demokrat dindar muhafazakârlar hem de makul milliyetçiler arasında itibar görmekte.

Bütün bunların ne anlama geldiğini en iyi yola ilk çıkanlar, yalnızlığın ve baskının en ağırlarıyla karşılaşanlar bilir. Elbette bunların tarihi yazılacak ve yeni nesillere aktarılacaktır. Ancak liberallerin mücadelesi bitmedi ve muhtemelen asla bitmeyecek. Zira, fikir mücadelesi bir tarafın diğer tarafı veya tarafları kesin olarak “yok edebileceği”, etmesi gereken bir “cephe savaşı” değildi, bir “satıh mücadelesi”. Kanatlar iç içe geçmiş vaziyette. Bir liberal için önemli olan siyasal, hukukî ve ekonomik yapıda nerede bir liberalleşme imkânı varsa orayı liberalleştirmeye çalışmaktır. Liberallerin başarısı sadece kendileri için değil herkes için barışa, adâlete, özgürlüğe ve refaha giden yoldur. Zira, liberaller insanlara bir hayat tarzı, düşünce ve inanç empoze etmeyecek çerçeve değerleri savunmakta ve herkesin kendi hayatının “iplerini” kendi eline almasının mümkün olmasını savunmaktadır. Bastiat’nın dediği gibi liberallerin reçetesi özgürlüktür ve özgürlük toplumsal problemlerin en etkili ve en düşük maliyetli çözüm yoludur. LDT’nin geride kalan 20 yılının hikâyesi de, kısaca, bunu bıkıp usanmadan anlatmaktan ve savunmaktan ibarettir. Muhtemeldir ki, gelecek 20 yılı da böyle olacaktır.

04.01.2013