Ana Sayfa Blog Sayfa 379

İlerliyor muyuz?

Hareket halindeyken ilerlediğinizi anlayabilmek için sabit bir şeyin varlığına ihtiyaç duyarsınız. O sabit şeye göre hangi yöne; geriye mi ileriye mi gittiğinizi anlayabilirsiniz. (Bazen tersi de olur. Siz dururken, sabit zannettiğiniz şey geri geri hareket ederse, siz durduğunuz halde ilerlediğiniz zehabına da kapılabilirsiniz. Ama bunun şimdilik konumuzla bir ilgisi yok!)
 
AB standartlarının bizim demokrasimiz için böyle bir “sabit nokta” etkisi oldu şimdiye kadar. Birçok insan, o noktaya bakarak ilerleyip ilerlemediğimizi ya da ne yönde hareket ettiğimizi ölçtü. AB’nin ilerleme raporlarını böyle değerlendirdi.
 
Burnu büyüklük gibi olmasın ama benim kendi payıma demokrasimizin ne yönde ne kadar mesafe kaydettiğini anlamak için Avrupalı uzmanların değerlendirmelerine ihtiyacım olmadı pek. Kendi doğrularım, ilkelerim, demokrasi anlayışımla oluşturduğum kendi sabit noktam hep vardı.
 
Türkiyeli demokrat-özgürlükçü aydınların on yıllardır iktidarlara yönelik olarak kaleme aldıkları “iyi bir demokrasi için yapılması gerekenler” listelerini şöyle bir karıştırsanız, AB’nin ilerleme raporlarından çok daha acımasız eleştiriler; çok daha kapsamlı öneriler (adeta yakarışlar) bulursunuz.
 
Buna rağmen AB üyeliğini önemsedim ve gönülden destekledim. Onun sayesinde doğru istikameti bulacağımız için değil ama gösterdiği istikamette ilerlememizi sağlayacak bir itici güç olduğu için… Özellikle AK Parti döneminde, Batı nezdinde meşruiyet kazanmaya çok önem veren iktidarın bizden çok AB’nin sözünü dinleyeceğini düşündüğüm için…
 
Eleştirel bakışı koruduğumuz sürece 
 
Ne var ki, en çok önemsediğim zamanlarda bile, bu oluşumla ilgili eleştirel bakışımı korumaya, ihtiyatlı yaklaşmaya devam ettim. Avrupa Birliği metinlerine yansıyan o mahcup jakoben,“solumsu”, sosyal devletçi, korumacı, sendikalist, oldukça bürokrat, “şiddet” konusunda kaypak üslupla başım hoş olmadı. Özellikle Türkiye’deki başörtüsü tartışmalarında “jakoben laik” geçmişinin etkisiyle takındığı ikircikli tavır, yıllar yılı PKK’nın terör eylemlerine karşı kararlı bir karşı tavır alamaması, tam tersine hayırhah bir tutum benimsemesi, zaman zaman ortaya çıkan İslamofobik refleksler, çok kültürlü toplum inşası konusunda ortaya çıkan zaaflar, “ilerlemeci”paradigmadan tam kopamayışı benim için hep eleştiri noktaları oldu.
 
Bugün buna, Gezi olayları konusundaki naif değerlendirmeleri de ekleyebilirsiniz. Raporun Gezi olaylarını öneminin çok üstünde değerlendirmesi, Gezi’nin “haşarı çocuklarına” açık bir sempati sergilemesi, bu gruplarla arasındaki ideolojik akrabalığın belirtisi değilse nedir?
 
“Dışarıdan nasıl görünüyoruz” merakı
 
Her neyse, kusursuz olması da gerekmiyor. Genel olarak demokrasi yönünde ilerlememizde itici bir güç olarak rol oynasın razıyız… Kronik zaaflarını bildiğimiz ve raporlarını eleştirel bir gözle değerlendirebildiğimiz sürece, yakın olmaktan, mümkünse içinde yer almaktan zarar değil yarar görürüz.

Ama yeter ki, bu ilerleme raporlarını Batı medeniyetinin ülkemiz hakkında verdiği fetvalarmış gibi ele almayalım. Ülkemizi o raporlar üzerinden anlamaya çalışıp iç politikadaki kavgalarımızı o raporlar üzerinden yürütmeyelim.
 
Kendi ülkemizin halini başkalarının yazdığı raporları temel alarak tartışmak çok ama çok aşağılayıcı…
 
Eğer kendi gerçeğimizi ancak o raporlardan öğrenebileceğimizi sanıyorsak bu zaten vahim bir durum. Eğer bu raporlara “dışarıdan nasıl görünüyoruz” merakıyla bu kadar önem veriyorsak bu daha da vahim…
 
Özgüveni oturmamış yeni yetmeler gibi davranmayı bir yana bırakmanın zamanı geldi de geçiyor bile… 

Bu yazı Bugün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Türkiye’nin Rousseau problemi

Türkiye niçin hak ve özgürlükleri öne alan bir siyasî, hukukî sisteme kavuşamıyor? Neden köklü ve istikrarlı bir liberal demokrasi olamıyor? Birçok sebep sayılabilir. Bence, en kestirme ve en açıklayıcı cevap, Türkiye’de, kuruluş döneminde, özgürlük düşmanı bir siyasî felsefenin benimsenmek ve uygulanmak istenmesi: Rousseau felsefesi.

Rousseau düşünce tarihinin en karışık kafalı siyaset teorisyeni. Onda sistematik bir düşünce, tutarlı bir teori, net kavramsallaştırma aramak boşuna. Bundan dolayı olsa gerek, çok farklı ve birbirine taban tabana zıt yorumlara konu yapılabiliyor. Özgürlükçü açıdan Rousseau’nun pozisyonu gayet net. Bu Fransız yazar, Hobbes’un izinden yürüyerek, mütehakkim siyasî otorite fikrini despotizme taşıdı. Etkilendiği bir diğer isim, Avrupa’da Cenevre’de ilk totaliteryen devleti yaratan Calvin’di. B.Constant, haklı olarak, Rousseau’nun sözleşme teorisini ‘bütün despotizm türlerine en muazzam katkı’ olarak gördü. Rousseau bireyin birey olmaktan çıkartılıp kitlenin iradesiz bir parçasına dönüştürülmesinin yolunu açtı. Devlete tapıcılığın, sosyalizmin ve milliyetçiliğin öncüsü oldu. Sadece Fransız Devrimi’nin değil, modern totalitaryenizmin de temellerini döşedi. Marx’ın sosyalizmine öncülük etti.

