Resmi ilk ve orta öğretim kurumlarındaki “zorunlu din dersleri”nin kaldırılması talebi, sadece Alevi yurttaşlarımızı değil, herkesi ilgilendiren bir özgürlük meselesidir. Bu yazıda meseleyi AİHM’nin Alevi bir yurttaşımızın yaptığı başvuru üzerine verdiği karar çerçevesinde ele almak istiyorum.
Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması yönünde bugünlerde yoğunlaşan çabalar, bu arada, Alevilerin vicdan ve din özgürlüğüyle ilgili taleplerinin de özgürlükçü bir anlayışla karşılanması gerektiği yolunda temennilerin dile getirilmesine de yol açtı. Malum olduğu üzere, bu taleplerden biri resmi ilk ve orta öğretim kurumlarındaki “zorunlu din dersleri”nin kaldırılmasıdır. Aslına bakılırsa, bu sadece Alevi yurttaşlarımızı değil, herkesi ilgilendiren bir özgürlük meselesidir. Bu yazıda meseleyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Alevi bir yurttaşımızın yaptığı başvuru üzerine verdiği karar çerçevesinde ele almak istiyorum. Olay kısaca şuydu: Hasan Zengin İstanbul’da bir devlet okulunda 7. sınıf öğrencisi olan kızı Eylem Zengin adına AİHM’ye başvurarak, ilk ve orta öğretimde okutulan ‘din kültürü ve ahlâk’ dersinin öğretilme biçiminin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1 No.’lu Protokol’ün 2. maddesinin ikinci cümlesinde tanınan haklarını ihlâl ettiğinin tespit edilmesini talep etmişti. Söz konusu hükme göre: “Devlet eğitim ve öğretime ilişkin üstlendiği görevleri yerine getirirken ebeveynin bu eğitimin onların kendi dini ve felsefi inançlarına uygunluğunu sağlama haklarına saygı gösterir.” AİHM 9 Ekim 2007’de başvuruyu haklı bularak Türkiye’nin söz konusu protokol hükmünü ihlâl ettiğine karar verdi.
Ebeveynin saygı talebi
Mahkemenin bu kararını dayandırdığı temel görüşleri özetleyebilirim: Ek 1 No.’lu Protokol’ün 2. maddesinin ikinci cümlesini, “Hiç kimse(nin) eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağı”nı belirten birinci cümlesi ile bir bütün olarak ve ayrıca sözleşmenin 8. (özel hayata ve aile hayatına saygı), 9. (düşünce, vicdan ve din özgürlüğü) ve 10. (ifade özgürlüğü) maddelerinin ışığında anlamak gerekir. Bu çerçevede, protokolün 2. maddesi dini öğretimle diğer konular arasında ayrım yapılmasına izin vermez ve devletin ebeveynin -ister dini isterse felsefi olsun- inançlarına eğitim sisteminin tümünde saygı göstermesini, devletin üstlendiği bütün işlevlerini yerine getirirken bu ödevini gözetmesini öngörür. Ebeveynin devletten kendi dini ve felsefi inançlarına saygı göstermesini isteyebilmeleri, çocuklarının ‘eğitim ve öğretimi’nden öncelikle onların sorumlu olmalarının kendilerine yüklediği doğal bir ödevdir. Bununla beraber, eğitim-öğretim müfredatının belirlenmesi ilke olarak devletlerin yetkisinde olup bu konunun düzenlenmesinde ülkeden ülkeye ve dönemden döneme farklılıklar olabilir. Özellikle de 2. maddenin ikinci cümlesi devletlerin kamu okullarında öğretim yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak dini veya felsefi nitelikteki objektif bir bilgiyi vermesine engel teşkil etmez. Hatta anne-babalar bunun müfredata dahil edilmesine itiraz edemezler, çünkü, aksi halde hiçbir kurumsal eğitim yapılamayabilir. Aslında, okulda öğretilen pek çok konunun az veya çok felsefi bir özelliği veya imaları olması hemen hemen kaçınılmazdır. Öte