Türkiye ile Hollanda arasında yaşanan son kriz, Avrupa’nın geldiği noktayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Hollanda, egemen ve meşru bir devletin bakanının konvoyunu vurma emri bile verebilecek kadar zıvanadan çıkmış hale gelerek dış politika açısından benzeri yaşanmamış bir olay yarattı ve diplomasi kurallarını hiçe saydı. Ülkede yaşayan Türkiyelilerin siyasi katılım ve ifade özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerini açıkça ihlal etti. Hollanda, adeta “patron” olduğunu göstermek için hiçbir kural tanımayacağını gösterdi.
Görünen bu krizin ötesinde aslında çok daha büyük ve hayati olan bir mesele var: Koca Avrupa kıtasının AB ile hedeflediği demokrasi projesinden demograsiye sürüklenmesi; yani demografi siyasetine mahkum olması söz konusu.
11 Eylül’ün dünyanın dengesini altüst etmesiyle birlikte ırkçılık ve İslam karşıtlığı en çok Avrupa’da etkili oldu. Avrupa, o döneme kadar temsil ettiğini savunduğu bütün değerleri, kapıldığı korku nedeniyle ihlal etmeye başladı. Bu korku kültürel bir “istila”ya maruz kalmak ve Avrupa kıtasında demografik bir değişim yaşamakla ilgiliydi. Keza bu durum çokkültürcülük politikalarının iflas ettiğinin ilan edilmesiyle tescillendi. Alman Şansölyesi Merkel, 2010 yılının Ekim ayında yaptığı bir konuşmada çokkültürlülük konusundaki çabaların başarısız kaldığını ilan etti.
2010’dan sonra çokkültürlülüğün tersine esen rüzgar giderek şiddetlenmeye başladı. Avrupa bütün siyasi ilkelerini tek tek ihlal ederken kültürel meseleler daha fazla ağırlık kazanmaya başladı. Özellikle İslam ve Müslüman göçmenler üzerinden siyasi kampanyalar daha görünür ve ilgi çeker oldu. Müslüman karşıtlığı artarken kıtada yaşayan azınlıkların hak ve özgürlükleri ciddi zararlar aldı. Demokrasinin kuralları görmezden gelindi ve hukuk hiçe sayıldı. Üstelik bir süre sonra bütün bunların açıktan yapılmasında da bir çekince görülmedi. Avrupa, temsil ettiğine inandığı değerlerle çeliştiğini bilerek yoluna devam etti.
Geçen gece Hollanda’da yaşanan olaylar ve Türkiye kökenli göstericilere yönelik polis şiddeti, Avrupa’nın barış ilkesini ihlal etmekte de bir sakınca görmediğini ve “patron” olduğunu kanıtlayacaksa, bunu açık açık yapabileceğinin kanıtı olarak zihinlerimize kazındı. Avrupa, adeta Türkleri kıtanın bir parçası olarak kabul etmediğini, onlarla bir arada yaşamanın itaat kurallarına tabi olduğunu ve ancak Avrupalıların patron olduğunu kabul ettikleri sürece bir arada yaşanabileceğini söyler gibiydi. Kıtanın en barışçıl ve uyumlu göçmen azınlığı olan ve yaşadıkları ülkelerin yerlileriyle bir arada barışçıl bir şekilde yaşama konusunda hiçbir sorunu olmayan Türkiyelilere dahi keyfiyet ve şiddetle davranabileceği tehdidinde bulundu.
Bu durum aslında Avrupa’ya yabancı değil. Tarihi boyunca Avrupa, defalarca farklı nedenlerle benzer yaklaşıma sürüklendi. Avrupa açısından değişen bir şey olmasa da bizi hayal kırıklığına uğratan şey, 2. Dünya Savaşı sonrası kıtada esen hak, özgürlük, demokrasi ve barış gibi medeniyetin temel değerler rüzgarının sona ermiş olmasıydı.
Bugün Avrupa açısından kültür ve demografi çok daha önemli kavramlar haline gelmiş durumda. Özellikle yükselen ırkçı ve İslam karşıtı hareketler bu kavramları hayati buluyorlar. Medeniyeti inşa edenin yukarıda bahsi geçen değerlerden öte ırk olduğuna inanıyorlar.
Irkçı yaklaşım Avrupa’da her zaman vardı. Yeni olan, Nazi tecrübesinden sonra ilk defa bu dönemde bu kadar inandırıcı ve popüler hale gelmesi ve siyasi bir karşılık bulması. Avrupa, tarihinden ders çıkarmayı bilen bir kıta. Meselenin teselli bulabileceğimiz tek kısmı da sanırım burası. Çok daha büyük hatalara düşmeden ve düzeltemeyecek kötü sonuçlara yol açmadan bu noktadan dönmesi, Avrupa açısından umut ettiğimiz tek şey. Böyle gitmesi durumunda korkunç bir krizle karşı karşıya kalması ise kaçınılmaz.
* Demografi ve demokrasi kavramlarının birleştirilmesi ile türetilmiştir. Demografi siyasetine dayalı bir rejimi tarif etmektedir.