Bazı yorumcularca demokrasinin temeli gibi gösterilen Rousseau’cu kanunların yapımına katılarak özgür olma ve genel irade nosyonları aslında totalitaryenizmin yapı taşlarıdır. Başka bir deyişle bu kavramlarla ancak ve ancak totalitaryen demokrasiye ulaşılabilir, liberal demokrasiye değil. Rousseau’ya göre, ‘genel iradeye uymayı reddedenler genel yapı tarafından zorlanmayı hak edecektir. Bu aslında onların özgür olmaya zorlanmasından başka bir şey değildir’. 28 Şubat sürecinde Kemalistler bu anlayışla üniversite öğrencisi kızları başını açmaya zorladı ve böyle yapmakla onları özgürleştirdiğini iddia etti. Rousseau her vatandaşın kanunlara peşin rızası üzerinde ısrar etti. ‘En genel olarak ifade edilen irade, çoğunluğun iradesi, en âdil olandır, çünkü halkın sesi hakkın sesidir’ diyerek siyasî otoriteyi yüceltti, sorgulanamaz kıldı. İnsanın şahsiyetini ve şahsiliğini tamamen reddederek, ‘İnsanlar için yasa çıkarmaya cesaret eden güç… insan tabiatını değiştirmeye muktedir olmalıdır… İnsan tabiatını onu güçlendirmek için değiştirmek zorundadır’ dedi.

Fransız Devrimi’nden 11 yıl önce vefat etmesine rağmen Rousseau devrimin fikir babasıydı. Genel iradeye dayanan devlet iktidarının insanı yeniden yaratacak kadar güçlü olmasını istedi. Nitekim, insanlık tarihindeki en felaketli olaylardan biri olan devrimin öncüleri Rousseau’nun fikirlerini daha ileri taşıdı. Saint – Just, 10 Ekim 1793’te yaptığı bir konuşmada, şu ifadeleri kullandı: ‘Sadece hainleri değil, kayıtsız kalanları da cezalandırmak zorundasınız. Cumhuriyet’te pasif ruh hâli içinde davranan ve onun için hiçbir şey yapmayan her kimse onları da cezalandırmak mecburiyetindesiniz, çünkü Fransız halkı iradesini beyan ettiğinden, egemenin dışındaki her şey bir düşmandır’. 10. Yıl Marşı okunurken ayağa kalkmayanlara, heyecan duymayanlara CHP’lilerin gösterdiği tepki Saint – Just’un sesini ve tavrını yankılandırıyor. Aynı kişi, 26 Şubat 1794’te bu sefer şöyle dedi: ‘Bir cumhuriyet istediniz. Bir cumhuriyeti teşkil eden şey, onun önüne çıkan her şeyin yok edilmesidir’. Tanıdık gelmiyor mu? Ve terörün babası Robespierre, Rousseau’nun çarpık özgürlük kavramını kullanarak şunu ilan etti: ‘Devrim devleti, özgürlüğün tiranlığa karşı despotizmidir’.

Rousseau’yu okumak, Türkiye’de sosyalistlerin niye Kemalist olduğunu anlamamızı da sağlar. Türkiye’de sokak eylemcilerinden üniversite profesörlerine kadar birçok solcu aynı zamanda Kemalisttir. Bazılarının sandığının tersine, bunda hiçbir çelişki yok. Böyle olması eşyanın tabiatı icabı. Solcularla Kemalistler aynı zihniyet rahmini paylaşıyor: Rousseau’nun fikir dünyası. M. Hocutt’ın işaret ettiği üzere, çağdaş solun kibirli ve tüm insanî değerleri kendi tekeline alıcı söylemi de Marx’tan çok Rousseau kaynaklıdır. Bu temelsiz, saçma, ama solcu olmayanları (meselâ bazı muhafazakârları) dahi esir alan söylem üstünlüğü solun en büyük entelektüel güç kaynağıdır.

Türkiye Rousseau’cu siyasî felsefeyi geriletmedikçe özgürlükçü bir ülke olamaz. Bu geriletme sürecinin elbette bireylerden başlaması gerekir. Meraklı olanlara okumaya başlamak için birkaç kaynak tavsiye edebilirim. T. Akyol’un Atatürk’ün İhtilâl Hukuku kitabı tek parti diktatörlüğünün niçin ve nasıl Rousseaucu kuvvetler birliğine dayandığını ve bunun ne gibi sonuçlara yol açtığını anlamanızı sağlar. M. Hocutt’ın Liberal Düşünce Dergisi’nde yayımlanan ‘Hayırseverliksiz merhamet, hürriyetsiz özgürlük’ makalesi de Rousseau’yu çözmede iyi bir anahtar görevini üstlenebilir. İngilizce okumak isteyenler için ise, bu yazıda yararlandığım, Eric von Kuehnelt – Leddihn’in, bulması zor olsa da, Leftism ( Solculuk) adlı kitabının özellikle Fransız İhtilali’ni ele alan bölümüne bakmakta fayda var.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

CHP ‘Cemevi’ konusunda ne kadar samimi

CHP ‘Cemevi’ni ibadethane saymamak gibi insanlık dışı anlayışın ortadan kaldırılmasını savunurken diğer yandan da uluslararası insan hakları hukuku ile çelişen ‘677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair’ Kanun’a bağlı olduğunu dile getirmektedir. 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile birlikte Alevilerin dergahları kapatılmış, inançlarını yaşama ve sürdürme imkanı kalmamıştır. Alevi inancını öğreten ve önderlik eden makamlar/kişiler yasaklanmıştır.

AK Parti iktidarının Kürt açılımı ile başlayan demokratik açılım süreci, Başbakan’ın Alevi açılımı talimatıyla yeni bir yön ve aşamaya geçmiştir. Özellikle gezi parkı sürecinde yaşananların Başbakan’ın ‘Alevi açılımı’nı yeniden gündeme getirmesi bakımından itici bir rol oynadığı bilinmektedir.

Burada Merak edilen, ‘Alevi’ kökenli bir Genel Başkan’ın olduğu ve ‘Alevi’lerin büyük çoğunlukla destek verdiği CHP’nin alacağı tavırdır. Bir yandan devleti kuran parti olduğunu söyleyen ve bununla övünen, kendisini siyasi yelpazenin solunda konumlandıran, temel hak ve özgürlükleri savunduğunu iddia eden diğer yandan temel hak ve özgürlüklerin en önemlilerinden biri olan ‘din ve vicdan’ özgürlüğü karşısında susan statükoya teslim olan bir CHP vardır.

Demokratikleşme paketi ile temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesine yönelik atılan adımlar ile ‘Anadilde eğitim’, ‘Hacı Bektaş Üniversitesi’, ‘Roman Enstitüsü açılımı’, ‘Türbanın kamuda serbest olması’ gibi, konularda ki özgürleşme çabalarına yönelik atılan adımlarla bir paradigma değişimi yaşanmaktadır. Asıl bundan sonra özgürlükleri savunanlar ile karşı olanları daha iyi görme ve test etme imkanı bulacağız.

CHP VE DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ

Kamuoyunda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasından sonra ‘Kılıçdaroğlu geleneksel CHP söyleminin dışına çıkmaya çalışmıştır. Ama parti içindeki gelenekçi kesim tarafından şiddetli tepki ve engellerle karşılaşmıştır’ söylemi ile bir kanı oluşturulmaya çalışılmıştır. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Sorun CHP içindeki gelenekçi yapının var olması değil, tam da gelenekçi yapıyı kurum ve kurumsal olarak içselleştirmiş ve varlığı buna bağlı olan CHP’nin kendisidir.

