Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
Son yazımda ‘Erdoğan’ı seviyorsanız ona gerçekleri söyleyin’ demiştim. Faydasız bir çağrıymış.
Bakıyorum da, son dönemde sürekli ‘yeni Türkiye’den söz edenler Gezi olayını hâlâ ‘eski Türkiye’ ezberleriyle konuşmaya ve yazmaya devam ediyorlar. Olayları ya ‘dış mihraklar’a bağlıyorlar, ya da ‘iç komplolara’. Sosyoloji bilenler de bunu yapıyor, siyaset bilimi okuyanlar da…
Erdoğan bunları inşallah okumamıştır Kuzey Afrika gezisinde. Yoksa dönüşünde halkına dış düşmanların ajanı, komplocuların maşası muamelesi çeker maazallah.
Bir zamanlar ulusalcı Kemalistler böyle bir ‘analiz düzeyi’ndeydiler. Her şeyin ‘kökü dışarıda’ydı. AK Parti’yi dış güçler iktidara getirmiş, 27 Nisan bile aslında AK Parti’yi iktidara taşımak için tasarlanmıştı.
Şimdi de sosyolojik veya politik analizler yerine ‘komplo teorileri’nden geçilmiyor ortalıkta. Olayları tekikleyen cuma sabahı baskınını polisin içindeki birilerine bağlayan komplocular bile var. Herkesin gözü önünde cereyan eden olaylara bakmak yerine komplo analizleriyle hem kendilerini yanıltıyor, hem de Başbakan’ı aldatıyorlar.
Düşünce tembelliği kötü bir alışkanlık. Gezi Parkı gösterilerini ellerine tutuşturulan ‘istihbarat raporları’na bakarak tümüyle ‘illegal örgütlere’ fatura etmek bir ‘eski Türkiye’ refleksi.
Doğrusu AK Parti kendi değiştirdiği Türkiye’yi anlamakta zorlanıyor. Toplumsal bir tepkiyi sadece örgütlere ve komplolara bağlayarak olayların kökenlerini anlamazlıktan geliyor. Buyurgan, halkına tepeden bakan, onu ideolojik bir kalıba sokmaya çalışan devlet anlayışına karşı sivilleşmeyi, demokratikleşmeyi, çoğulculuğu düne kadar AK Parti savunuyordu. AK Parti ‘devletleştikçe’ bu söylem ‘başkaları’na geçiyor. Paradoks tam da bu.
Şimdilerde ‘başka insanlar’, dün AK Parti’nin itiraz ettiği ‘aynı’ şeylere itiraz ediyorlar; buyurgan, topluma bir ‘proje’ olarak bakan, ona bir kimlik dayatmaya meyleden iktidara itirazları var. Kentleşen, eğitim düzeyi artan, dünya ile daha da bütünleşen bir toplum yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir devlet düzeni altında ‘terbiye’ edilemez zaten. İnsanlar ne ‘döven’ ne de ‘besleyen,’ dolayısıyla vasilik iddia eden bir devlet istiyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın önünde iki yol var; ya iktidarının mutlak değil sınırlı olduğunu kabul edecek ya da çoğunluğuna güvenerek azınlığı sindirecek.
Erdoğan için başında bulunduğu ülkeyi ‘yönetilebilir’ bir durumda tutmanın yolu, iktidarının ‘mutlak’ değil, başkalarının hak, özgürlük ve tercihleriyle ‘sınırlı’ olduğunu kabul etmektir. 2002 ve 2007 ruhuna döner, kimlik inşa etmek yerine demokratikleşme hamlelerine hız verirse partisi 2023’e kadar iktidarda kalır, ülke de krizden kurtulur. Yani tam bir kazan-kazan durumu. Bunun için toplumun devlet karşısında özerkliğini kabul etmesi, her toplumsal ve ekonomik aktörü kendi hegemonyası altına alma, gücü tekelleştirme eğiliminden vazgeçmesi şart.
İkinci yol, sertleşmek, mutlak hegemonyasını kabul etmeyenlerle çatışmayı göze almaktır. Bu noktada gösteriler demokratikleşme için yeni bir başlangıç olarak değerlendirilmek yerine eski tarz bir ‘güvenlikleştirme’ ve otoriterliği meşrulaştırma için bir gerekçe olarak kullanır.
Ancak şu unutulmasın; geçmişte askerî bir darbe tehdidine karşı Erdoğan’ın arkasında duran merkez sağ ve muhafazakâr kitle toplumsal bir çatışma yaratacak gerginliklere karşı AK Parti’den ürküp kaçabilir. Her ne kadar Başbakan ‘yüzde elliyi evlerinde zor tutuyorum’ dese de bu kitle toplumsal çatışmalarda sokağa çıkma eğiliminde hiçbir zaman olmadı.
Aşırı uçlarla sokakta bir gerginlik siyaseti izleyen AK Parti bazı çevrelerde bir dayanışma adresi olabilir, ama ‘merkez’den uzaklaşırsa sağ seçmenini ürkütüp çok güvendiği sandığı riske atabilir.
Menderes-Özal çizgisiyle Erdoğan arasında ilişki kurmayı sevenler bu gerçeği hatırlasalar iyi olur…