Türkiye’deki tüm millî gün kutlamaları (bayramlar) bazı toplum kesimleri (sol ve Kemalist cenahlar) tarafından bir şekilde tek parti diktatörlüğünün övülmesi, göklere çıkartılması ve bu yaklaşımlarla aynı çizgide olmayanların bir anlamda ve bir ölçüde terörize edilmesi ritüeline dönüşüyor. Bunu yapanlar aynı zamanda Türkiye’de bir “AKP-Erdoğan diktatörlüğü” bulunduğunu iddia ederek ateş püskürüyor.
Siyaset Bilimi ve Anayasa Hukuku disiplinleri açısından, diktatörlüğün ne olduğu tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açık. Diktatörlükte iktidarda seçimle gelmeyen (veya göstermelik seçimlerle gelen) ve seçimle gitmeyen bir tek parti bulunur. Siyasî haklar ya hiç yoktur veya sonuç yaratmayacak olan, (siyasî mobilizasyon gibi) başka amaçlara yönelik şovlardan ibarettir. Yarışmacı ve sonuç üretici seçimler olmaz. Siyasî ifade özgürlüğü mevcut değildir. Fiilî veya potansiyel siyasî muhalefete izin verilmez. Diktatörlük yönetimi hukuka değil hukuk ona uyar, yani tek parti iktidarı siyaseten denetlenemediği gibi hukuken de sınırlanamaz ve denetlenemez.
Diktatörlüğün bu akademik kıstasları açısından incelendiğinde 1923-1945 döneminde Türkiye’de tam anlamıyla bir diktatörlük bulunduğu açık bir gerçektir. 1923-38 arasında Atatürk, 1938-45 arasında İsmet İnönü bu diktatörlüğün odak noktasını teşkil etmiştir. Tek parti döneminin bir diktatörlük olup olmadığı tartışılamayacağı için bazı yerli ve yabancı yazarlar zevahiri kurtarma amacıyla tek parti diktatörlüğüne “eğitici diktatörlük” ve “hayırhah diktatörlük” gibi sıfatlar yakıştırmıştır. Ama, öyle veya böyle, diktatörlük diktatörlüktür.
Kemalistler ve Kemalist bir damarı da bulunan solcular-sosyalistler, hatta Marksistler, tek parti diktatörlüğünün dönemin şartlarının ürünü olduğunu ve iyi hedefler peşinde koştuğunu, bu yüzden diktatörlük olmadığını, öyleyse bile kötü bir diktatörlük olmadığını iddia edebiliyor. Demek ki onlara göre diktatörlükler ikiye ayrılıyor: İyi diktatörlükler ve kötü diktatörlükler. Mamafih, bu bakışın sadece onlara has olmadığının da altını çizmek gerekiyor. İnanması zor ama, bazı liberaller de, ideal bir liberal düzene gerekirse kitlelere doğru değerleri dayatan bir diktatörlük yoluyla ulaşılabileceğini düşünüyor…
Makul ölçüler içinde bakıldığında belli bir yerde ve dönemde olan biteni anlamak ve açıklamak için dönemin şartlarına (genel ortam, aktörler, olaylar vs.) bakmak gerekli ve yararlı olabilir. Hatta bazen bunu yapmak zorunludur. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken üç nokta var. Birincisi, anlamak ve açıklamak başka, meşrulaştırmak başka. Anlamak ve açıklamak meşrulaştırmaya yetmez. İkincisi, başka başka anlamalar ve açıklamalar olabilir. Bir anlama ve açıklamanın bir başka anlama ve açıklamaya üstün olması için başka şeylere bakmak gerekebilir. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, bu yöntem özgül bir vakaya mahsus olarak mı geçerli kabul edilecektir yoksa her vakaya uygulanabilir genel bir perspektif olarak mı görülecektir? Tek vakaya mahsus ise bunun niye böyle olduğunu açıklama ve insanları böyle olmasının doğru ve haklı olduğuna ikna etme mecburiyeti doğar. Her vakaya uygulanabilir ise tez kendi kendisini imha eder. Kullanılamaz veya kullanılsa bile fayda sağlamaz hâle gelir. Her diktatörlüğü meşrulaştırmada ve övmede kullanılabilecek mahallî ve konjonktürel şartlar ve durumlar bulunabilir. Bu durumda, söz gelişi, Lenin ve Stalin’in siyasî muhalifleri fiilen elimine etmeyi de kapsayan cinayetleri ve katliamları da, Hitler’in Yahudi soykırımı da, Pol Pot’un nüfusun üçte birini gözlük takma ve yabancı dil bilmenin de dâhil olduğu trajikomik sebeplerle ölüm tarlalarında yok etmesi de meşrulaştırılabilir. Yani bu adamların yarattığı rejimlerin diktatörlük olmadığı veya diktatörlükseler haklı ve gerekli diktatörlükler olduğu öne sürülebilir.
Kemalistlerden bu gibi meselelerle meşgul olmaya yetecek entelektüel birikim, zekâ kıvraklığı ve açık fikirlilik beklemiyorum, ama entelektüel alanda daha birikimli oldukları düşünülen Marksistlerin, sosyalistlerin de aşağı yukarı aynı şeyleri tekrarlamaları, bana, belki de öyle olmaması gerekirken, tuhaf görünüyor. Sosyalist BirGün gazetesi ile sol bulamaçlı Kemalist Cumhuriyet gazetesi arasında tek parti diktatörlüğüne bakışta önemli bir fark ortaya çıkmıyor. Aynı hikâyeleri tekrar ediyorlar: Gericiliğe karşı mücadele, aydınlanma, ideal toplumun yaratılması vs. Bu, benim eskiden beridir söylediğim gibi, sosyalistlerle Kemalistlerin en azından bazı bakımlardan aynı entelektüel rahimde büyüdüğünü gösteriyor.
Diğer taraftan, tek parti diktatörlüğünü savunan Marksist sosyalistlerin ve Kemalistlerin, onların deyişiyle “AKP-Erdoğan diktatörlüğü”ne karşı çıkışları da bu durumda gülünç bir çelişki oluyor. Bu iddialarının ne kadar doğru olduğu tartışması bir tarafa, ilkesel olarak diktatörlüğe karşı çıkmak yerine sevmedikleri, onaylamadıkları diktatörlüklere karşı çıktıkları anlaşılıyor. Kemalistler tek parti diktatörlüğünü savunuyor. Sosyalistler ise, meselâ, tarihî örnekleri bir yana bıraksak da, Küba’daki diktatörlüğe karşı çıkmıyorlar, karşı çıkmak ne demek, tersine, ona övgüler yağdırıyorlar.
Marksist sosyalistlerin diktatörlüğe tamamen karşıymış pozu vermeleri de tamamen bir yanıltma çabası veya bir dezenformasyon faaliyeti. Marx proleterya diktatörlüğünü öngörmedi mi? “Burjuva diktatörlüğü”nden sonra proleterya diktatörlüğü kurulacağını, kurulması gerektiğini vaaz etmedi mi? Marksist sosyalistler, hadlerini aşıp, Marx’a itiraz mı ediyorlar? Marksist tarihsel gelime şablonunu reddedip, kapitalizmden (burjuva diktatörlüğünden) doğrudan doğruya komünist toplum safhasına geçileceğini mi düşünüyorlar? Olamaz, Marx yanılmış mı?
Marksist sosyalistlerin ve Kemalistlerin diktatörlüklere sözde karşı tavırlarına bakınca durumu çok iyi anlıyorum. Onlar prensip olarak diktatörlüklere karşı değiller, sadece sevmedikleri diktatörlüklere karşılar. Sevdikleri diktatörlükleri ise canla başla savunuyorlar. Bununla da kalmayıp, gerekirse yeni diktatörlükler kurmaya hazır olduklarının işaretlerini bol bol veriyorlar.