AK Parti’nin, ülkenin önemli ve kronikleşmiş sorunlar karşısında resmi söylem dışına çıkarak, harekete geçmesi; ‘Kürt açılımı’, ‘Alevi açılımı’, ‘Roman açılımı’ gibi, sorunları kamuoyunun önüne getirmesi ve tartışmaya açmasına rağmen, CHP, yıllardır var olan bu sorunlar karşısında sözde tavır almış ne zaman ki çözüm önerileri belirdiğinde hemen sahadan çekilmiştir. Tıpkı ‘Demokratikleşme Paketi’ karşısında yaptığı gibi.

CHP VE DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ

En temel hak ve özgürlüklerden olan ve aynı zamanda laik bir yönetim biçiminin en temel göstergesi olan ‘din ve vicdan özgürlüğü’ karşısında 1923’ün ideolojik penceresinden bakmaya devam etmektedirler.

Bundan birkaç ay önce CHP’nin hazırladığı ve parti binasına da asarak deklere ettiği ‘Özgürlük ve Demokrasi Bildirgesi’nde, ‘Yüzde 10 seçim barajının kaldırılması’, ‘Milletvekillerini liderlerin değil halkın seçmesi’, ‘Düşünce ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınması’, ‘Din ve vicdan özgürlüğünün korunması ve her inancın eşit tanınması’, ‘Demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin kaldırılması’ gibi onyedi ilke açıkladı. Bu ilkeler tek başına ele alındığında, temel hak ve özgürlüklerin savunulması bakımından CHP açısından bir paradigma değişimi olarak algılanabilir.

CHP 2011 seçimlerinden önce de buna benzer programlar hazırlamış ve seçim bildirgesin de deklere etmişti. 2011 Seçim Bildirgesi giriş bölümünde, ‘CHP değişimin ve büyük dönüşümün partisi olduğundan söz edilmekte ve CHP’nin iktidarında Türkiye’de özgürlükçü demokrasi kurulacaktır’. denmektedir. Aynı CHP, hazırladığı bildirgenin giriş kısmında ‘Cumhuriyetin kurucu ilkelerine ve devrimlerine bağlı olduğunu’ vurgulamaktadır. İşte tam da burada CHP siyasi anlamda bir ‘takkiye’ örneği vermektedir. CHP’nin yaptığı ‘takkiye’nin en somut ve patrik izdüşümünü; Sünni ve Alevi İslam Cemaatleri önderliğinde Ankara’da ki yapılacak olan Cami/Cemevi projesi temel atma törenleri öncesi ve sonrasında çıkan olaylarda nasıl bir tavır aldığını hep birlikte gördük.

DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ ÖNÜNDEKİ ENGELLER

CHP parti genel merkez binasına astığı ‘Özgürlük ve Demokrasi Bildirgesi’nin 5. madde ‘Din ve Vicdan Özgürlüğünü Koruyup, Her İnanca Eşit İmkan Tanıyalım’ başlığı altında ‘Gelin, herkesin kendi inancına göre ibadet etmesinin önündeki yasakları kaldıralım. ‘Cemevi’ni ibadethane saymamak gibi insanlık dışı bir anlayışı ortadan kaldıralım. Barış, demokrasi, insan haklarına saygı mı istiyorsunuz? Gelin, her inançtan yurttaşımıza eşit olanaklar sağlayalım. Din ve vicdan özgürlüğü sözde kalmasın’ denmektedir. Bu madde 2011 seçim bildirgesi giriş kısmı göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. CHP’nin bu ilkesi yukarda bahsettiğimiz, ‘2011 seçim bildirgesi’ndeki giriş bölümündeki savunulanlar ile birlikte düşünüldüğünde geçersiz duruma gelmektedir.

CHP ‘Cemevi’ni ibadethane saymamak gibi insanlık dışı anlayışın ortadan kaldırılmasını savunurken diğer yandan da uluslararası insan hakları hukuku ile çelişen ‘677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair’ Kanuna bağlı olduğunu dile getirmektedir. 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile birlikte Alevilerin dergahları kapatılmış, inançlarını yaşama ve sürdürme imkanı kalmamıştır. Alevi inancını öğreten ve önderlik eden makamlar/kişiler yasaklanmıştır.

Dergah, türbe, zaviyeler gibi inanç ve merkezlerini kapatan dedelik, babalık, çelebilik, şeyhlik, seyitlik, müritlik gibi makamları ve unvanları yasaklayan ‘Tekke ve Zaviyeler Kanunu’ bugün hala işlevselliğini sürdürdükçe, ‘cemevi/dergah’ların ibadethane sayılması, dedelik makamının tanınarak, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde yer verilmesi ve istihdam edilmelerini beklemek hayalcilikten başka bir şey olmayacaktır.

‘Dergah’ kavramı Tekke ve Zaviyeler Kanunu tarafından yasaklı olduğu için günümüzde bu kavram yerine ‘Cemevi’ ikame olarak kullanılmaktadır. Çünkü ‘Cemevi’ ismi kanun açısından bir sıkıntı yaratmamaktadır. CHP, ‘Cemevi’nin ibadethane olarak tanınmasını savunurken, ‘Alevi’ inancını öğreten ve önderlik eden ‘Dedelik’ makamının tanınması hakkında hiç bir şey söylememesi de aynı politikanın bir devamıdır. Çünkü ‘Tekke ve Zaviyeler Kanunu’na muhalefet etmemek için ‘Dergah’ yerine ‘Cemevi’ni ikame eden resmi anlayış henüz ‘Dedelik’ yerine kullanılabilecek bir kavram ve isim bulamamıştır.

Dergah’lar gerçek anlamda ‘Alevilik inanç merkezleri’dir. Günümüzde, Aleviliği inanç anlamında yaşatan/öğreten ve simgesel önemi olan kurumlara bakıldığında, İnternet de arama yaptığınızda, Nevşehir de bulunan ‘Hacı Baktaşı Veli’, ‘Şahkulu Sultan’, ‘Karacaahmet Sultan’ gibi Alevilik tarihinde önemli yeri olan bu kurumların hepsinin sonunda ‘Dergah’ ismi vardır ve bugünde kullanılmaktadır.

İNANÇLARIN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİN KALDIRILMASI

CHP din ve inanç özgürlüğünü savunacak ve hayata geçirecek ise bunları pankart yaptırarak parti binasına astırmaktan daha somut ve kalıcı politikalar üretmek ve hayata geçirmek zorundadır.

CHP din ve vicdan özgürlüğüne, statükocu pencereden değil, temel hak ve özgürlük penceresin den bakmak zorundadır.

