PKK’nın Şemdinli-Gediktepe’de bir askerî tümene yaptığı baskının peşinden bildik demeçler tekrarlandı. PKK’nın katlettiği genç askerlerin “kanının yerde kalmayacağı” sivil-asker devlet görevlilerince haykırıldı.
Van’da ve Ankara’da yapılan törenlerde politikacı ve bürokratlar üzgün yüzlerle sahne aldı. Şehirlerde kalabalık kitlelerin katıldığı ve ağıtlarla sloganların göklere yükseldiği cenaze törenleri gerçekleştirildi. Başkentte toplantı üstüne toplantı yapıldı. Televizyonlar ve gazeteler çeyrek asırdır kullandıkları anonslar ve başlıklarla gariban ailelerden gelen er ve erbaşların her birinin acılı ve acıklı hikâyelerini topluma yansıttı. Özellikle televizyon yayınları haber vermekten çok yaraları deşmeye yönelikti; öfkeleri kabartmaktan ve zaten iyice takatsiz kalmış olan rasyonel ve soğukkanlı düşünme melekelerimizi biraz daha budamaktan, körleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Ben, bir vatandaş olarak, otuz yıldır aynı sahnelerin defalarca tekrarlanmasından bıktım usandım. Bu ağır, yakıcı problemin çözümü yolunda şimdiye kadar umut verici bir adım atılmamasından bizarım. O kadar ki, neredeyse artık bu konuda hiç konuşmak ve kalem oynatmak istemez hâle geldim. Yine de, gün gibi aşikâr olduğunu düşündüğüm bazı hususları bir insanlık ve vatandaşlık görevi olarak bir kere daha hatırlatmak istiyorum.
Türkiye’de, yaklaşık otuz yıldır, bir tür ilan edilmemiş bir “iç savaş” yaşanmaktadır. Şimdilik “iki tarafın silahlı güçleri” arasında yaşanan bu savaşın toplumlara sirayet etme ihtimali her geçen gün artmaktadır. Daha kötü günler görmek istemiyorsak bu sorunu süratle çözmek zorundayız. Bunun için ise, ezberleri tekrarlamak ve hamaset nutuklarıyla birbirimizi gaza getirmek yerine, aklımızı, sağduyumuzu, mantığımızı kullanarak sorunun köklerini kavramaya ve uygun çözüm yolları geliştirmeye çalışmalıyız. Çeyrek asırlık tecrübe gösteriyor ki, bu, kazananı olmayacak bir sürekli çatışmadır. PKK’nın şiddetle bir şey elde edemeyeceği ortadadır. Buna karşılık TSK’nın da PKK’yı silahla yok edemeyeceği anlaşılmaktadır. Şiddet bir an evvel sona erdirilmelidir. Bunun olması için asıl ve en büyük adımı PKK’nın atması gerektiği aşikâr olmakla beraber, bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda yapması gereken hiçbir şey yok demek değildir. Uzun vadede en büyük sorumluluk da T.C. devletine düşmektedir.
Ortada çatışan “iki taraf” varsa, bu onların silah kullanma hakkını kendinde gördüğü anlamına gelir. T.C.’nin böyle bir hakkının bulunduğunu izah etmesi ve şiddetini meşrulaştırması daha kolaydır. Ancak, yapılması gereken, sadece, “biz devletiz, silah kullanmaya hakkımız var” diye kestirip atmak ve şiddete başvurması yüzünden PKK’yı kınamak, lanetlemek değildir. Bu zaten yılladır yapılmakta ve bir işe yaramamaktadır. PKK’nın silah kullanması bir sonuçtur. Hayati soru şudur: PKK nasıl olup da yüzlerce insanı onyıllarca dağlarda tutabilmektedir? Bu soru lojistikle değil, zihin dünyasıyla ilgilidir. Evet, nasıl olup da yüzlerce insan biricik olan hayatlarını, normal bir hayatın bütün nimetlerinden uzak kalmayı ve hatta ölümü göze alarak, yalçın dağlarda geçirmeyi istemekte ve geçirmektedir? Bu kimseler, “Türk’e Türk propagandası yapan” medyanın inanmamızı istediği gibi kriminal tipler midir? Kriminallik bu insanların ana müşevviği midir? Buna inanmak zor. Kriminalliğin ardında yatan faktörler bu kadar uzun süreli ve organize bir silahlı hareketi motive edemez; fikir ve his olarak besleyemez, ayakta tutamaz.
