Anayasa değişikliği paketinin kapsamı konusunda birbirinden çok farklı görüşler var ortalıkta.
“Ya hep ya hiç” mantığıyla aslında yapılabilecek olanı da engellemek peşinde olanları saymıyorum.
Bunların dışında, minimum bir paketin daha gerçekçi olacağını savunanlar var; “madem ki Meclis’te zaten uzlaşma olmayacak, o zaman maksimum bir paketle toplumun değişik kesimlerinin desteğini almak ve bir demokrasi dalgası yaratmak daha akıllıca” diyenler var…
Bütün bunlar esas itibarıyla mevcut güçler dengesinin analizine ilişkin siyasi değerlendirmeler ve farklı siyasi strateji önerileri…
Ne var ki taslak ister minimum bir paket halinde gelsin, isterse kapsamlı bir Anayasa değişikliği şeklinde, değişiklik karşısında alınacak tutumu değiştirmez, değiştirmemeli… Değişiklik paketiyle ilgili takınılacak tutum paketin kapsamıyla değil, yapılan değişiklikleri isabetli olarak görüp görmemekle ilgili olmalı.
Ben meseleye bu açıdan baktığımda, getirilen değişiklikler arasında tartışmamız gereken en önemli noktanın Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi olduğunu düşünüyorum.
Bilindiği gibi, seçilmişlerin Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi üst yargı organlarıyla denetlenmesi fikri özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler faşizmi pratiğinden çıkan dersler sonucu, güçlü bir eğilim olmaya devam ediyor. Ne var ki, siyasetin sapma tehlikesine karşı bulunan bu “tedbir”in demokrasiyle olan problemleri de o zamandan bu yana tartışılıyor. Halkın temsilcilerinin halk adına yasa ve Anayasa yapma yetkisinin, atanmış bir yargıçlar kurulu tarafından denetlenmesi ve kısıtlanmasının demokrasiyle ne ölçüde bağdaştığı son derece tartışmalı. Yani, mesele teorik olarak çözülmüş bir mesele değil. Bu yüzden de ileri Batı ülkelerinde şu anda uygulanmakta olan yöntemler teorik bir çözümden ziyade, palyatif bazı tedbirlerle “orta yolu bulma” çabaları olarak değerlendirilebilir.
Bir önceki yazımda da altını çizerek belirttiğim gibi, bugün Batı’nın önde gelen birçok hukuk teorisyeni, anayasaların halk veya temsilcileri yerine bürokrasi tarafından yorumlanmasının demokrasiyle bağdaşmayacağını düşünüyor; Anayasa yargısının meşruiyet kazanması için seçilmiş organlarla -yani siyasetle- mutlaka bir bağ kurması gerektiğini savunuyor. Yani bizdeki muhalefetin “yargı siyasallaşıyor” feryatlarının tam tersine, özellikle anayasa yargısının siyasal olanla; yani halkın tercihleriyle iletişim içinde olması için yollar arıyor ancak böylece belli bir meşruiyet kazanabileceğini savunuyor. Zaten Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamında yüksek yargı organlarının üye seçiminde parlamentolara önemli bir pay verilmesinin sebebi de bu düşünce.
Peki mevcut taslak bu ihtiyacı karşılıyor mu?
Bu noktada 2007 taslağının hazırlayıcılarından Ergun Özbudun’a kulak vermekte yarar var. Özbudun, taslağa en büyük itirazının Anayasa Mahkemesi’ne üye atamada cumhurbaşkanının yetkilerinin artması olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Taslak her şeye rağmen demokratik ve olumlu. Yargı bağımsızlığını ihlal edeceğini düşünmüyorum. Ruhu itibarıyla 2007’de hazırladığımız anayasa değişiklik önerisinden farklı değil. Ancak birtakım itirazlarımız var. Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunda cumhurbaşkanına değil parlamentoya daha çok rol tanınmalıydı. Bugün parlamento ancak üç üye seçiyor, onları da Sayıştay’ın ve baro başkanlarının göstereceği adaylar arasından seçiyor. Batı modellerinde, parlamento belirleyicidir. Batı’da parlamento Anayasa Mahkemesi’nin tamamını ya da üyelerinin çoğunluğunu seçer. Buna itiraz ediyorum. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin seçiminde cumhurbaşkanının çok belirleyici olmasına karşıyım.”
Hükümetin değişiklik paketini hazırlayanlar, cumhurbaşkanlarının bundan böyle halk tarafından seçilecek olması nedeniyle, cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde bu kadar büyük bir ağırlığa sahip olmasını demokrasiye aykırı görmemiş olabilirler. Ama yine de, Meclis’in iradesi yerine tek bir adamın (seçimle gelmiş bile olsa) iradesini koymanın hiç de güvenilir bir durum olmadığını kabul etmek gerekir.
Eğer AK Parti, muhalefetin Meclis’in üye seçmesine duyduğu alerjinin korkusuyla üye seçme yetkisini Meclis yerine cumhurbaşkanının elinde toplamayı seçtiyse, doğrusu bu çok daha büyük tepkilere yol açacak bir yoldur.
Dolayısıyla taslak üzerinde yapılacak revizyon çalışmalarında bu konunun tekrar ele alınmasında yarar var.
2007 taslağının Anayasa Mahkemesi üye seçimi konusunda getirdiği formülü hatırlayalım:
“Anayasa Mahkemesi on yedi üyeden oluşur. TBMM en az üçü anayasa hukuku, kamu hukuku veya siyaset bilimi alanında çalışan profesörler arasından olmak üzere sekiz üyeyi üye tam sayısının beşte üç çoğunluğu ile seçer. Üyelerden dördü Yargıtay, dördü Danıştay, biri de Sayıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından üye tamsayısının salt çoğunluğuyla ve gizli oyla seçilir.”
Doğrusu 2007 taslağının getirdiği bu formül bugünkü formülden çok daha demokratik görünüyor.
Bugün, 28.03.2010