 

 

İnsan Hakları Sözleşmelerinin önemi, bireyin haklarının güçlendirilmesi ve genişletilmesi yönünde bağlayıcı ve koruyucu tedbirler almasıdır. Türkiye’nin taraf olduğu Uluslararası Sözleşmeler de ‘Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması’ hakkındaki kanun, ‘din ve vicdan özgürlüğü’, ‘ibadet/ibadethane’ yapma açısından, uluslararası insan hakları hukuku ile çelişmektedir. CHP, ‘Alevi’lerin inançlarını yaşatma ve yaşama önündeki engellerin kaldırılması konusunda kararlı ve samimi ise bu konuda cesur adım atarak evrensel insan hakları hukuku ile örtüşen yeni bir Anayasa yapımına destek vermelidir. Özgürlükler herkes için savunulduğunda evrensel olurlar.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Esneklik herkese lazım

Çocuk doğurmayı teşvik amacıyla çocuklu kadınlar için getirilen esnek çalışma modelinin taşıdığı tehlikeler üzerinde durmuştum son yazımda. Acaba, kadınları iş hayatında bu kadar avantajlı hale getirmek, işverenler açısından kadın eleman çalıştırmayı caydırıcı hale getirmeyecek mi demiştim. Ayrıca bu durumun kadınların iş gücü piyasasındaki konumlarını aşağı doğru çekmesinden endişe ettiğimi; iş hayatında zaten iğreti bir pozisyonda (ailenin mali durumu düzeldiği anda evine geri dönmeye hazır) duran kadınların bu yüzden daha da iğreti hale gelebileceğini öne sürmüştüm.
 
Çözüm olarak da, esnek çalışma imkanının kadın-erkek bütün çalışanlar için getirilerek bu uygulamanın kadın istihdamı açısından bir dezavantaj yaratmasının önüne geçilebilir demiştim.
 
Sayısal, zamansal, mekansal…
 
Aslında bu önerimin arka planında, çocuklu kadınları dezavantajlı duruma düşmekten korumayı da aşan, daha temel bir gerekçe var:
 
Esnek çalışma imkanının, sadece annelerin değil hem bütün çalışanların hem de işverenlerin ihtiyacı olduğu gerçeği…
 
Artık bütün dünya görüyor ve kabul ediyor ki, esnek çalışma Post-Fordizm döneminde üretimin anahtar terimi…
 
Günümüzde sanayinin dış rekabete açılması dendiğinde gündeme gelen en temel konulardan biri de iş gücünün dış rekabete hazırlanması… İşte bu noktada, “esnek üretim”, “esnek çalışma”ve hatta “esnek işçi” gibi kavramlarla karşı karşıya geliyoruz. Bugün dünya piyasalarında talep o kadar hızlı değişiyor ki, bu koşullarda ayakta kalabilen şirketler, üretimlerini her gün, oluşan talebe göre yeniden düzenleyebilen şirketler oluyor. Bu da esnek çalışmayı, esnek üretimi hayati hale getiriyor.
 
Hem ürünlerin esnekliğini hem emeğin esnekliğini hem de üretim mekanının esnekliğini içeren geniş bir alan bu… İşletmede çalışan eleman sayısının değişen talep ve üretim koşullarına göre azaltılıp artırılmasından (sayısal esneklik) mevcut elemanların çalışma sürelerinin esnetilmesine (zamansal esneklik) kadar çok çeşitli kavramları içeriyor. Artık bütün dünyada, çağrı üzerine çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası, yıllık iş süresi, esnek vardiya sistemleri, ödünç çalışma, kısmı çalışma, tele-çalışma, telafi çalışma gibi binbir çeşit istihdam biçimi ile karşı karşıyayız. Bilgi teknolojilerindeki gelişmenin “evden çalışma”yı birçok alanda mümkün kılmasıyla birlikte, yaşadığınız ülke ile çalıştığınız ülke bile farklı olabiliyor.
 
Sadece çocuklu kadınlar mı?
 
Esnek çalışma sadece üretimin dayattığı bir zorunluluk değil; aynı zamanda 21. yüzyıl çalışanının da talebi ve ihtiyacı…
 
Son çeyrek yüzyıldır, hayatını 9-5 döngüsü içinde geçirmeyi istemeyen; hayat kalitesini kazandığı para kadar, kendine kalan boş zamanla da ölçen bir kuşak giriyor iş hayatına… Bu yeni çalışan tipi, çalışma odaklı bir yaşam tarzı istemiyor, “çalışmanın kutsallığına” da inanmıyor. Hem çalışıp para kazanmak hem eğitimine devam etmek hem de farklı hobilere sahip olmak; belki birkaç alanda birden çalışmak, çalışırken mobil olabilmek, çalışma zamanını kendi ayarlamak, bir yandan çalışıp bir yandan çocuğuyla zaman geçirmek ya da seyahat etmek istiyor.
 
Dolayısıyla, meseleye sadece çalışan annelere esneklik olarak bakmak doğru olmadığı gibi, etik de değil… Zira kim, hangi merci örneğin çocuklu kadınların esnek çalışma ihtiyacının, bir yandan eğitimine devam etmek bir yandan da çalışmak isteyen gencin esneklik ihtiyacından daha önemli olduğuna karar verebilir?
 
Öyleyse yapılması gereken, sadece “parçayı” değil bütünü ele almak, hem üretimin hem de üreticilerin değişen ihtiyaçları ışığında iş hayatını düzenleyen yasalarda köklü değişikliklere gitmek, çalışma hayatını herkes için esnetmek ve istihdam biçimlerini çeşitlendirmektir.
Böylece, esnek çalışma kadın çalışanlar için bir dezavantaj olmaktan çıkar ve ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilen bir imkana dönüşür.

Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Dün şarttı, bugün gereksiz mi?

Biliyorum pek kimsenin umurunda değil, ama yine de Avrupa Birliği’nden gelen eleştiri ve uyarıları dikkate almakta fayda var. 

Şimdilerde ‘onlara ihtiyacımız yok’ denildiğine bakmayın. Bugün vesayet geriletildi, yargıya biraz çekidüzen verilebildiyse, asker kışlasında görünüyorsa bunda AB’nin payını inkar etmek mümkün değil. Sanırım bunu en çok AK Parti yöneticileri bilir; kurulu düzene karşı iktidar mücadelesini AB’nin açtığı yoldan ilerleyerek kazandılar. AB’nin kurulu düzene karşı getirdiği demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve özgürlük eleştirileri toplumsal değişim taleplerinin çerçevesini ve hedefini oluşturdu. Dahası, AK Parti’nin siyasal liderliğini üstlendiği değişimin içeriğini ve yönünü meşrulaştırıcı bir işlev gördü ve değişim yanlılarını gönül rahatlığıyla AK Parti’ye yaklaştırdı. Kısaca AB’nin çerçevesini çizdiği değişim paketi (küçük bir ulusalcı grubu saymazsak) AK Parti koalisyonunu genişletti, endişeleri bertaraf etti, iktidarı ‘normalleştirdi’.

