Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali/3

 

Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından 28 Şubat soruşturması kapsamında eski Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ifadeye çağrılması, sorgulamanın ardından tutuklanma talebiyle mahkemeye sevkedilmesi, 28 Şubat Süreciyle yüzleşme girişiminde bir dönüm noktası oldu. 28 Şubatı dava konusu yapma ve bu süreçle hukuk önünde hesaplaşma çalışmalarının ciddi olduğu anlaşılıyor. 28 Şubat’la yüzleşmek Türkiye’nin darbeler ve darbecilerden hesap sorulması ve hukukun üstünlüğüne dayalı tam demokratik bir ülke haline gelmesi sürecinde hayati bir önem taşıyor. Umuyoruz ki sürecin bundan sonraki aşamaları da ciddiyetle takip edilir; davaya gereken siyasi ve toplumsal destek verilir; adil bir yargılama sonunda adalet yerini bulur; böylece Türkiye’ye birçok bakımdan ağır bedeller ödetmiş bu “ekonomik ve siyasi karabasan” süreci bir daha tekrarlanmamak üzere sona erdirilmiş olur.

Önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, 28 Şubat Süreci özgürlüklerin askıya alındığı, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin her türlüsünün yaşandığı; insanların haksız yere işlerinden atıldığı; psikolojik eziyet dâhil pek çok baskı ve sindirmelerin sözkonusu olduğu; bankaların içinin boşaltıldığı; hırsızlık ve nitelikli dolandırıcılıkların yapıldığı; sermayenin renklere ayrılıp bir bölümünün boğulmaya çalışıldığı; kişilerin ideolojik, dini veya siyasi görüşlerinden dolayı fişlendiği; düşünce ve ifade hürriyetinin ortadan kaldırıldığı; insanların çift kişilikli davranmaya mecbur edildiği; insan kaynaklarımızın hoyratça harcandığı,.. karanlık bir süreçtir. Bu karanlık sürecin asker ayağı vardır; medya ayağı vardır; İstanbul merkezli büyük sermaye ayağı vardır; üniversite ayağı vardır; siyaset ve bürokrasi ayağı vardır. Kapsamlı bir yüzleşme bütün bu ayakların hukuk önünde hesap vermesinin sağlanmasıyla mümkündür. Bu satırlar, bir dönem üniversiteleri de “silindir gibi ezip geçmiş” bu karanlık sürecin üniversitelerde yaptığı tahribat konusunda bir fikir vermek üzere, tarihe düşülmüş notlar olarak okunabilir.

Bu çerçevede daha önce iki yazıyla anlatmaya çalıştığım, kendi kişisel tecrübelerime dayanarak yaptığım 28 Şubat değerlendirmesine devam ediyorum. Daha önce değindiklerime ilave olarak yaşadığım bazı mağduriyetler arasında şunları sıralamak mümkündür: Dört buçuk yıl boyunca doçentlik kadrosunun verilmemesi; Bakan Danışmanı olmama izin verilmemesi; başka bir üniversitede “part-time” ders vermeme izin verilmemesi; başka bir üniversiteye geçmeme muvafakat verilmemesi; yardımcı doçentliğe yeniden atanırken -gerekmediği halde- jüri raporları istenmesi.

Bu mağduriyetler içinde bir akademisyen için hem maddi, hem psikolojik açıdan en ağır olanı, hiç kuşkusuz, tam dört buçuk yıl boyunca, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin doçentlik kadromuzun verilmemesiydi. Yurtdışına öğretim üyesi olmak için gönderildiğim halde, yurtdışında kariyer yapma fırsatlarını bir kenara bırakarak ülkeme döndüğüm halde, üç yıl içinde çok sayıda yayın yaparak ilk girişimde doçentlik sınavını kazanarak doçent ünvanı aldığım halde, izleyen yıllarda da kimi ulusal, kimi uluslararası yılda ortalama 8-10 yayın çıkardığım halde, bölümde bırakın profesörü bir tek doçent bile olmadığı halde, tam dört buçuk yıl boyunca doçentlik kadrosu verilmedi. Üçüncü dereceden bir yardımcı doçent ile birinci dereceden bir doçent maaşı arasındaki aylık yaklaşık bin liralık fark dikkate alındığında, bu, dört buçuk yılda yaklaşık 50 bin liralık maddi kayıp demektir. Yayınları ve öteki akademik yeterlilikleri bizimle kıyas kabul etmez derecede daha zayıf olan bazı insanlara kadro verilirken bizim kadrosuz bekletilmemizin verdiği psikolojik rahatsızlık ise parayla ölçülebilir bir şey değildir…

