Bütün siyasetçiler bilsin ki, şu anda temsil ettikleri kitlelerin en büyük talebi, biraz huzur…
Yetti, gerçekten yetti ve yorulduk artık.
Seçim dönemi zaten yeteri kadar yıpratıcı idi. Propaganda döneminde dilin hırçınlaşmasını bekliyorduk ama bu kadarını beklemiyorduk. Herkes birbirini kırdı geçirdi; tehditler, hakaretler derken kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hali kalmadı. Bu arada Demokles’in kılıcı gibi seçim meydanlarının tepesinde asılı duran terör tehdidi, YSK’nın yarattığı aday krizi gibi krizler de cabası…
12 Haziran’a zaten yorgun ve bıkkın ulaştık. Neyse dedik; bu yoğunlaştırılmış siyasi kavga dönemi geride kaldı. Artık gerginliğin yumuşadığı, herkesin işine baktığı sakin bir dönem bizi bekliyor. Politikacılar hem biraz dinlenmek için tatillerini yapar hem de ufak ufak önümüzdeki dönemin büyük işleri için hazırlıklara başlarlar.
Ama ne mümkün!
Siyasetin dizi krizler halinde yaşanması kaderi olmuş bu ülkenin…
Geçmişte o kadar çok düğüm üstüne düğüm atılmış ki siyasal, toplumsal ve hukuki alanın üstüne; öyle bir kördüğüm edilmiş ki her şey; siyasetin o düğümlerden birine gelip takılmaması, adım başı kurulmuş tuzaklardan bir tanesine yuvarlanmaması neredeyse mucize…
Nitekim daha milletvekilleri mazbatalarını almadan koca bir kördüğümle karşı karşıya kaldık. Hatip Dicle ve tutuklu milletvekillerinin durumu… Yasalar bir yanda, yasaları yorumlama hakkı olan hukukçular bir yanda, halkın mesajları bir yanda, siyasetin ihtiyaçları bir yanda ve elbette kaderini kriz ve kaosa bağlamış olanlar da arkalarda, pusuda…
Öyle bir durumla karşı karşıyayız ki, yüzde 87 gibi büyük bir çoğunlukla seçilmiş olan Meclis’in meşruiyeti tartışmalı hale gelebilir ve bu meşruiyet zaafı yüzünden yeni Meclis umutla beklediğimiz yeni anayasayı yapamaz hale gelebilir.
Düğümü çözmek için el ele vermesi gereken siyasi güçlerden bir tanesi işi tehditlerle zora sokmaktan başka bir şey yapmıyor. İktidar partisi ise şimdilik sadece kollarını kavuşturmuş seyrediyor. Sorunun nasıl aşılacağını şu anda kimse bilmiyor. Gözler İmralı’daki görüşmeye dikilmiş; oradan sağduyulu bir talimat gelse de kriz yumuşasa diye bekleniyor.
Diyelim ki istenen yumuşama gerçekleşti ve bağımsızlar Meclis’e gelmeye karar verdiler. Kriz tehlikeleri bitmiyor ki… 28 Haziran’daki yemin töreni nasıl “atlatılacak?”
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Hadi bakalım, buyurun yeni bir “mayın!”
Bazı milletvekilleri “Ben bu yemini etmem çünkü birincisi Atatürkçü değilim ki Atatürk ilkeleri üzerine ant içeyim. İkincisi bir Kürt olarak neden sadece “Büyük Türk milleti” önünde” ant içeyim? Üçüncüsü belki ben bu Meclis’te federasyonu ya da ayrı devlet kurmayı tartışmak isteyeceğim; neden “bölünmez bütünlük” üzerine ant içeyim” diyecek. Başka bazıları da “Canım şimdi et şu yemini de gir Meclis’e, bu dediğin problemleri Meclis’te değiştiririz” diyecek ama diğerleri de haklı olarak “Bu yemin kaç defa krize neden oldu, neden şimdiye kadar değiştirmediniz” diye soracak.
Ve bu dizi krizler böyle sürecek de sürecek… Taa ki siyaset, eski rejimin bütün alanlarında titiz bir mayın taraması yapıp, mayın haritalarını çıkarıp, her birini büyük bir dikkatle söküp çıkarana kadar…
Bugün, 25.06.2011