‘Devlerin aşkı büyük olur’ diye bir şarkı mı vardı, yoksa bu bir Yeşilçam repliği miydi, emin değilim. Bildiğim, kendimizi ‘devleşmiş’ gördükçe, düşmanlarımızı da ‘devler ligi’nden seçmeye başlamış olmamız.
‘Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit hangi ülkeden geliyor?’ sorusuna halkın yarıya yakını, % 43’ü, ABD diyor. Büyük Türkiye’nin karşısında ‘süper devlet Amerika’… Tehdit sıralamasında ikincilik, % 24’lük oranla İsrail’in. Bunları açık ara farkla İran (yüzde 3) ve Yunanistan (yüzde 2) izliyor. Bu rakamlar Metropoll’ün aralık ayı sonunda yaptığı kamuoyu araştırmasından.
Öncelikle, ‘etrafımız düşman ülkelerle çevrili’ söyleminin artık toplumsal karşılığının kalmamış olması sevindirici. Ya komşu ülkelerden gelebilecek tehditler pek önemsenmiyor kamuoyu tarafından ya da son yıllarda yaşanan özgüven patlaması ‘tehdit’in kaynağını da büyütmüş. Halk artık Yunanistan, Ermenistan, İran’a bakmıyor; Türkiye’ye yönelik tehdidin ‘büyük yerler’den geleceğini düşünüyor.
Her durumda halkın bu denli büyük bir kesimi yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’nin ‘resmî müttefiki’ olan bir ülkeyi ‘en büyük tehdit’ olarak görüyorsa, üzerinde durulması gereken bir sorun var demektir. Özellikle de bu ülkenin güvenliği hâlâ çok büyük ölçüde Amerikan silah ve teçhizatlarıyla sağlanabiliyorsa!
ABD ile adı ‘stratejik’ veya ‘model ortaklık’ olsun hiçbir ‘ortaklık’ böyle bir algının egemen olduğu bir toplumun üzerine bina edilemez. Gittikçe demokratikleşen bir Türkiye’de kamuoyunun dış politika yapımına etkisi yadsınamaz. Demokratik bir siyasal zeminde, açık toplumda, kitle iletişim çağında dış politika sorunları hiç olmadığı kadar konuşuluyor, tartışılıyor. Halkın algılarından, taleplerinden ve baskılarından bağımsız bir ‘dış politika’ yürütmek de zorlaşıyor. Sorun şu ki; kamuoyu algısı hükümetin dış politikasını ipotek altına alabilir.
Eğer dış politikanızı bu türden bir kamuoyu baskısından bağımsız yürütmek arzusundaysanız, öncelikle bu algıyı değiştirmek zorundasınız. Bu tek başına AK Parti hükümeti de aşıyor, çünkü tehdit algılamasında siyasi parti tabanları arasında ciddi bir fark yok.
Her durumda halkı kazanmadan dış politikada ittifakları veya işbirliklerini uzun vadeli kılmak mümkün değil. Artık soğuk savaş koşulları yok. Dış politikayı halktan kaçırıp elitlerin tekeline veremezsiniz. Bakın bizim diplomatlarımız da son iki yıldır Mardin’de halay çekiyor, Erzurum’da bar oynuyorlar.
ABD’ye ilişkin tehdit algısı tabii ki ABD’nin yaptıklarından bağımsız değil. Neredeyse son on yılı bölgemizde savaşlarla geçiren bir ABD’nin halka sempatik görünmesi zor. Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden, İran için fırsat kollayan, her koşulda İsrail’i destekleyen, soykırım meselesini yıllık şantaj aracına dönüştüren bir Amerika’nın bu ülkede algısı çok parlak olmayacaktır elbette.
Amerika ile nasıl bir ilişki istendiği tanımlanmalı; ittifak mı, işbirliği mi; düşmanlık mı, rekabet mi?
Nihai tahlilde; PKK sorununun çözümünde, AB’ye katılım sürecinde, Türkiye’yi bölgesel bir enerji dağıtım merkezi yapma çabasında ve hepsinden de öte bu ülkenin savunmasında, ordusunun teçhizatında desteğine ihtiyaç duyuyor muyuz ABD’nin, duymuyor muyuz?
Bu sorulara mantıklı cevaplar verip, ona göre bir kamu diplomasisi izlemek şart. Toplum ‘ulusalcı’ eğilimler göstermeye başlamışken başka yönde bir dış politika çizgisi sürdürmek kalıcı olmaz. Halkın yarısının ‘tehdit’ olarak gördüğü ABD ile işbirliği ilişkilerini hükümet nasıl açıklayabilir, meşrulaştırabilir?
Kısaca, kamuoyuna yayılan yüksel dozda ‘korku’, ‘şüphe’ ve ‘düşmanlık algısı’ dış politikada hedeflenen barış kurucu, istikrar yaratıcı, işbirliğini esas alıcı ve arabulucu yaklaşımı zora sokabileceği gibi, iç siyasette de ‘ulusalcı’ kesimleri güçlendirebilir. İşbirliği yaptığınız dünyayı tehdit olarak gören bir toplumun o işbirliklerini ihanet olarak nitelemesi de fazla gecikmez.
Zaman, 11.01.2011