AB’nin bu bağlamda ne kadar önemli görüldüğünü 2002 seçimlerinden hemen sonra AK Parti Genel Başkanı’nın (ucube bir yargı kararı yüzünden milletvekili seçilemediği için sadece bu unvanı taşıyordu o zaman) Avrupa turu yeterince gösterir. AB o kadar vazgeçilmezdir ki Roma’da, “Avrupa ile Katolik nikâhı istiyoruz.” lafı bile söylenmiştir. Dün değişimi yönetmek, değişim ve demokratikleşme koalisyonunu genişletmek, endişeleri yatıştırmak için AB üyeliği hedefi ve reformlar önemliydi de bugün artık önemsiz mi?

İktidar çevreleri önemsiz görüyor olabilir. Sonuçta, vesayet rejimine karşı AB’nin AK Parti’yi koruyucu ve iktidarını tahkim edici işlevine gerek kalmadı. Demokratikleşmenin olmasa da iktidar olmanın ve iktidar kalmanın ‘iç dinamikleri’ yeterince güçlü. Ama unutulan şu; üzerinde uzlaşabileceğimiz bir demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları rejimi arıyorsak, bunu Avrupa standartları dışında bulmamız pek mümkün değil. Demokrasinin kurulması, kurumsallaşması ve geri çevrilemez hale gelmesi için AB hâlâ vazgeçilemez bir çıpa.

Bunun alternatifi ‘bize göre’ bir rejimdir. Yıllardır Kemalist vesayetçilerin dillerinden düşürmediği bir sözdü bu; demokrasi ‘bize göre’ydi, laiklik ‘bize göre’. Bize göre demek aslında iktidar olanın işine geldiği gibi demekti. O yıllarda Türkiye’nin liberal ve demokratları kadar AK Parti ve onun öncülleri de ‘bize göre keyfiliği’nden Avrupa standartlarına sığınıyorlardı. Dolayısıyla mesele bir ‘ülkü olarak AB üyeliği’nden öte bir şeydi; rejim tarafından dışlanan, baskılanan her kesim AB üyeliğinin gerektirdiği reformlarla biraz nefes almaya çalışıyordu. Sonuçta, içerideki değişim talebi ve koalisyonu AB’nin dinamikleriyle birlikte vesayet rejimini dönüştürdü. Peki, AB’nin işi ve işlevi bitti mi?

Son açıklanan ilerleme raporu ve strateji belgesi, bitmediğini gösteriyor. Hükümet de açıkladı; demokratikleşme süreci devam edecek diye. O halde geçmişte olduğu gibi bugün de AB’nin demokrasi merkezli eleştiri ve uyarıları yol gösterici olabilir. Üstelik AB raporu oldukça dengeli ve ılımlı. Mevcut koşulları ve hükümetin uygulamalarını birçok konuda olumluyor. Reformları, çözüm sürecini, sivil-asker ilişkilerindeki gelişmelerden takdirle söz ediyor. Hükümeti eleştirdiği en önemli konu ifade ve toplantı özgürlüğü ile Gezi Parkı olaylarına yönelik takınılan tutum. Neredeyse her siyasal değerlendirmenin bir paragrafında Gezi protestolarına ve hükümetin tutumuna atıf yapılması düşündürücü. Aradan aylar geçti. Artık iktidarın bu konuda biraz daha sakin ve sağduyulu olması gerekmez mi?

On yıl öncesine gitsin hükümet; o zaman AB’nin vesayet rejimine yönelik eleştirilerine karşı nasıl bir duruş sergilediyse Gezi’ye yönelik eleştiri ve önerilere ilişkin de benzer bir duruş almayı denesin. Zor değil, ilkeli olmanın gereği… 

Bu yazı Zaman Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Kitle hareketleri ve şiddet

Kitle hareketleri ülkemizde üzerinde pek durulmayan ve yeterince çalışılmayan bir konu. Bu yüzden, bir kitle hareketi patlak verdiğinde, bilgiye ve sağlam muhakemeye dayalı yorumlar yerine ezberleri, ön yargıları, romantizmi, eylemcilere ve açık – örtülü gerekçelerine tapınmayı ve nefreti yansıtan yorumlar ve tavırlar ortalığı kaplıyor. Kitle hareketlerine şiddet unsuru da eklenince durum iyice karışıyor. Gezi değerlendirmelerinde olan tam anlamıyla buydu.

Kitle hareketlerinin özellikleri hakkında geniş bir uluslararası literatür var. Özellikle Avrupa tarihi, bu tür hareketlerin çarpıcı ve sarsıcı örnekleriyle dolu. İlk aklımıza gelen elbette sosyalist ve faşist hareketler. Bunları daha çok 20. Yüzyıl olguları olarak biliyoruz, ama kitle hareketleri aslında epeyce geriye giden bir tarihe sahip. Birçok fikir tarihçisinin tespitlerine göre, Avrupa’da Reformasyon hareketi etrafında radikal, ütopyacı, kolektivist oluşumlar doğdu. Dinî referanslı bu oluşumların ortak özellikleri Mesihçi ve milenyumcu olmalarıydı. Mesihçilik, bir gün bir kurtarıcının geleceği ve insanlığın nihaî kurtuluşunu sağlayacağı inancıdır. Milenyumculuk ise, büyük (ulu desek daha mı doğru olurdu, acaba?) bir önderin kuracağı ve bin yıl yaşayacak bir düzene olan inançtır. Hitler üçüncü cumhuriyetin bin yıl yaşayacağını söylemişti. İsmini burada saymaya gerek olmayan bir sürü din adamlığı kökenli sekteryen grup önderi kendisinin Mesih olduğunu iddia etti, kitle hareketleri yarattı ve çeşitli ölçeklerde totaliter düzenler kurdu.

Bu hareketlerin hepsinde düşünce zembereği aynıydı. Berbat hâle gelmiş, madden ve manen çökmekte olan bir dünya. Ulu liderin öncülüğünde Tanrı’nın daha doğrusu onun iradesini bilen ve temsil eden liderin peşinden giderek ebedî kurtuluşa ulaşma. Hristiyan ütopyanizmi ebedî kurtuluşu öte dünyada bekliyordu, ama bu tür hareketler sekülerleştikçe ebedî kurtuluş umudu bu dünyaya çekildi. Yeryüzü cenneti tasavvurları böylece doğdu. İlginçtir, Mesih fikri, siyasî ideolojiler yelpazesinin birçok yerine sirayet etti ve klasik anlamda dinle hiç ilgisi olmadığı sanılan çizgilere dahi eklendi. Faşist ve komünist Mesihçiliği zaten biliyoruz, ama geniş anlamda liberal gelenekte dahi bu tuhaf kavrayış boy gösterdi. Meselâ, koca koca Ayn Randcılar hâlâ dünyaya gelecek ve bölünmüş felsefeyi birleştirerek insanlığı kurtaracak bir filozof, bir süper insan, yani bir Mesih bekliyor.

