Dokuz yıl önce bir arkadaşımla “yetişkin” olmanın ne anlama geldiğini konuşuyorduk. O dönemlerden geçenler bilir, çocuklukta çok heyecan vericidir “büyük” olmak, sonrasında pek matah bir şey olmadığını anlarsınız, ama zaten süreç ilerlemiş, siz de o anlamsız çağa “yetiş”mişsinizdir. “Yetişkin olmak çok da kötü değil bence, kendi paranı kazanabilmek demek” demişti arkadaşım, “yetişkinlik kendi arkadaşının cenazesi ile kendi arkadaşının düğüne gitmek demek ya, o kadar hızlı büyümesek olur” demiştim ben de. Hayat çok acayip, sonra bu konuşmayı yaptığım arkadaşımın cenazesine gittim.
Hiçbir kaybı bir diğeri ile karşılaştıramam ama arkadaş kaybının sembolik bir anlamı olduğunu düşünürüm. Arkadaşınızın ölmesi “eksik” kalmak demektir. Yarım kalmış hissedersiniz, evet kabul hayatta hep ölüm vardır ama daha yaşlılar, daha yaşamışlar içindir. Size de yakışmaz, sizinle akran olana da. Bitmemiş hissedersiniz, “büyük” gelir cenaze denen ritüel. Gece uyurken uyanır da huysuzlanır diye tedirgin olup battaniye örtemediğiniz arkadaşınızın üzerine toprak atar birileri. “Gerçek olamaz” diye düşünürsünüz, gerçek gibi değildir de. Annesi ile babası sizi onun gibi sever, onun yerine koyar sever, hâlâ yaşıyor olduğunuza da üzülürsünüz.
Ozancan Akkuş ve Ali Deniz Uzatmaz’ın birlikte objektife gülümsedikleri fotoğrafı gördüğümden beri bunları düşünüyorum. Ali Deniz Uzatmaz 10 Ekim’de Gar İstasyonu’ndaki, arkadaşı Ozancan ise 13 Mart’ta Güvenpark’taki terör saldırılarında gittiler. İkisinin de o gülümsediği fotoğrafı görüp de parçalanmamak çok mümkün değil. Dün hayatını yitiren insanların her biri bir başkasının “can”ı, “evladı” idi. Bu hikâyeleri okumaktan, hepsine ayrı ayrı üzülmekten, iyi olunan anlara sevinmekten utanmanın dışında insanın elinden hiçbir şey gelmiyor gibi hissediyoruz. Doğru. Ama elimiz kolumuz bağlı değil.
Bunun bir terör saldırısı olduğunu, terörün politik taleplerinin ifade edilmesinde bir araç olarak şiddeti kullandığını biliyoruz. Elimizden gelen en büyük şey, bu şiddeti lanetlemek. Çıkarabileceğimiz en büyük ses de buna “yeter” demek. Ne düşündüğümüz önemli değil, sair zamanda yanımızdakini ne kadar sevdiğimiz de ha keza. Bu şiddet eylemi karşısında gündüzleri sivil hayatına devam edip geceleri sosyal medyada militarist kesilen hesaplara ses çıkarmak elimizde. Terörü “ama”sız, “fakat”sız, “kimden gelirse gelsin”siz lanetlemek, failini belirlemek, bunu söylemekten korkmamak yapabileceklerimiz arasında.
Terörün korku üretmek istediğini biliyoruz. Korkuyoruz da. Ama bu korkunun hayattan vazgeçmek olmadığını, kim olursa olsun içinde yaşadığımız bağlamdaki her insanın yaşamını önemsediğimizi göstermek de bizim elimizde. Kruglanski, sosyal psikoloji bağlamında terörü tanımlarken en temel hedeflerinden birinin sivil halkın devlete yönelik desteğinin ve güveninin azaltılması olduğunu vurgular. Hangi partiye oy verdiğimizden, hangi siyasî fraksiyonu takip ettiğimizden bağımsız birbirimizin yaşam hakkını korumak da bizim elimizde. Yaşadığımız alanda ne yaşayacağımıza ve geleceğimizi tayin hakkının bizde olduğunu bir tek biz vurgulayabiliriz. Bir başkası, başkaları değil.
Birlikte yaşam içinde birbirimizden hoşlanmadığımız, birbirimizden rahatsız olduğumuz nice an mevcut. Ama bu o anları yaşamayı tercih etme hakkımı bir başkasına devredeceğim anlamına gelmiyor. O yüzdendir ki normalde yaşadığım hiçbir çekişmeyi, anlaşmazlığı, kavgayı şu an hatırlamıyorum, hatırlamak istemiyorum. Zira şimdi “biz” olmaz isek, sonrasında hiç olamayacağız.
Yarın aynı fotoğrafta yer alan iki gencin farklı zamanlarda katline bir kez daha tanık olmak istemiyorsak her şeyden önemlisinin insan canı olduğunu hatırlamak zorundayız. Bunu en azından Ozancan’ın ve Ali Deniz’in annelerine sağlamalıyız.