yandan, söz konusu ikinci cümle, eğitim-öğretimle ilgili görevini yerine getirirken devletin müfredatta yer alan bilgiyi objektif, eleştirel ve çoğulcu biçimde vermesini ve din aşılamaya yönelik olmaması gereken bu öğretimin öğrencilerde dine ilişkin eleştirel bir zihniyet geliştirmelerine imkân vermesine özen göstermesini gerektirir. Devlet ebeveynin dini ve felsefi inançlarına saygısızlık olarak görülebilecek şekilde bir doktrin aşılama amacı güdemez. Öte yandan, çoğulcu demokratik bir toplumda devletin dinler ve inançlar karşısındaki tarafsızlık ödevi devletin dini inançların veya bunların ifade edilme biçiminin meşruluğu hakkında değerlendirme yapmasıyla bağdaşmaz. Söz konusu 2. maddenin ikinci cümlesi ancak bu şekilde yorumlanırsa hem aynı hükmün ilk cümlesiyle hem de sözleşme’nin 8, 9 ve 10. maddeleriyle ve bizatihi sözleşmenin demokratik bir toplumun ideal ve değerlerini korumayı ve ilerletmeyi amaçlayan genel ruhuyla bağdaşabilir.
AİHM bu esasları hatırlattıktan sonra, Türkiye’deki zorunlu “din kültürü ve ahlâk” derslerinin sözleşmenin ihlâli niteliğinde olup olmadığını belirlemeye geçiyor. Mahkemeye göre, bunun için iki noktanın aydınlatılması gerekmektedir. Birincisi, Türkiye’de ilk ve orta dereceli okullardaki din eğitim-öğretiminin içeriğinin “objektif, eleştirel ve çoğulcu” olup olmadığı, ikincisi ise eğitim sisteminin ebeveynlerin inançlarına saygılı olmasını sağlayacak düzenlemelerin var olup olmadığıdır. İlk noktayla ilgili olarak yaptığı inceleme sonucunda, mahkeme devlet okullarındaki “din kültürü ve ahlâk” öğretiminin objektiflik ve çoğulculuk ölçütlerini karşılamadığını ve özel olarak da Alevi inancına sahip olan davacının dini ve felsefi inançlarına saygılı olmadığını tespit etmiştir.
Çoğulculuk ve objektiflik ilkesi
Mahkeme bu tespitini şu bulgulara dayandırmıştır: Din kültürü ve ahlâk öğretiminin resmi belgelerde belirtildiği şekliyle dayandığı ilkeler Protokol’ün 2. maddesine uygun görünmekle beraber, ilgili ders kitaplarının muhtevası bu ilkelerle (çoğulculuk ve objektiflik) bağdaşmamaktadır. Çünkü, bir kere, ders kitapları dinler hakkında genel bilgi vermekle yetinmemekte fakat aynı zamanda İslâm inancının temel prensiplerini öğretmekte ve onun iman ve ibadet esaslarının genel bir anlatımını sunmaktadırlar. Bu arada, öğrencilere Kur’andan sureler ezberletilmekte, ders ibadetlerin yapılışını gösteren resimlerle ve günlük dualarla desteklenmekte ve öğrenciler değerlendirme amaçlı testlere tabi tutulmaktadırlar. Kısaca, ilköğretimin müfredatı ile ders kitaplarının hepsi İslâm’ın öğretimine diğer din ve felsefelerden daha fazla öncelik vermektedir. Gerçi, devlet lâik olsa da İslâmın Türkiye’de çoğunluk dini olduğu gerçeği karşısında, İslâm’ın öğretilmesine ağırlık verilmesi kendi başına çoğulculuk ve objektiflik ilkelerinden ayrılma sayılmayabilir. Ne var ki, okullarda İslâm’ın sadece Sünni yorumu öğretilmekte ve Protokol’deki anlamda “dini inanç” olduğu şüphesiz olan Alevi inancının esaslarının öğretilmesi ihmal edilmektedir. Dokuzuncu sınıf müfredatında Alevi inancının doğmasında etkisi olan iki düşünür veya mutasavvıf (Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş-ı Veli) hakkında yer alan kısa bilgilerin ilk ve orta öğretimdeki bu eksiği telâfi edemeyeceği ise açıktır.
