Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan vurduğunu” öğrenerek büyür. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” söyleminin Araplar’a bakan yüzüdür bu… Bu söylemde Batılıların hepsi emperyalist, doğuluların hepsi “kalleş”tir. Bu karanlık dünya karşısında yapılması gereken tek şey de “kutsal devletimiz çok yaşa” diyerek, demokrasi, özgürlük, çoğulculuk taleplerine yüz çevirmektir. Yüz çevirmeyenler, “ya sev, ya terk et” doktrini uyarınca kapı önüne konur; mesela Sayın Süleyman Demirel’in adres gösterdiği gibi kendilerine “Arabistan’a gitmek” salık verilir.
Oysa bu söylemin dayandığı bir realite yoktur. Batı’yı tanımlayan tek “veche” emperyalizm olmadığı gibi, Araplar’ı tanımlayan tek tarihsel realite de “Osmanlı’yı arkadan vurma” değildir. Hatta “Osmanlı’yı arkadan vurma” söylemi, son derece sınırlı bir gerçekliği tarif eder.
Gerçek şudur: Osmanlı’nın çöküş döneminde Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında gerçekten isyanlar başgöstermişse de, bu unsurların bir bütün olarak “ihanet ettikleri” kesinlikle söylenemez. Hatta Araplar sözkonusu olduğunda, Osmanlı’ya isyan edenlerin küçük bir azınlık olduğu, buna karşılık Arap kabilelerinin çoğunun Osmanlılık ve Müslümanlık bağıyla İstanbul’a sadakat gösterdikleri ortaya çıkmaktadır.
“Arkadan vurma” hikayesinin merkezinde Mekke Şerifi Hüseyin’in 1916′da başlattığı isyan vardır. Hep atlanan nokta ise Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, bu noktaya şöyle işaret ediyor:
“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916′da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.
‘Asıl cephe’, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”[1]
Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-İsrail İşbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da şöyle vurgulanıyor:
“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. [Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden] Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.”[2]
Arapların topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Dr. Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.”[3]
ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN KÖKENİ
Bu hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir. Arap milliyetçiliği, 1860′larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu.[4] Osmanlı İmparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. İngiliz tarihçi Peter Mansfield, “Türklerden nefret” duygusuna dayalı bir Arap milliyetçiliğinin 1880′lerden itibaren geliştiğini belirttikten sonra şunu ekler:
“Ama bu gerçekten de çok yavaş gelişen bir hareketti. Türk olmayan Müslümanlar, ki bunların çoğu Araplardı; daha henüz İstanbul’daki Halife-Padişahın boyunduruğundan kurtulmak için belirli bir tasarı hazırlamış değillerdi. Doğmakta olan politik nitelikteki bu Arap hareketinin liderlerinin çoğu Hıristiyandı… Çoğu için Araplık, Hıristiyanlıktan önce gelmekteydi.”[5]
Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların İslam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu.[6]
OSMANLI’YA SADAKAT
Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilafet’e bağlılık duygusu vardı.[7]
Prof. Kemal Karpat da, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı” olmadığına dikkat çekerek şöyle demektedir:
“Görülüyor ki Arapların ‘milli’ hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı.[8]
Peter Mansfield’e göre, Osmanlı’daki Arap milliyetçiliğinin sınırlı kalmasının iki nedeni vardı: “Birincisi, bu Avrupa kökenli milliyetçilik fikirlerinin bu yerlere (henüz) işlememiş olması; ikincisi de, Abdülhamid’in İmparatorluğun elinde kalanını bir arada tutmak için uyguladığı başarılı ve kurnazca yöntemlerdi.” [9]
Tarihçi Zekeriya Kurşun da “Abdülhamid’in saltanatı boyunca Arap milliyetçiliğinin… önceki hızını kaybettiğine” dikkat çeker ve “Abdülhamid, Arap milliyetçiliğinin harekete geçmesini geciktirmiştir” yorumunu yapar.[10]
Sultan Abdülhamid’in politikasının temeli, 19. yüzyılda hâlâ devam eden dini bağlılık ve geleneksel siyasi sadakat faktörünü canlandırarak Osmanlı devletini ve ülke bütünlüğünü kurtarmaktı. Ünlü Hamidiye Alayları bu büyük siyasetin uygulamalarından biriydi. Sultan, alaylar yoluyla “Kürtlerin babası” olduğu gibi, Arapların da hamisi oldu. “Abdülhamid… uyruğundaki Arapların kalbini kazanmak için Arap ülkelerindeki dinsel kuruluşlara, tarihi camilerin onarım ve süsleme işlerine önemli bir fon ayırmış… çevresindeki danışmanları arasında Arap düşünürlerine her zaman iyi davranmış, değer vermişti.”[11] Bedevi Şeyhlerinin çocuklarını eğitmek için özel okullar açmış, bu yolla onlara Osmanlılık bilinci aşılamıştı.[12] Bu politikanın siyasi meyvelerini de almıştı. Örneğin Peter Mansfield’a göre:
“1904′te Osmanlı Padişahı Sina üzerinde hak iddia ettiğinde, Mısırlı milliyetçi lider Mustafa Kamil, İslamcılık ruhu içinde, onun yanında ve Mısır’ın çıkarlarını savunan Lord Cromer’in karşısında yer almıştır.”[13]
TARİHSEL REALİTE
Aslında tüm olaylarda ortaya çıkan tarihsel realite, ayrılıkçı Arap (ve sonra da Kürt) milliyetçiliğinin Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının bir sebebi değil, sonucu olduğudur. İmparatorluk, Türk olmayan Müslüman unsurlar tarafından “arkadan vurulduğu” için yıkılmamıştır. Yıkılış sırasında Anadolu’da “Türk isyanları” çıktığı gibi, önce Araplar sonra da Kürtler arasında isyanlar başgöstermiş, ama her iki unsurun da ezici çoğunluğu Devlet-i Aliye’ye sadakatini korumuştur.
“Arap düşmanı” olmayı bir “ulusal ideoloji” haline getirmiş olanlara duyurulur…
[1] Cengiz Çandar, “Sharon’cu Vicdansızlar-Filistin Yalanları”, Yeni Şafak, 5 Nisan 2002
[2] Mitchell G. Bard, Facts Online: Israel’s Roots, Jewish Virtual Library, A Division of the American-Israeli Cooperative Enterprise, http://www.us-israel.org/jsource/myths/ mf1.html
[3] Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul. 1992, s. 153
[4] Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 27
[5] Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, İstanbul, 1975, s. 30
[6] Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 28
[7] Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 379
[8] Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s. 594
[9] Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 30
[10] Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 30
[11] Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 313
[12] Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 36
[13] Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 29; Peter Mansfield, The British in Egypt, Londra, 1971, s. 164-165
– Haber Lotus –
Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı:23, “Bizim Doğu: Ortadoğu”, 2013