Bu iktidar hırsını Azrail söndürür!

Azrail gelse ve dese ki: “Beş dakikan var. Beş dakika sonra canını alacağım. Bu beş dakikayı nasıl değerlendirmek istersin? İbadet ederek mi, iktidarda mı?”

Alacağı cevap bellidir: “İktidarda”…

Sağcı der ki, “bu beş dakikayı milletime hizmetle geçirmek isterim, o da bir nevi ibadettir”; solcu “halkıma”. İslamcı der ki, “ümmet benden görev bekliyor” der, laik “toplum”. Kemaliste sormaya bile gerek yok.

***

Hatırlıyorum, Ecevit’e bir gazeteci sormuştu, “DSP’nin başından ayrılacak mısınız?” diye.

“Hepimiz faniyiz, hiçbirimiz bu makamlarda ebedi olarak kalıcı değiliz” demişti. “Hayır ayrılmayacağım, ömrümün sonuna kadar kalacağım” demenin daha zarif bir şekli olamazdı.

Türkeş ebedi liderdi ve ömür boyu lider kaldı.

Demirel’i bugün bile bıraksanız ülkeyi yönetmeye ve bize biraz daha acı çektirmeye can atar. Hatırlayın, görev süresinin uzatılması felaketinden toplum olarak kıl payı kurtulmuştuk.

Şimdi bu dörtlünün sonuncusu da aynı mücadeleyi veriyor.

***

Nicelerini yoldan çıkaran, dünyada başka hiçbir duygunun veremeyeceği ölçüde büyük bir haz kaynağı iktidar. Kimi onu “iyi” amaçla istiyor, kimi “kötü”. Ama istiyor. Ve çoğu kez bu ikisi birbirine karışıyor.

Tıpkı “Yüzüklerin Efendisi”ndeki gibi.

Hatırlayın o yanardağ sahnesini. Dünyayı kurtarmak için iktidarı temsil eden o yüzüğü yanardağa atmak için canını ortaya koyan genç, son anda onu atamıyor ve parmağına geçirerek, yüzünde şeytani bir ifadeyle, “o benim!” diyordu.

Hiç kuşkusuz şeytan her zaman böyle açık görünmüyor; bazen de “sağdan yaklaşıyor”. Tıpkı son zamanlarda Erbakan’a yaklaştığı gibi…

***

Erbakan’ı hayatımda ilk kez geçen yıl havaalanında gördüm. İki kişi koluna girmişti ve güçlükle yürüyordu. O haliyle “davaya hizmet” için koşturuyor, siyasetten elini çekmiyordu. Nasıl çeksindi ki, “ümmet ondan hizmet bekliyor”du.

İktidar bu. Nice azizin, nice filozofun ve bu arada nice “mücahit”in kaybettiği zorlu sınav.

Kimileri bu ihtirasını son derece “ulvi” amaçlarla meşrulaştırsa da, hepsi aynı iştahla bağlanıyor ona. Ve Azrail ensesinden yakalayıp çekip koparıncaya kadar tırnaklarını geçirdiği o aldatıcı mutluluk kaynağından kopamıyor.

İktidar bağımlılığının belirtileri aynıdır. Bir kez ona sahip olan, mecbur kalmadıkça en yakın dostlarına bile bırakamaz. Çevresini mutlak liderliğine itaat etmiş silik kişilerden oluşturur ve onlara saygı da duymaz. Son nefesinde ise o iktidarı oğluna bırakmaya çalışır. Böylece o iktidarı “kendi sülbü”nden birinin şahsında yine kendisine bıraktığını sanmanın hazzını taşır.

Erbakan’ın farkı, insan türünün bu asli hastalığını, Emevi tarzı bir liderliği dinle meşrulaştırması; belki kendisini de inandırması. Ahlaki olanı siyasi olandan ayırması; amaca ulaşmak için CHP, Önder Sav, “yargı oligarşisi” gibi bir yoldan gitmekte zerrece tereddüt etmemesi, o tercihleri kerameti kendinden menkul bir “siyaset”le meşrulaştırması.

Bir de kalkıp, bu yolla elde ettiği kongrenin duvarına “önce ahlak ve maneviyat” yazması.

“Allah hiç kimseye hak etmediği ölümü nasip etmiyor” demişti dindar bir arkadaşım. “Ecevit 1970’li yıllarda aramızdan ayrılsaydı şimdi kahraman olacaktı. Erbakan da bütün baskılara rağmen başarılı biçimde yürüttüğü başbakanlığını 28 Şubat Muhtırasıyla kaybettiği dönemde”.

Ama olmuyor. Gerçekten idealleri olan bir liderin nerede bırakacağını bilmesi gerek, ama insan egosu devreye girince, o lider hiçbir zaman “tamam” diyemiyor.

Ve her zaman iktidar için bir gerekçe oluyor.

***

Numan Kurtulmuş’a gelince.

Çocuklarının büyüdüğü gerçeğini kabullenmek istemeyen “otoriter baba”nın yanında kalmayı seçen “hayırlı evlat”tı o. “Yenilikçi”leri “çoluk çocuk” olmakla suçlayan “politbüro”yu saygıyla dinlemiş ve değişimin her zaman iyi olmadığına ilişkin bir söylev vermişti ( “Yahu kardeşim, ‘çoluk çocuk’ dediği adamın torunu vardı” demişti bir arkadaşım). Sanki sorun ondan ibaretmiş gibi.

Bütün bunları yaşamadan fark edemediği gerçeğin bugün ona bir faydası olur mu bilmem. Ama bildiğim bir şey var ki, iktidar hırsına karşı “nefis tezkiyesi” her faniye şart!.

 

KCK Davasını İzliyoruz

Bazıları KCK operasyonlarının “Açılımın önünü açacağını” sanıyordu. Ama öyle olmadı.

Belediye başkanlarının elleri kelepçeli resimleri Kürtleri incitti ve çözüm atmosferine zarar verdi. Çünkü kelepçeliyken el sıkışmak kolay değildi.

Tutukluluk kurumu bu ülkede ne kadar yanlış uygulandığı da en fazla bu davada dolayısıyla görünürlük kazandı. Bazı tutuklular, tam 18 ay boyunca hakim yüzü görmeden mahkemeye çıkacakları günü beklediler.

Davaya ara verildiği bir sırada kendisiyle görüştüğüm Diyarbakır Barosu Başkanı ve değerli hukukçu Mehmet Emin Aktar, haklı olarak uzun süreli tutukluğun cezalandırmaya dönüştüğünden şikayet ediyor.

“Keşke bu sorunun çözümü konusunda bir yargı kurumunun vereceği karar bu kadar önemli olmasaydı” diyor.

Çok haklı.                                                                             

Kürt Sorununun çözümü konusunda şimdi yeni bir kapı aralanmış durumda.

Ve şimdi önüne yığılıp bu kapının bir daha kapanmasına izin vermemeliyiz.

Star, 19.10.2010
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et