Kadro konusunda kendileriyle görüşmek istediğimizde randevu vermiyorlar, uzun denemelerden sonra nihayet randevu verdiklerinde de Dekan topu Rektöre, Rektör ise tekrar Dekana atarak oyalıyorlardı. Neden kadro vermediklerini sorduğumuzda, “varsa bir suçumuz, söyleyin bilelim” dediğimizde, lafı epey eveleyip geveledikten sonra “devletin bir bildiği vardır herhalde” diyorlardı. Bir gün asker kökenli Dekana çıkıp dedim ki, “Hocam beni sevmek zorunda değilsiniz; bana kadro vermek zorunda da değilsiniz; o halde izin verin, başımın çaresine bakayım, başka bir üniversiteye geçeyim.” Dekan bey mecburi hizmetimi gerekçe göstererek buna izin veremeyeceklerini söyledi. Aslında isteseler, muvafakat verebilirler, mecburi hizmet de öteki üniversiteye devredilebilirdi, buna yanaşmadılar. Ankara’daki üniversitelerden biri uzmanlık konularımla ilgili olarak yüksek lisans programlarında part-time ders vermemi teklif etti. Ücret ödeyebilmeleri için kadromun bulunduğu üniversitenin iznine ihtiyaç vardı. Dekanlık ve Rektörlükten bu amaçla izin istedim, vermediler. Ben de gidip ücretsiz ders verdim…

Türkiye’nin AB ile müzakere sürecine hazırlandığı, bu konuda kamu kurumlarında heyecanlı çalışmalar yapıldığı günlerdeydi. Bir Bakanlık bu konudaki hazırlıklara ışık tutmak üzere istişare toplantıları yapıyordu, beni de davet etmişlerdi. Birçok kurumdan temsilcilerin yanısıra üniversite hocaları da vardı. Ben de söz sırası bana geldikçe bu konudaki çalışmalarımdan bahsedip, düşüncelerimi paylaştım. Bakan beyin dikkatini çekmiş, toplantıdan sonra ayrıca görüşmek istedi, görüştük. Müzakere sürecine hazırlık çalışmalarını yürütmek üzere bir ekip kuracağını, çalışmalarımın kendilerinin çok işine yarayacağını, beni danışman yaparak birikimimden ve fikirlerimden yararlanmak istediklerini söyledi. Çok sevindim, yaptığımız çalışmaların ve tecrübemizin devletimizin hizmetine sunulacak olması heyecan vericiydi. Ama bir sorun vardı; görevlendirme yapılabilmesi için YÖK ve Rektörlüğün izni gerekiyordu. Bu konuda yapılan temaslardan maalesef bir sonuç çıkmadı, “biz görevlendirme yapmayız; izinsiz giderseniz gidin” dediler. Devletin Bakanı danışman yapmak istiyor; üniversite gurur duyarak memnuniyetle kabul etmesi gereken bir görevlendirmeyi yapmıyordu. Bunu normal çalışan bir akıl ve mantıkla izah etmek biraz zor görünüyor. Bu olsa olsa hükümeti kendisine düşman gören bir zihniyetle açıklanabilir. O yıllarda hükümet, YÖK ve Üniversitelerarası Kurul arasındaki gergin ilişkiler hatırlanırsa, bu tür gerginlikler ve kafa tutmaların, siyasetin akademiye ilgisizliğinde belirleyici bir rol oynamıştır diye düşünüyorum.

YÖK Genel Kurulu’nun 1999 tarihli bir kararı var, doçentlik ünvanı almış olan birinin yardımcı doçentliğe yeniden atanmasında (sözleşmesinin uzatılmasında) jüri raporuna gerek olmadığını, üniversite yönetim kurulu kararıyla bu işlemin yapılabileceğini söylüyor. Benim 3 yıllık sözleşmem sona erince, Dekan Yardımcısı aracılığıyla “Rektörlüğün yeniden atama için jüri raporu istediği”ni ilettiler. Psikolojik eziyetin bir başka yolu da buydu. Doçent olmuşuz, bölümde tek bir doçent yok, yayınlarımız ve akademik puanlarımız kadro verdikleri herkesten daha fazla, buna rağmen kadro vermedikleri gibi, yıllardır doçent olan birini inatla yardımcı doçent olarak yeniden atıyorlar, eziyet olsun diye bir de, YÖK’ün aksine kararına rağmen, jüri raporu istiyorlar..