Tarih boyunca kitle hareketi vasfını kazanmış bu tür bütün akımlar bir şekilde şiddete bulaştı. Sadece saldırı şiddeti değil, nefsi müdafaa saikiyle başvurulan karşı şiddet bile bir süre sonra hareketin özü ve ayırt edici özelliklerinden biri hâline geldi. Reformasyon sürecinde radikal dinî fraksiyonların şiddete bulaşma hızı hayret vericiydi. Bugün değil silah taşımayı ve insanlara vurmayı, silaha dokunmayı ve tokat atmayı dahi yanlış gören dinî gruplar, bir hafta sonra sınırlanması imkânsız, amansız, vahşî bir şiddet aygıtına dönüşebiliyordu.

Bu tür hareketlerin tarihinden alınacak bir ders varsa, o da, araç olarak başvurulan şiddetin bir süre sonra amaç hâline gelebileceği ve şiddeti yönlendiren gücün her şeyi ve herkesi kontrolü altına alacağıdır. Şiddetin süreklilik kazandığı her yerde, düşünce, muhakeme arka plana itilir. Soğukkanlılık, itidal rafa kaldırılır. Şiddet ve onu uygulama gücüne sahip olanlar öne çıkar. Şiddet her zaman daha çok şiddeti davet eder, mecburî kılar. Böylece, şiddete araç olarak ve geçici surette başvuranlar bir süre sonra kendileri şiddetin aracı olur, şiddet dalgası önünde sürüklenirler.

Kitle hareketleri bazı şeylere karşı çıkar ama neyi istediği çoğu zaman belirsizdir. Bunları nasıl yapacakları daha da müphemdir. Şiddetin yıkıcılıkta işe yaraması aynısının yapmakta ve kurmakta da mümkün olabileceği kanaatini doğurur ve besler. Böylece şiddet ana siyasî araçlardan biri hâline gelir. 20. Yüzyıl’da iktidara gelişte şiddet kullanan bütün akımlar yeni iktidarı kurmakta da şiddete başvurmuştur.

Kitle hareketleri, özellikle şiddete bulaşmış kitle hareketleri, işte bu yüzden tehlikelidir ve zararlıdır.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Biraz da barışa sabredin!

 “Otuz senedir çatışma ve ölümlere gösterdiğimiz tahammülü barışa gösteremiyoruz.”

“‘Bu PKK’yle barış olmaz’ diyenlerle ‘bu Hükümetle barış olmaz’ diyenler, bilerek veya bilmeyerek aynı değirmene su taşıyorlar.”

“Barışın olması için Erdoğan’ın veya Öcalan’ın ekolojist demokratlar olmaları gerekmiyor. Başbakan’ın kürtaja ilişkin görüşleri üzerinden müzakere analizi yapılıyor, akıl alır gibi değil.”

“Söylemden ziyade pratiğe bakmak gerek. Aslında alandakiler sürecin ruhuna uygun davranıyor, hapisten kaçan tutuklulara PKK yardımcı olmadı, devlet de Feraşin Yaylasındaki türden etkinliklere veya başlangıçtaki birkaç istisna hariç şehitliklere müdahale etmiyor.”

“En büyük eksiğimiz, her iki tarafın da eksiğini görüp, artılarına da işaret edecek bir baskı grubunun olmaması.”

Böyle söylüyor, görüşlerine itibar ettiğim arkadaşım Tansel Parlak. 

Mutluluğun istatistiği

Medyada estirilen kasvetli havaya, köşelerinden üniversite çağındaki türden radikal gençlik örgütlerinin diliyle slogan atanlara, Erdoğan’a öfkesinden dolayı onunla beraber barışa da muhalefet edenlere rağmen ülkede ve özellikle de bölgede bambaşka bir hava var.

Elbette mutluluğun istatistiği olmaz. Ama göstergesi olur. Çoluğuyla çocuğuyla huzur içinde bir bayram kutlayan ailelerin süreçten duyduğu mutluluğu görmemek, ancak bunu tercih etmekle mümkün olabilir. Bir de öfkenin gözü karartmasıyla.

Şeref tribünündeki mutsuz izleyiciler

Bazıları “AKP hükümetinin PKK’ya teslim” olduğunu, bu yüzden sürece karşı olduğunu söylüyor.

Bazıları da aynı sonuca tam aksi yönden, sözüm ona çok daha yüce ve saygıdeğer bir gerekçeyle varıyor. Onlar o kadar mükemmel demokratlar, tüm hakları o kadar toptan ve bir anda istiyorlar ki, bunu derhal yapmayacak bir hükümete destek vermeyi reddediyorlar.

Andımız dayatmasının kaldırılmasından, anadilde eğitimin alanının genişletilmesine, başkalarının kullanacağı hakları onlar adına küçümsüyorlar.

Aralarında bu süreçte çok yazıp çizmiş insanlar var. Onlar süreci kederle izliyor, biz de onları. Çünkü onların “hemen, şimdi, toptan” şeklindeki yaklaşımının yanlışlığını anlatmanın güçlüğünün, bunun rasyonel bir ikna meselesi olmadığının hepimiz farkındayız.

“Büyük taşa sarılmanız, onu atmayacağınızın göstergesidir” diyor Vahap Coşkun, belki onlar da farkında olarak veya olmayarak, tam da atmak istemedikleri için o büyük taşa sarılıyorlar.

Bazıları da Çözüm Süreci’ni sıradan bir ateşkese indirgemeye çalışıyor. Barış Meclisi’nden Hakan Tahmaz bu yaklaşımı eleştirirken, Öcalan’ın Nevruz’daki çağrısının ve “silahlı mücadele dönemi artık kapanmıştır” mesajının tarihi bir öneme sahip olduğunu, bunun öncekilerden farklı olduğunu, 99’da silahlı mücadele döneminin kapandığından söz edilmediğini, bazı çevrelerin bunu şimdiye kadarki dokuz ateşkesten biri olarak görmeye ve böylece onun tarihsel önemini ortadan kaldırmaya çalıştıklarını vurguluyor.

Dokunaklı bir görüntü bu, üzülmemek elde değil. Ama bu ülkenin kaderini, sayısız gencin hayatını, Türkler, Kürtler ve diğerlerinin barış içinde yaşayacakları bir geleceği, onların ruh haline teslim edecek değiliz.

 “Üçüncü güç”

Abdullah Öcalan da son mesajında, süreci hakkaniyetli biçimde takip edecek üçüncü bir gücün önemini vurgulayarak,  etkin bir izleme faaliyeti yürütecek bir akil insanlar grubunun önemine işaret ediyor.

Ancak böyle bir girişim, Çözüm’den yana olup, herhangi bir siyasi aktörle özdeşleşmeden çalışması durumunda işlevsel olabilir.

Hükümete veya Öcalan’a, devlete veya Kandil’e değil çözüme odaklanmış, bu süreçte ciddi bir sivil izleme yapacak ve atılan adımlar konusunda aktörleri “sen şurada yanlış yapıyorsun, sen de şurada” diye uyaracak birilerine ihtiyaç var.

Ve tabii ki, öncelikle Çözüm Süreci’nin başlıca iki tarafının da kendi yaklaşım ve üsluplarına herkesten fazla özen göstermesi gerek.

Bırakalım “büyük taşlara” sarılmış bir halde o büyük günün gelmesini bekleyen beklesin.