PKK için savaşanlar, kendilerini “kriminal” veya “terörist” olarak görmüyor, algılamıyor. Onlar “özgürlük ve bağımsızlık savaşçıları” veya bazı temel hakları gasp edilen, haksızlıklara maruz bırakılan bir toplumun sözcüleri ve temsilcileri olduklarını düşünüyor. PKK’yı ayakta tutan ana faktör bu. Türklerin bu düşünceye katılmaması, medyanın “terör” ve “terörizm” kavramalarını odağa alan yayınlar yapması, bu algıyı değiştirmiyor. İşte asıl düzeltilmesi gereken bu algıdır. Bu yapılmadığı sürece PKK saflarına yeni katılımcılar bulmakta zorluk çekmeyecektir. Bu ise, ilk adımda, Türkiye’nin şimdiye kadarki ilgili politikalarının, özellikle vatandaşlık ve eğitim politikalarının sorgulanmasını ve değiştirilmesini gerektirecektir.
Sorunla ilgili bir iki noktaya daha dikkat çekmekte yarar var. Mevcut çatışma bir nizamî ordu ile, kendini adlandırdığı biçimiyle, bir “gerilla grubu” arasında vuku bulmaktadır. Düzenli orduların gayri nizamî savaşa uygun olmadığını pek çok tecrübe kanıtlamıştır. Düzenli ordular bu tür savaşları yürütemez; yürütmeye kalkarsa çok ağır maliyetlerle karşılaşır. Bu maliyet en iyi oranla 1’e 10’dur. Ortalama oran daha yüksektir. Bunun anlamı şudur: Bir “gerilla”yı etkisiz hâle getirmek en az on askerin hayatına mal olur. Bu yüzden, PKK ile mücadelede ana güç olarak TSK’nın ve özellikle de “amatör” askerlerin “kullanılması” yanlıştır. Ayrıca, yaşanan bunca acı olaya rağmen TSK’nın baskın yemeyi önlemede ve önlenemeyen baskınlara süratli ve etkili müdahalede bu kadar beceriksiz olması hayret vericidir. Bu, istihbaratta, lojistikte, taktik ve stratejide, sevk ve idarede ve elbette motivasyonda büyük sorunlar ve eksiklikler olduğunu göstermektedir.
Baskınların ve yüksek sayıda ölümlerin sorumluluğu kime aittir? Elbette, her kademedeki ordu komutanlarına. Hiç kimse, karakolların kolayca basılabilmesinden ve askerlerin zahmetsizce öldürülebilmesinden dolayı politikacıları suçlamaya kalkmasın. Dünyanın her yerinde, politikacılar ordulara genel talimatlar verir ve ihtiyaç duyulan malî ve maddî desteği sağlar; gerisi orduların işi ve sorumluluğudur. Ordusuna her şeyin en iyisini sağlayan Türkiye’de politikacıların ordu kumandanlarına genel talimat verebildiği bile şüphelidir. Bu yüzden, sorumluluk tamamıyla orduya aittir. Ağır kayıplara yol açan baskınlarda bir görevi ihmal veya beceriksizlik, yetersizlik olup olmadığı, ordu dışından uzmanların da katılacağı heyetlerce objektif biçimde soruşturulmalı ve varsa sorumlular cezalandırılmalıdır. Ne yazık ki, facia mahiyetinde olaylara rağmen şimdiye kadar bunun bir örneğini görmedik. Bu değişmesi gereken bir tavırdır; yoksa hem orduyu içinden çürütebilir hem de onun toplumdaki itibarını yerle bir edebilir.
Bu anlamsız ve sonuçsuz kavga artık bitmeli, bitirilmelidir. Bunun olması için herkes, her kesim, diğer taraf(lar)ı suçlamak yerine kendi özeleştirisini yaparak bir adım atmalıdır. Aksi takdirde Gediktepe’dekine benzer yeni acıların yaşanması çok muhtemel görünmektedir.
Zaman, 25.06.2010