28 Şubatçıların, bu sürecin önemli aktörlerinden biri olarak da Demirel’in iki dönem atadığı Rektör görev süresinin dolmasının ardından, arkasından çok beddua ve ah alarak ayrıldı; yerine kendisinin veliaht olarak işaret ettiği kişi Rektör olunca, ilişkilerimiz belki normalleşir umuduyla kendisini ziyaret ettim. Durumumuzu zaten biliyordu. Söz kadro konusuna gelince “önceki Rektör döneminde neden kadro verilmediğine bir bakmak lazım” diyerek, aynı çizgide devam edeceğini belli etmiş oldu. (Rivayete göre kendisine bir liste halinde verilen “üniversitede asla kadro verilmemesi gereken üç kişi”den biri benmişim.) Günahlarımız arasında askeri vesayet rejimine karşı olmak vardı; korumacılığa karşı serbest ticareti, içe kapanmaya karşı dışa açılmayı, kumandacılık ve rantiyeciliğe karşı piyasa ekonomisini savunmak vardı; namaz kılmak vardı; eşimizin başörtülü olması vardı. Bunlar zaten 28 Şubatçıların gazabına uğramak için yeterince büyük günahlardı. Bunlara iki yenisi de (üniversitelerde başörtüsü yasağına karşı başlatılan imza kampanyasına destek vermek, Atilla Yayla’ya karşı başlatılan linç girişimine karşı çıkmak) eklenince, adımızın iyice kara listeye alındığı konuşuluyordu.

Dekanlık tarafından bir gün hiçbir gerekçe gösterilmeden, odamızın değiştirilerek daha küçük, daha konforsuz bir odaya taşınmaya zorlanmamız gibi, zaman zaman dersin ortasında birilerinin kapıyı çalmadan “destursuz bağa girer gibi” kapıdan başını uzatarak “içerde neler oluyor?” edasıyla bakıp sonra da bir açıklama yapmadan çekip gitmesi, asker kökenli dekanın yanında fedai gibi dolaşan sözümona “ülkücü” asistanların selam vermeden ve çirkin bakışlarla yanımızdan geçmeleri, asker kökenli bir dekan yardımcısının odasına çağırıp kışlada askere tekmil verir bir edayla birtakım şeyler söylemesi, dekanlık sekreteri aracılığıyla Anıtkabir yürüyüşüne katılmamızın istenmesi, yapılacak araştırma görevliliği sınavında sorulacak soruların bir gün önceden dekanlığa teslim edilmesinin istenmesi,.. gibi daha pek çok eziyet ve usulsüzlük de yapıldı, ayrıntılarına girmiyorum.

Yargıya başvurup hak aramak beyhude bir çabaydı. Bunu deneyen arkadaşlarımız hiçbir sonuç alamıyorlardı. Bu koşullarda bu yöneticilerle uğraşmanın zaman ve enerji israfından başka bir işe yaramayacağını anladığım için bütün gücümle yayınlara, makalelere, çevirilere ve bildirilere yüklendim. Bir de derslerime büyük önem veriyordum. Öğrencilerimle çok iyi diyaloğum vardı; üzerimizdeki bütün baskılara rağmen, derslerimiz çok eğlenceli geçiyordu. Baskıların yarattığı moral bozukluğu ve bunalıma karşı derslerde öğrencilerle yaptığımız sohbet ve tartışmalar “ilaç” gibi geliyordu. Her sömestir her girdiğim derste mutlaka yaptığım “adınızı yazmanıza gerek yok; dersle ve hoca ile ilgili düşünce ve eleştirilerinizi serbestçe yazın” dediğim yoklamalarda derslerin öğrenciler açısından oldukça verimli, hareketli, eğlenceli geçtiği, “biraz hızlı gidiyoruz” dışında kayda değer bir şikayetin olmadığı anlaşılıyordu. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın bütün baskılarına rağmen yaşama sevincimizi kaybetmedik; uğruna bankacılık kariyerinden vazgeçtiğim (bankaya beraber girdiğimiz iki arkadaşımdan biri bugün aynı bankanın, diğeri de başka bir bankanın genel müdürü konumundalar) akademisyenlik mesleğini severek icra ediyor, yaptığım işten zevk alıyordum… Baskılara direnmenin ve baskıcıların karşısında mahcup olmamanın en etkili yolu olarak gördüğüm, Bilkent’ten değerli hocam Erinç Yeldan’ın deyişiyle “agresif bir şekilde” yayınlara yüklenmenin çok faydası oldu. Yılda ortalama 8-10 yayın çıkarıyordum. Kaderin cilvesi, kadro vermeyip cüppe giydirme törenlerinden dışladıkları Mustafa hocaya uluslararası yayın birinciliği ödülü vermek durumunda kaldılar. Törenden sonra olan bitenin farkında olan bir hocamın yanıma gelerek “Mustafa hocam seni tebrik ediyorum; bunlara yaranmak için Nesrin Topkapı gibi kıvırmadın, istemeseler de hakkın olan ödülü vermek zorunda kaldılar” deyişini hiç unutmam…

**

Yıllar yılları kovaladı, köprülerin altından çok sular aktı. Gün döndü devran döndü, 367 hokkabazlığına rağmen Cumhurbaşkanı değişti, bir süre sonra YÖK Başkanı da değişti. Türkiye’nin kaderiyle birlikte üniversitelerin kaderi de değişmeye başlamıştı. Artık Türkiye eski Türkiye değildi, üniversiteler de eski “açık hava hapishaneleri” olmayacaktı. Yeni YÖK Başkanını tebrik ziyaretine gittiğimizde elimizde yıllardır kadrosu verilmeyen, mağdur olmuş 55 kişilik bir liste olduğunu hatırlıyorum.. Pek çoğunun hikayesi benimkinden de çilelidir, eminim. Çok geçmedi, artık geri dönüşü olmayan bir biçimde devrin değiştiğini anlayanlar, kadrolarımızı vermeye başladılar. Bu noktadan sonra benim için enteresan bir macera daha başlıyordu…

**

Pek bilinmez, ama iktisadın evrensel yasalarından biri şudur: Piyasaya müdahalenin görünmeyen, niyetlenilmemiş sonuçları vardır. Fiyatları arz ve talebin belirlemesine razı olmaz da, kendinize göre belirlemeye çalışırsanız bunun bedelini günün birinde kriz olarak ödersiniz; piyasa koşullarıyla uyumlu olmayan asgari ücret yasaları çıkarır, bu yolla niteliksiz işgücünü korumak isterken, bunun bedelini korumak istediğiniz insanların işsiz kalmasıyla ödersiniz; tavan fiyatla fakir fukarayı koruyalım derken fakir fukarayı kıtlığın ve karaborsanın kucağına atarak ödersiniz, vs. Bu sadece ekonomiye müdahale bağlamında geçerli değil; siyaset ve akademi piyasasına müdahale bağlamında da geçerli bir yasadır. Nitekim 12 Eylül darbecilerinin önünü kesme çabaları merhum Özal’ın tek başına iktidara gelmesine yardımcı olmuş, 1980’li yıllara Özal damgasını vurmuştur; “şiir okudu” diye siyasi ömrü bitirilmek istenen Erdoğan, siyaset piyasasına müdahale edenlerin hiç de niyetlenmediği biçimde hızla yükselmiş, son on yıldır Türkiye’nin kaderine damgasını vurmuştur. 28 Şubat’ın olağanüstü baskıları muhafazakâr kesime demokrasi ve özgürlüklerin değerini öğretmiş; izleyen dönemde onları Türkiye’de siyasetin ve değişimin ana toplumsal aktörü haline getirmiştir. Bugün “28 Şubat kime yaradı? Erdoğan’a..” diyerek komplo teorileri üreten siyasetçilerin bilmedikleri, gözden kaçırdıkları olgu, işte bu evrensel iktisat yasasıdır.

Bireysel olarak, bu kural benim hayatımda da hükmünü icra etmiş, 28 Şubat bittikten sonraki iki buçuk yılda hayatımda mucizevi denebilecek gelişmeler olmuştur… Bir dönem bizim yaşama sevincimizi yoketmek, bizi her bakımdan hiçliğe mahkûm etmek isteyenlerin hiç niyetlenmedikleri bir manzara ortaya çıkmıştır. Kısa zamanda ortaya çıkan kabarık yayın listesi karşısında mahcup olmuşlar, cüppe giydirmekten kaçınırken uluslararası yayın birincisi ödülü vermek durumunda kalmışlardır. Doçentlikten sonra profesörlük için bekleme süresi olan 5 yılın dolmasına 6 ay kala doçentlik kadrosu vermek zorunda kalmışlar, 6 ay sonra da profesörlük kadrosu verilince, bendenize 6-7 ay içinde yardımcı doçent, doçent ve profesör olmak üzere 3 değişik akademik kadroda bulunma rekoru kırdırmışlardır. Bitmedi! Doçentlik kadrosu verilince, mevzuat hazretlerinin gereği olarak, -bölümdeki tek doçent olduğumdan- Bölüm Başkanlığı bendenize geçmiştir. Aradan 1 yıl 3 ay geçtikten sonra Rektörün görev süresi dolmuş, onun yerine adaylardan biri olan İİBF Dekanımız Rektör olarak atanmıştır. Yeni Rektörümüz boşalan dekanlığa bendenizi birinci sıradan aday göstermiş, YÖK’ün onay vermesiyle bu defa İİBF Dekanlığı görevim başlamıştır. Bitmedi! Aradan yaklaşık 1 yıl geçtikten sonra bu defa başka bir üniversiteden gelen rektör adaylığı teklifini, epey bir direnişten sonra, -dostlarımın hatırı ve işin vebalini düşünerek- kabul ettim; önce Allah’ın, sonra sayın Cumhurbaşkanımızın takdiriyle Rektör olarak atandım… İki buçuk yılda nereden nereye geldiğimiz ancak mucizelerle, büyüklerimizin hayır dualarıyla, “çilemizin dolması”yla, kaderin cilvesiyle, “karanlığın sonunun bir ulu şafak” olmasıyla, piyasaya müdahalenin görünmeyen ve niyetlenilmemiş sonuçlarıyla açıklanabilir. Evet, Allah’a şükür çantamız boş sayılmaz; ama 28 Şubatçıların envai çeşit eziyetine maruz kalırken de çantamız boş sayılmazdı; demek ki çekilecek çilemiz varmış… Bugün vaktiyle bana çektirilenleri kimseye çektirmemeye, yönetimim altındakilere hayatı zorlaştırmaya değil, kolaylaştırmaya çalışıyorum. Adaletle hükmetmenin, farklılıklara saygılı olmanın, çeşitliliği zenginlik bilmenin, özgürlüğün önemine inanıyorum. Üniversitelerimizin de, ülkemizin de önünün açılmasının yolunun özgürlük, demokrasi, sivilleşme, fırsat eşitliği ve çok çalışmaktan geçtiğini düşünüyorum.

**

Ben “kol kırılır yen içinde” diyenlerden değilim; zulüm ve haksızlıkları “unutalım gitsin” diyenlerden de değilim. Aksine haksızlık karşısında susulmasının “dilsiz Şeytanlık” olduğuna inananlardanım. Martin Luther King’in “dünyada kötülüklerin baskın olmasında kötülerin kötülüğü kadar iyilerin sessiz kalmasının da payı olduğu” uyarısını çok önemserim. Bu nedenle, bir dönem ellerine güç geçince düşüncesinden ve inancından dolayı, kıyafetinden dolayı, ibadetinden ya da bireysel tercihlerinden dolayı insanları ayrımcılığa tabi tutan, onlara zulmeden, özlük haklarını gasbeden, psikolojik işkenceye tabi tutan ceberrutlara hakkımı helal etmiyorum. Bireysel olarak, dünyada kimseye karşı intikam peşinde olmayacağım, ama ilahi adaletin tecelli edeceği Büyük Mahkemeyi de sabırla bekleyeceğim. Toplumsal anlamda, 28 Şubat davasını önemsiyorum; hukuk önünde bu süreçle hesaplaşmanın benzer acıların bir daha yaşanmaması açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

İlahi adaletin şaşmaz ölçüsü kimsenin ettiğinin yanına kalmayacağıdır. “Kurban olduğum Mevlâm” öbür tarafa da bırakmamış, bir kısmının cezasını burada, daha biz hayattayken, gözümüzün önünde vermiştir. Bir dönem esip gürledikleri, üst yöneticilik yaptıkları mekânlara bir daha ayak basamamak, kimsenin yüzüne bakamamak.. o diyarları terketmek zorunda kalmak.. iktidardan düştükleri gün insanların gözünde itibarlarının sıfırlandığını görmek.. Bunlar, anlayana, dünyadayken verilmiş cezalardır; bir de tabii öbür tarafı var bu işin.

Demek ki neymiş? Zulüm ile âbâd olunmazmış; iktidar geçiciymiş, Yunus Emre’nin deyişiyle, “Mal sahibi, mülk sahibi; Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan; Var biraz da sen oyalan” imiş; “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” imiş; “Her zorluktan sonra bir kolaylık var”mış; Gecenin en karanlık olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu an”mış; sabrın sonu selametmiş; zalimle kör dövüşüne girmektense başını eğip işini iyi yapmak en iyisi imiş. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler imiş…

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et