Biz yola koyulalım, çünkü bu yoldaki her adımın değeri var.

Bu yazı Star Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Teşvik edeyim derken…

Hükümetin hazırladığı “Çocuk Teşviki” paketinin getirdiği en önemli değişiklik doğum yapan kadınlara tanınan esnek çalışma imkanı.

Buna göre, doğum izni biten kadınlara, çocuğu belli bir yaşa gelene kadar “esnek çalışma” hakkı tanınacak. Esnek çalışmada kadın, belli bir süre daha önce aldığı tam maaşıyla çalışabilecek. Söz konusu sürenin bitiminde kadın aynı hakkı tekrar isterse daha az maaşla esnek çalışmaya devam edebilecek. Esnek çalışmanın, “öğlene kadar iş, öğlenden sonra ev” şeklinde düzenlenmesi düşünülüyor.
 
İki tarafı keskin bıçak
 
Hükümetlerin çeşitli alanlarda yönlendirici sosyal politikalara sahip olması doğal… Rakamlar Türkiye nüfusunun tıpkı Avrupa ülkeleri gibi yaşlanmakta olduğu alarmı verdiği göz önüne alınınca hükümetin nüfus artışını teşvik eden politikalar uygulaması da bir anlamda görevi…

Bu paket de ilk bakışta hem nüfus artışını teşvik eden hem de çocuk doğuran kadınların çalışma hayatına devam etmesini mümkün kılan, dolayısıyla da kadın istihdamını teşvik eden bir paket gibi görünüyor.

Ne var ki, bu sadece ilk bakışta böyle…

Kadınları iş hayatında bu kadar avantajlı hale getirmek, işverenleri kadın eleman çalıştırmaktan caydırıcı bir etki yaratmayacak mı? Yoksa bu paket kadınları koruyayım derken kuyusunu mu kazıyor?

Kendinizi bir işverenin yerine koyun ve düşünün… Art arda iki-üç çocuk doğuran, her seferinde 18 hafta doğum izni alan, ardından bir süre ücretsiz izin kullanan, yine her doğumda iki ay tam maaşla yarım gün çalışan, sonra da bir-iki yıl sadece yarım gün işe gelecek olan bir personele sahip olmak ister miydiniz?

Böyle bir personele ne kadar bel bağlayabilirdiniz? Ne kadar sorumluluk verebilirdiniz? Ortadan her yok olduğunda yerine geçici birini bulmakla uğraşmayı ister miydiniz ya da aynı işi yapacak bir erkekten çok daha pahalıya mal olacağını bile bile kadın eleman alır mıydınız?
 
İş hayatında “iğreti” durmak
 
Meselenin bir başka yanı da şu ki, bu kadar kesintili, bu kadar bölük pörçük bir çalışma hayatı, kadınların iş hayatının varoşlarında takılıp kalmalarına, üst kademelere doğru yükselememelerine, sorumluluk alamamalarına, bir ayakları bu dünyanın içinde, bir ayakları dışında iğreti bir pozisyonda kalmalarına yol açar.

Düşünsenize, bölüm yöneticisinin, servis şefinin ya da baş mühendisin her öğleden sonra yok olduğu işyeri nerede görülmüş?

O zaman terfi ettirirken bunu da düşüneceksin!

Esasen, şu anda Türkiye’de kadınların çok büyük bir bölümü kendilerini iş hayatında hâlâ“misafir” ya da “geçici” hissediyor ve bu durum iyi bir kariyer yapamamasının önemli etkenlerinden biri.

Geleneksel olarak evi geçindirmek erkeğin işi olarak görüldüğü için, kadın kendini kocasına“yardımcı olmak” üzere iş hayatına girmiş ama bu ihtiyaç ortadan kalktığında her an çıkıp eve dönebilecek bir ruh hali içinde çalışıyor.

Getirilen yeni düzenlemelerle daha da pekişecek olan bu iğreti pozisyon, iş hayatında zaten var olan “cam tavanı” daha kırılmaz hale getirir… Üstelik sadece üst üste çocuk doğuranlar için değil, potansiyel anne olarak görülen bütün genç kadınlar için…

Açıkçası ben bu değişikliklerin tersine tepen bir silah olacağı kanaatindeyim. Bu paket kamuda elbette ki uygulanabilir ama özel sektörde kadın istihdamını olumsuz yönde etkiler ve kadınların işgücü piyasasındaki konumunu aşağı doğru çeker.

Ayrıca anneye esnek çalışma hakkı verip babayı akla bile getirmemek çocuk bakmanın kadının işi olduğu bilincini daha da pekiştirir ki, şu anda bundan bahsetmeyi bile lüks olarak görüyorum…
 
Peki ne yapılabilir?

Esnek çalışma imkanı belli tür işlerde ve belli pozisyonlarda kadın-erkek bütün çalışanlar için tanımlanarak bu uygulamanın kadın istihdamı açısından bir dezavantaj yaratmasının önüne geçilmiş olur.

Gelecek yazıda bunu biraz açalım.

Bu yazı Bugün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Statüko nasıl haşlanır?

Ünlü kurbağa deneyini bilirsiniz. “Laikçiler” o kadar sever ve o kadar çok anlatır ki, mutlaka siz de duymuşsunuzdur.

Hani şu, şeriatın kimseyi uyandırmadan, yavaş yavaş geldiğini, insanların onun geldiğini ancak iş işten geçtikten sonra fark ettiğini anlatmak için örnek verilen deney…

Kurbağa sıcak suya atıldığında refleksif bir hareketle zıplayıp çıkıyor sudan. Ama ılık su dolu bir kaba konup su yavaş yavaş ısıtıldığında kurbağada hiçbir hareket görülmüyor. Refleksleri köreliyor ve fark etmeden haşlanıyor.

Bu örnek, şeriata geçiş süreci yaşayan ülkelere uyuyor mu, uymuyor mu bilemem. Hiç öyle bir ülkede yaşamadım.

Ama bir başka sürece çok uyuyor: Şu anda yaşamakta olduğumuz demokrasiye geçiş sürecine…

Her gün bir değişiklik oluyor

Türkiye’de son on yıldır demokrasinin yavaş yavaş ısıttığı suların statükoyu haşladığı bir süreç yaşıyoruz. Evet, ağır ağır, irili ufaklı ama her gün bir değişiklik oluyor hayatımızda. Dün olmaz dediğimiz şey bugün oluyor ve ertesi gün, sanki hep öyleymiş, hep öyle yaşamışız gibi alışıveriyoruz. Derken bir başka adım ve hemen ardından onun hızla içselleşmesi… Öyle ki, nereden başladığımızı unuttuk bile.