Muafiyet çözüm mü?
İkinci ölçüte, yani ana-babanın inançlarına saygıyı garanti edecek uygun araçların var olup olmadığına gelince, burada temel mesele, müfredatta din öğretiminin yer aldığı durumlarda, öğrencilerin okulda verilen dini eğitimle ebeveynlerinin dini veya felsefi inançları arasında bir çatışmayla karşı karşıya kalmalarına yol açılmamasıdır. Mahkeme bu noktada, Avrupa’da din eğitimi konusundaki çeşitliliğe rağmen, üye devletlerin hemen hemen hepsinin öğrencilere en azından bir tercih sunduğunu hatırlatmaktadır. Yani öğrenciler ya -muafiyet mekanizması yoluyla veya din dersi yerine başka bir dersi seçmek suretiyle- din eğitimi derslerini almayabiliyor ya da tamamen seçimlik olan din derslerine katılabiliyorlar.
Türkiye’de ise, Anayasa’nın “zorunlu” olduğunu öngördüğü “din kültürü ve ahlâk” dersinden sadece Hristiyan ve Yahudi vatandaşların çocukları muaf olabiliyorlar. Mahkeme bu uygulamada da başlıca iki sorun görüyor. Birincisi, Yüksek Eğitim Şurası’nın 1990 tarihli bir kararına göre, velilerin çocukları adına din dersinden muafiyet talebinde bulunabilmek için bu dini inançlardan birine mensup olduklarını açıklamak zorunda olmalarıdır. Mahkeme bunun sadece sözleşmenin 9. maddesine değil, Türk Anayasası’nın “hiç kimsenin dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı”nı belirten 24. maddesine de aykırı olduğunu hatırlatmaktadır. Muafiyet mekanizmasıyla ilgili ikinci sorun, bu imkânın Hristiyan ve Yahudiler dışındaki vatandaşlara tanınmamış olmasıdır. Bu davada yaptığı savunmada Türk hükümeti, talepte bulunulması halinde bu muafiyet imkânının başka inançlara da tanınabileceğini belirtmiş olmakla beraber, bu durumda da ebeveynler kamu makamlarına kendi dini inançları hakkında beyanda bulunmak zorundadırlar. Kaldı ki, Mahkemeye göre, bu konuda açık bir düzenlemenin olmaması karşısında, kamu makamları, bu olayda olduğu gibi, bu gibi talepleri her zaman reddedebilirler.
Sonuç olarak AİHM’ye göre, bu muafiyet yöntemi uygun bir yöntem değildir ve öğretilen konunun kendi çocuklarında okul ile kendi değerleri arasında bir bağlılık çatışmasına yol açabileceğini düşünen ebeveynlere yeterli koruma sağlamaz. Sünni İslâm’dan başka bir dini veya felsefi inanca sahip olan ebeveynlerin çocukları için hiçbir seçme hakkının tanınmadığı Türkiye’de bu özellikle böyledir. Türkiye’de muafiyet usulünün bu kişileri ağır bir yük altına sokması ve onları çocuklarını din derslerinden muaf tutmak için kendi dini veya felsefi inançlarını açıklamak zorunda bırakması kuvvetle muhtemeldir.
AİHM’nin ana hatlarını özetlediğim bu kararının değerlendirilmesini de başka bir yazıya bırakalım.
Star-AçıkGörüş, 18.10.2010