Bu benim iki haftalık iznimden önceki son yazım…
Televizyon programları tatile girdiği için zaten bir haftadır yarı izinli gibiydim. Şimdi yazılara da ara verince, iki hafta mutlak bir tatil yapacağım.
En başta, siyaseti o kadar yakından takip etmeyeceğim. Öyle her gün saatlerce gazete okumak yok. Üç kanaldan birden haber dinlemek yok. Onun yerine, kış boyu mimlediğim romanları okumak gibi bir lüksüm olacak. Yazmak için değil, keyiflenmek için okuyacağım. Bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu benim gibi 34 yıldır hayatını yazı yazarak kazananlar bilebilir ancak.
Zihinsel detoksa var mısınız?
Aslında konuyu getirmek istediğim nokta benim tatilim değil, Türkiye’nin topyekûn tatil ihtiyacı…
Her ne kadar yeni yıl resmen 1 Ocak’ta başlar ise de Türkiye’de siyasetin, kültür ve sanatın, toplumsal tartışmaların ve hatta ekonominin yeni yılının eylül ortası olduğunu hepimiz biliriz.
Haziran sonlarında okulların kapanış zilleriyle sona erer eski yıl. Ardından Meclis tatile girer, yargı tatile girer, toplantılar, konferanslar, parti kongreleri tatile girer, TV programları, diziler tatile girer. Eylüldeki yeni canlanışa kadar süren bir rehavet dönemidir bu. Hayatın temposu düşer, stresi azalır… İster evinizde oturun ister bir yerlere gidin, bu tempo düşüklüğünü hisseder ve bundan keyif alırsınız.
Bu dönem aynı zamanda herkes için iyice bir soluklanıp sinirleri dinlendirmek; perspektifi genişletmek; sezonun hızlı rutini içinde sürekli fast foodla beslediğimiz zihinlerimizi, ruhlarımızı şöyle sıkı bir detoksa sokmak; geçtiğimiz yıla Davutoğlu’nun ünlü deyimiyle “âdil bir hafızayla” bakabilmek için de iyi bir fırsattır.
Eğer bunu yapabilirsek, belki de kavgalarımızın büyük çoğunluğunun boşa olduğunu göreceğiz. Örneğin belki de şu yaz arası zihin detoksu, geçtiğimiz yıl üzerinde en çok kavga ettiğimiz “Kürt meselesinde güvenlikçi yaklaşım mı, siyasetle çözüm yaklaşımı mı” ikileminin gerçekte bir ikilem olmadığını; bu ikisinin mutlaka bir arada gitmesi gerektiğini görüvermemizi sağlayabilir. Ya da, KCK denen örgütlenmenin ikili karakterini bir arada ele alıp değerlendirmek gerektiği konusunda bir “ampul” yakabilir kafamızda.
Yine geçtiğimiz yılın en kavgalı alanlarından biri olan darbe davalarını da güncel kavga alanı olmaktan çıkarıp tarihi bir perspektifle bakabilsek, bu davaların içeride kaç tutuklu kaldı-kalacak, kaç kişi tahliye oldu-olacak noktasından polemik konusu yapılmasının anlamsızlığını da görebiliriz belki. Sonuçta kaç kişi tutuklu yargılanırsa yargılansın, kaç kişi hüküm giyerse giysin bu davaların tarihi misyonunu yerine getirdiğini, yani Türkiye demokrasisinin Genelkurmay başkanları dahil, darbecileri yargılayabilen bir ülke kıvamına geldiğinin ortaya çıktığını, bu konuda gönül rahatlığı içinde mahkemelerin işini yapmasına izin vermemiz gerektiğini anlayabiliriz.
Erdoğan da bir soluklansa
Ben böyle bir “soluklanma” dönemine en başta Başbakan Erdoğan’ın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Keşke Erdoğan da o ölümcül temposuna bir ara verip geçtiğimiz yılla ilgili adil bir bilanço çıkarabilse kafasında… Neden gazetecilere bu kadar çatma ihtiyacı hissettiğini tahlil etmeye çalışsa örneğin… Düşünmeden kurduğu bazı cümleler yüzünden ya da Uludere’de ağzından çıkamayan bir özür kelamı için neler kaybettiğini anlasa… Kürtaj yasağı gibi yanlış ataklarla gereksiz gerginlik yarattığını kabul etse…
Sakin sakin oturup düşünse ve başkanlık sistemini artık daha fazla zorlamanın faydasızlığını anlasa; mevcut yetkilerle cumhurbaşkanı olmanın kendi karakterine uyup uymadığını şöyle bir tartsa ve ona göre de bir karar verse… Böylece siyasette gereksiz belirsizliklere ve gerginliklere sebep olmasa…
Bu temennileri artırabilir, başkalarına da yayabilirim elbette. Ama ne yerim ne de sabrım buna uygun. Bana ayrılan sütun çoktan doldu; ayrıca yıllık iznime çıkmak için de sabırsızlanıyorum.
Bugün, 09.07.2012