Ne MGK toplantı günlerini elimiz yüreğimizde bekleyişimizi hatırlıyoruz artık ne Kırmızı Kitap diye bir şey var hayatımızda… Muğlalı Kışlası tarih oldu; yarın öbür gün İzmir Buca’daki Çevik Bir Meydanı da tarihe karışacak ve birkaç yıl sonra eski adını kimse hatırlamayacak. On yıl önce Kürtçe şarkı söyleyen şarkıcılar hain ilan edilip aforoz edilirken şimdi Devlet Tiyatroları Kürtçeoyun sahneye koymaya hazırlanıyor ve bu haber gazetelerde ancak tek sütun haber oluyor. Dün üniversite kapılarından giremeyen başörtülüler bugün üniversitelerde, devlet dairelerinde ve siyasette özgürce yerini alıyor.

Su gittikçe ısınıyor ve kaybettiği her alanla birlikte statüko kendini koruma reflekslerini biraz daha kaybediyor.

1925’ten beri süren militer vesayetin, on yılda bir gelen darbelerin, sıkıyönetimlerin, sürekli hale gelen olağanüstü hallerin, 30 yıldır süren kirli savaşın yol açtığı buz gibi iklimin sürekli diri tuttuğu statüko, demokrasinin yavaş yavaş ısıttığı suda fark etmeden haşlanıyor.

Rejimin zinde güçlerinin ne muhtıra verecek ne ültimatom çekecek ne de bir hamle yapıp kendini sıcak sulardan kurtarıp buzul çağını geri getirecek gücü kaldı.

Bayram bayram bu kurbağa haşlama hikayesi de nereden aklına geldi diyecek olursanız…

Farkındaysanız, bu Kurban Bayramı’nda, statükonun 85 yıllık bir imtiyazını kaybedişine tanık oluyoruz.

Kısa bir süre sonra, çocuklarımız şöyle konuşacak aralarında: “Biliyor musun, bir zamanlar insanlar kurban derilerini Türk Hava Kurumu’na vermezse 3 ila 6 ay arasında hapse mahkûm olurmuş.” 

Bayramınız kutlu, nihayet sahiplenebildiğiniz kurban deriniz hayırlı olsun.

Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Dershaneler ve devletçilik

Hükümet dershanelerin kapatılmasında ısrarlı. Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamalarına göre gelecek yılın başından itibaren dershanelere ruhsat verilmeyecek. Mevcut dershaneler özel okula dönüşmeye teşvik edilecek. Bundan böyle bakanlığın izni ve denetimi dışında ilk, orta ve lise seviyesine yönelik eğitim verilemeyecek.

Hükümetin kararının çeşitli gerekçeleri var. Bunlar, eğitimin kalitesinin yükseltilmesi ve fakir vatandaşların çocuklarının dershaneye gönderme yükünün altına girmesinin önüne geçilmesi gibi temalar etrafında dönüyor. Hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, hükümet yanlış, haksız ve amaçlarına ulaşamayacak, hatta amaçlananların tam tersi sonuçlar yaratacak bir kararın peşinden koşmakta.

Dershaneler eğitim sisteminin bir sonucu. Yarışma olan her yerde insanlar yarışa hazırlanmak için ulaşabildikleri her imkânı ve kaynağı kullanır. Dershaneler toplumda imkân ve kaynak kullanma bakımından eşitleştirici bir fonksiyonu ifa ediyor. Yani toplumsal hayatta bir karşılıkları var, bir ihtiyaca cevap veriyorlar. Öyle olmasaydı bugünkü kadar yaygın ve gelişmiş hâle gelemezlerdi. Dershaneler kapatılırsa, yarışlara hazırlanmada destek arayışı formel değil informel, açık değil kapalı ortamlara kayar, ortadan kalkmaz. Bundan en büyük zararı fakir, güçsüz toplum kesimleri görür. Sonuçta, kaş yapayım derken göz çıkartılmış olur.

Toplu, merkeziyetçi, tek biçimci eğitim sistemleri her yerde her zaman hastadır. Hastalık eğitime sert bir ideoloji giydirilmesi kadar sistemin yapısından da kaynaklanır. Hastalığın zararlarını azaltmak için sistemi adem-i merkeziyetçilikten kurtarmak gerekir. Türkiye’de dershaneler, elbette tümüyle değil ama bir ölçüde, merkeziyetçiliği kırmakta. Eğitim sistemine sınırlı da olsa bir çoğulluk eklemekte. Dershanelerin kapatılması bu çoğulluğun öldürülmesi anlamına geliyor. Dershanelerin ‘özel’ okula dönüşebileceği lafı da anlamsız; zira Türkiye’de özel okul yok. Özel okul finansmanını kendisi sağlayan ve müfredatını da kendisi belirleyen okuldur. Var mı ülkemizde böyle bir okul?

Dershanelerin devlet tarafından kapatılması teşebbüs özgürlüğüne de aykırı. Teşebbüs özgürlüğünün olduğu yerde insanlar ekonomik değer taşıyan her şeyi üretmek, dağıtmak, pazarlamak amacıyla şirketler, iktisadî girişimler kurabilirler. Eğitim bunun dışında değildir. Eğitim alınıp satılabilen bir maldır – hizmettir. İnsanlar isterse bilgiyi ve bilgi öğretme tekniklerini bunlara bir fiyat ödemeye gönüllü insanlara satabilirler. Dershanelere izin vermemek bunu yapmayı en azından zorlaştırır, bu yüzden teşebbüs özgürlüğüne aykırıdır.

Ekonomik teori açısından dershaneleri kapatmak tüketicilerin tercih haklarının da kısıtlanması anlamına gelmektedir. Birey ihtiyaç duyduğu, gerekli gördüğü bilgiyi piyasa şartlarında kimden istiyorsa temin etme hakkına sahip olmalıdır. Kamu otoritesi bunun yapılmasına çok genel bazı şartlar getirebilir, ama tümüyle engelleyemez. Daha iyi anlaşılması için yakınlarda vuku bulan bir gelişmeyle kıyaslayalım. Geçenlerde kurban derilerinin nasıl tasarruf edileceği hakkında özgürlükleri genişletici bir adım atıldı. THY’nin kurban derisi toplama tekeli kaldırıldı. Eski düzenleme bireysel kurban derisi sahibine doğrudan müdahale etmiyordu. Ama, deri toplama yetkisi tek kuruma imtiyaz olarak vermek suretiyle, deri sahiplerinin tercih alanını kısıtlıyordu. Daha doğrusu tercih haklarını elinden alıyordu. Dershaneleri kapatma olayında durum aynı. Hükümet tek tek bireylere dershaneye gitmeyi, ailelere çocuklarını dershaneye göndermeyi yasaklamıyor, ama dershaneleri yasaklayarak bireyin tercih alanına haksız, insan haklarına aykırı şekilde müdahale etmiş oluyor.

Son olarak, hükümetin bir olaydaki devletçi tutumuna dikkat çekmek istiyorum. Andın kaldırılması, başörtüsü yasağının kısmen silinmesi gibi adımlarda anti-devletçi, yani özgürlükçü tavır takınan hükümet, dershaneler meselesinde ters yolda gidiyor. Devletçiliğe demir atıyor. Bu hükümet cenahından kimsenin dikkatini çekmiyor, kimseyi rahatsız etmiyor mu?

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmıştır.